Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1832
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10791
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 756
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Görüş bildirebileceğiniz Ana Kategoriler
Anayasal Düzen (154) | Dış Politika (2278) | Ekonomi (234) | Eğitim (91) | Devlet Kurumlarımız ve Memurlar (63) | Adalet (71) | Milli Kültür (522) | Gençlik (27) | Siyasi Partiler ve Siyasetciler (844) | Tarım (147) | Sanayi (13) | Serbest Meslek Mensupları (5) | Meslek Kuruluşları (2) | Basın ve Televizyon (19) | Din (1052) | Yurt Dışındaki Vatandaşlarımız (54) | Bilim ve Teknoloji (13) | Milli Güvenlik (623) | Türk Dünyası (888) | Şiir (77) | Sağlık (185) | Diğer (3429) |

Görüş bildirebileceğiniz Devlet Kurumlarımız ve Memurlar konuları
Devlet kurumlarımız yeniden yapılanmalı mı? (7)
Devlet memurlarımız nasıl olmalıdır? Temel sorunları nelerdir? (8)
Devlet kurumları ile ilgili diğer konular (48)


Devlet Kurumlarımız ve Memurlar - Devlet kurumları ile ilgili diğer konular konusu hakkında görüşler
Dr. Cüneyt Diler - (Ziyaretci) 9.05.2016 20:49:57

İBN-İ HALDUN`DA TOPLUM,DEVLET VE SİYASET KATEGORİZASYONU -1-

YÖNETİM OLGUSU`NUN TEMELLERİ VE İBN-İ HALDUN`DA TOPLUM,DEVLET VE SİYASET KATEGORİZASYONU







Dr.Cüneyt DİLER




ÖZET




Ortaçağ İslam-Arap düşünürlerinden olan İbn Haldun ( 1332 1406 ) çok yönlü bir kişiliktir. Daha çok tarihçi, sosyolog ve siyaset bilimci olarak tanınan İbn Haldun , aynı zamanda kendine özgü felsefi ve ekonomik görüşlere sahiptir.İbn Haldunun asıl önemi tarih ve sosyoloji alanında yapmış olduğu çalışmalardan kaynaklanır.

İbn Haldun devletin doğuşu, gelişmesi , burhanları ve yıkılışının nedenlerinin bilinebileceğini ileri sürmektedir.Ona göre; topluluklar arasında olan asabiyet bağı sayesinde devletler kurulmuştur. Düşünür, devleti, ortak çıkarları ve ihtiyaçları karşılamaya yönelik bir kurum olduğunu iddia etmektedir. İbn Haldun, devletin yıkılışında asabiyet bağının zayıflamasına bağlamaktadır. Ona göre; insanın doğup, büyüyüp ölmesi gibi devletlerin kurulup, gelişmesi ve yıkılması doğal bir olaydır.




GİRİŞ




Orta Çağ İslam Arap düşünürlerinden olan İbn Haldun (1332-1406) çok yönlü ilmi kişiliği ile, gerileme dönemi islam düşüncesinin eşsiz bir dehasıdır. Daha çok tarihçi, sosyolog ve siyasi bilimci olarak tanınan İbn Haldun, aynı zamanda kendine özgü felsefi ve ekonomik görüşleri olan bir ilmi kişiliktir. Söz konusu ilmi sahalardaki görüşlerinin yer aldığı ünlü "Mukaddime" adlı eseri onun bir şaheseridir. İbn Haldun mukaddime`sinde, tarih ilminin yol göstericiliği altında sosyal, siyasal ve ekonomik yapıları amprik bir yöntemle inceleyerek bir takım sonuçlar elde etmeye çalışmıştır.(1)

İbn Haldun her şeyden önce bir tarihçidir. Ancak onun tarihçiliği, döneminde yaygın olan tarihçiliğin aksine, tarihi olayların sebep ve sonuçlarının felsefi bir yaklaşımla tahlil edildiği bir tarihçiliktir. Tarihi olayların abartılı olarak kuru bir biçimde hikaye edilmesine karşı çıkan İbn Haldun, tarihi olayların incelenmesinden çıkarılacak olan sonuçların diğer sosyal bilimler için birer veri oluşturması gerekliliği üzerinde durarak bu konuda yeni bir çığır açmıştır. Ona göre; tarih ilminin konusu sosyal olaylardır. Bunun için tarihçi, sosyal olayları tarihi seyir içerisinde inceleyip bir takım sonuçlar çıkarmak durumundadır. Bu görüşleriyle İbn Haldun, ilk olarak, tarihçiliğe gerçek anlamda bir bilim olma özeliğini kazandırmıştır.(2)

İbn Haldun tarihçi olduğu kadar sosyologdur da. Onun sosyologluğu tarihçi oluşuna bağlı bir durumdur. Gerçekten İbn Haldun sosyoloji biliminin temelini tarih ilmine dayandırmıştır. Ona göre, sosyolojik araştırmalarda sağlıklı sonuçlara varabilmek için tarihin bilinmesi bir zorunluluktur. Ulusların esenliği toplumun yasalarını iyi anlamak, onları gereğince değerlendirmek ve o toplumun tarihini iyi bilip sağlıklı bir analizden geçirmeye bağlıdır. O halde sosyolojik araştırmalar tarihle başlamalıdır.(3)

İbn Haldun, Mukaddime`sinin "Umran İlmi" başlıklı bölümünde sosyolojik görüş ve tahlillerine geniş yer vermiştir. Ona göre "Umran İlmi"; toplumun ve devletlerin ortaya çıkışlarının, toplumların tarihi seyir içerisinde geçirdikleri evrelerin, en küçük toplumsal birime varıncaya kadar tüm sosyal yapıların çeşitli yönleriyle ele alınıp incelendiği bir bilimdir.(4) İbn Haldun bu ilmin devletler ve uluslar için gerekli olduğunu, zira ancak bu ilim sayesinde devletlerin doğuşları, gelişmeleri, yıkılışları ve buhranlarının öğrenilebilir olduğunu düşünmektedir.

İbn Haldun`un devlet görüşünün alt yapısını, doğru ve sağlıklı tarihi bilgiler temeline dayalı sosyolojik araştırmaları ve gözlemleri oluşturmaktadır. Bunun için İbn Haldun`un devlet görüşünü incelemeye geçmeden önce onun sosyolojik görüşlerini ele almaya çalışacağız.




Birinci Bölüm




İBN HALDUN`DA TOPLUM ANALİZİ




I. TOPLUM KAVRAMI




A. TOPLUMLARIN DOĞUŞU




İbn Haldun insanların toplumsal birer varlık olduklarını belirterek, yaşamlarını sürdürebilmeleri için birbirleriyle yardımlaşmak, tehlikelere karşı birbirlerini korumak, kısaca sosyo-ekonomik sorunlarını çözebilmek için bir araya gelmelerinin bir zorunluluk olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre, insan doğa karşısında yalnızdır. Sırf bu yalnızlığını gidermek için bile olsa insan, insana ihtiyaç duyar. Kendisine durmadan bir hemcins arar. Çünkü insan, diğer varlıklardan çok farklı bir şekilde yaratılmıştır. Kaldı ki, insanın fizyolojik ihtiyaçları onu bir topluluk oluşturmaya itmektedir. Ayrıca doğanın acımasızlığı da insanı insana bağlanmayı zorunlu kılar. Bütün insanlardan başka, insanın insana karşı olan bir düşmanlığı vardır. İnsan yalnız başına bu sorunları çözse bile, hiçbir zaman bu düşmanlık sorununu çözemeyecek, bunun için de insan daima kendisine bir dost arayacaktır. (5) Tüm bu açıklamalardan şu sonucu çıkartmak mümkündür: Toplumlar, insanların ekonomik ihtiyaçlarını karşılama ve doğal tehlikelere karşı koyma hususunda yardımlaşmalarından doğar.




B. TOPLUMLARIN ÇEŞİTLERİ




1. Göçebe Toplumlar:




İbn Haldun`a göre hiçbir toplum doğuştan yerleşik (medeni) olamaz. Her toplum ilk doğduğunda göçebedir. Bu, sosyal ve doğal şartların bir gereğidir. Göçebelik hayatı toplumun yapısına göre uzun veya kısa olabilir. Fakat bu devreyi geçirmeyen hiç bir toplum medeniyeti oluşturamaz.

Göçebe toplumlar kendi aralarında ikiye ayrılır: Bir kısmı ziraat ve bahçecilik yaparak çiftçilikle uğraşırlar, diğer kısmı ise koyun, keçi, sığır, arı ve ipekböceği gibi hayvanlara ve canlılara bakma işini meslek edinmişlerdir. Birinci grup toplum geçimlerini toprak ve ağaçlardan sağladığından çok uzak yerlere gidemezler, belirli bir çevre içerisinde dönüp dolaşırlar. İkinci grup toplum ise her yere gidebilirler. Özellikle çöllere, dönüşü olmayan yerlere kadar uzanabilerler. Hayvan beslemeleri, onları tam bir göçebe hayatı yaşamaya yöneltmiştir. (6)




a) Göçebe Toplumların Sosyolojik Yapıları:




Göçebe toplumlarını oluşturan bireyler birbirlerine çok bağlıdırlar. İbn Haldun bu durumu "asabiyet" kavramı ile açıklıyor. Ona göre asabiyet geliştikçe bireylerin birbirine olan bağlılıkları da artır. Bu bağlılık göçebe toplumların yaşam tarzlarından kaynaklanmaktadır. Bağımsız yaşayan göçebe bir kabile, dıştan tehlikelere karşı kendisini korumak ve doğal ihtiyaçlarını karşılamak için kuvvetli bir dayanışma içerisinde olmalıdır. Böyle bir kabile kendi mensuplarına, dışa karşı uyanık olmayı, kendi aralarında ise dayanışma içinde olmayı telkin eder. Bu şartlar içerisinde göçebe insanı, dışa karşı haşin ve mücadeleci, içe karşı ise merhametli ve yardımsever insandır.

Göçebe toplum ihtiyacı kadar üretir. Konut barınmayı, gıda yaşamayı, giyecek örtünmeyi sağlayacak kadardır. İhtiyaç maddelerinde çeşitlilik ve lüks yoktur. Göçebe insan rahatlığa ve bolluğa alışmadığı için kanaatkardır. Kabilenin çıkarını kendi çıkarlarından üstün tutar, egoist değildir, diğerlerini düşünür ve yüreklidir. (7)




b) Göçebe Toplumların Hukuki Yapıları




Göçebe toplumların kendilerine özgü hukuki yapıları vardır. Bu hukuki yapının temelini "asabiyet" kavramı oluşturmaktadır. Kişileri birbirlerine bağlayan, onları birbirleriyle kaynaştıran asabiyet, bir takım kurallar da ortaya koyar. Asabiyet geliştikçe bu kurallar daha da belirginleşir. (8)

Asabiyet doğarken bir kabile büyüğünü ortaya çıkarır. Bazen bu kabile büyükleri birkaç kişi de olabilir. Toplum ilk dönemlerinde kabile büyüklerinin buyruklarına göre yönetilir. Kabile büyüklerinin buyrukları, toplumun geçmiş yıllarından getirdiği değer yargıları, örf ve adetler hukuki yapının temellerini oluşturur. Göçebe toplumun hukuki yapısının gelişimi bu yöndedir. (9)




2. Yerleşik (Medeni, Hadari) Toplum:




İbn Haldun her göçebe toplumun zamanla gelişme göstererek toprağa yerleşeceğini, bunun nedeninin ise göçebe toplumların güç ve servet kazandıkça yerleşik bir hayat sürme isteklerinin artması olduğunu ileri sürmüştür. Böylece göçebe toplumlar yavaş yavaş kasaba ve şehirlere yerleşirler. Bunun sonucu olarak devlet aşaması ortaya çıkar. Devlet aşamasında otorite, insanları dış tehlikelere karşı koruduğundan, insanlar askerlikten ve güvensizlik ortamının doğurduğu yaşam tarzından vazgeçerek, sanat, edebiyat, mimarlık gibi kültürel konularla ilgilenmeye başlarlar. Böylece yerleşik hayatta insanlar kendi zevk ve rahatlarını düşünerek egoist olurlar ve cesaretlerini kaybederler. Ayrıca otoritenin her alanda kendini hissettirmesi insanların bağımsızlık duygularını da yok eder.(10)

Yerleşik toplumların hukuki yapıları göçebe toplumlardan farklıdır. Her şeyden önce yerleşik toplumlarda asabiyet bağı zayıflamış, onun yerini "din bağı" ve "hükümdara sadakat bağı" almıştır. Dolayısıyla bu toplumlardaki hukuki yapı dini kurallar ve hükümdarın koymuş olduğu kurallardan meydana gelir.(11)

İbn Haldun`un toplum kuramı incelendiğinde onun "tarihsel determinizm" anlayışıyla hareket ettiği görülür. Tarihi seyir içerisindeki tüm toplumların "bedevi" yaşamdan "medeni" yaşam biçimine geçiş yaptıklarını, bunun kaçınılmaz genel bir kural olduğunu söylemekle determinist anlayışını ortaya koymuştur.

İbn Haldunun, göçebe toplum-yerleşik toplum ayrımı üzerinde dururken, zamanın Arap, Norman, Berberi, Moğol, Kürt ve Türk topluluklarının yaşam biçimlerini değerlendirip yorumlanmasındaki doğruluk payı yüksektir. Ancak bu konudaki görüşlerini genelleştirip, tarih boyunca ortaya çıkan tüm toplumların söz konusu aşamalardan geçmiş olduğunu söylemesi bir varsayımdan öteye gitmemektedir.




II. ASABİYET KAVRAMI




A. ASABİYETİN TANIMI




ibn haldun`un üzerinde en çok durduğu ve devlet görüşünün temelini oluşturan kavram asabiyettir. bu kavram ibn haldun`a özgü olup, başka bir düşünürde bu kavrama rastlanmamaktadır. ibn haldun asabiyet kavramını değişik şekillerde tanımlamıştır. bunlardan sadece bir kaçını vermekle yetineceğiz.

"Bir aşiretten veya bir aileden gelmek veya bir babanın çocukları olarak kardeş olmak özel bir asabiyet meydana getirir."(12) "Asabiyet, sadece nesep birliğinden veya o manadaki diğer bir şeyden hasıl olur."(13) "Neseplerdeki semere ve fayda, yardımlaşmaya ve gayrete gelerek imdada koşmaya vesile olan asabiyetten ibarettir."(14)

Bu konuda araştırma yapmış olan bazı yazarlar İbn Haldun`un asabiyet kavramından neyi kasdettiğini şu şekilde açıklamışlardır: ".. el-asabiyye savunma ile uzun eksersizle, eğitimle, hayat ve ölümün başka hal şartlarıyla kazanılır."(15) "Toplumsal örgütlenmenin çap ve yoğunluğunu belirleyen değişken grup duygusu, grup dayanışması (asabiye) dir."(16) "Nesep bağlarının kuvvetli olduğu yerlerde nesep asabiyeti, başka yerlerde dini, hissi, mefkürevi olan sebep asabiyeti rol oynar." (17)"Asabiyet, bir çeşit sosyal bilinçten başka bir şey değildir."(18) "Asabiyet; tüm yönlerini içerir bir şekilde şöyle tanımlamak mümkündür: Aynı nesepten gelen kimseler arasındaki yardımlaşma, dayanışma ve tehlikelere karşı kendini korumak için biyolojik bağlardan doğan, daha sonraları inanç birliğine dönüşerek devletin kurulmasında yol oynayan soyut bir kavramdır."(19)




B. ASABİYET VE DEVLET




İbn Haldun, toplumların devlet haline gelebilmelerini asabiyetle mümkün görmektedir. Hiç bir toplum asabiyetini oluşturmadan devlet kuramaz, hatta yaşamını bile sürdüremez. Asabiyeti oluşmayan toplumlar en ufak bir zorlama karşısında dağılmaya mahkumdurlar. Asabiyet devlet kurulduktan sonra da önemini yitirmez. Devletin sürekliliği de asabiyete bağlıdır. Asabiyetsiz hiçbir devlet kurulmaz. Devletin kurulabilmesi için maddi ve manevi güç gerekir. Bu ise asabiyetin kendisidir.(20)

Tüm bu açıklamalardan, asabiyetin amacının devlet kurmak olduğu anlaşılmaktadır. Ancak devlet kurulduktan sonra asabiyet eski canlılığını ve dinamizmini yavaş yavaş kaybeder. İbn Haldun, devletin kurulmasından sonra asabiyetin er geç bozulmaya yüz tutacağını ve hiçbir kuvvetin buna engel olamayacağını iler sürmektedir.(21)




C. ASABİYETİN ÇEŞİTLERİ




1. Nesep Asabiyeti:




Aynı kökten gelen bireyler arasındaki organik bağlılıktır. Bu asabiyet şekli genellikle bozkırlarda yaşayan göçebe toplumlarda görülür. İnsanlarda akrabalık bağı doğuştan vardır. Bu bağ nedeniyle insanlar gayrete gelerek zarara uğrayan ve bir tehlike ile karşılaşan akrabasına yardıma koşar.(22) Göçebe kabilelerin büyümesi halinde, kabilenin ayakta durmasını nesep asabiyeti sağlayamaz. Zira artık kabile büyümüştür ve kabiledeki tüm bireyle aynı soydan gelmemiştir. Bu durumda asabiyetin gücünü koruyabilmesi için nesep asabiyetine dönüşmesi gerekir.




2. Sebep Asabiyeti:




Fındıkoğlu bu asabiyet şeklini şu şekilde açıklamaktadır: "Muhtelif vesile ve suretlerde kandaş çevreye girmiş uzuvların arz ettiği asabiyet"tir.(23) Bu asabiyet şekli göçebe kabilenin yerleşik hayata geçmesiyle oluşur. Yerleşik hayata geçildikten sonra, biyolojik kan bağından doğan nesep asabiyeti ortadan kalkmağa başlar. Onun yerini ideolojiden kaynaklanan asabiyet alır. Yerleşik hayatta bireyleri soy birliği üzerinde tutmak ve yönlendirmek mümkün olmaz. Zira böyle bir toplumda nesepler karışmış durumdadır. Bunun için yerleşik toplumda bu fonksiyonu "din" görür. Bireyler din siyasetinde birbirlerini severler, sayarlar ve böylece toplumsal düzen sağlanmış olur.(24)

İbn Haldun`un asabiyet kuramı onun genel felsefesinde önemli bir yere sahiptir. Özellikle toplumsal ve siyasal görüşlerinin temelini "asabiyet kuramı" oluşturmaktadır. İbn Haldun`a göre, devletlerin ortaya çıkışını ve yıkılışını da içeren toplumsal değişmeleri meydana getiren etkenler, her toplumun kendine özgü iç dinamikleridir. Bu dinamikler "asabiyet" (nesep asabiyeti) ve "din" (sebep asabiyeti)`dir. Birbirleriyle sürekli savaş halinde olan göçebe toplumlarda sık rastlanan birinci özellik bir tür sosyal dayanışmadır. Saldırı ve tahrip duygularını hemen harekete geçirebilen bir bağlılık unsurudur. Din ise genellikle yerleşik (medeni) toplumlarda gelişen ruhani kardeşlik duygusundan ve "asabiyet"e göre daha sağlam ve kalıcı bir güçtür. İbn Haldun`un özlemlediği toplumsal yapı, asabiyet ile dinin birlikte varolduğu bir toplumsal yapıdır. Bunun için asabiye`nin güçlü olduğu Arap toplumunun İslam dinini kabul etmesiyle oluşturduğu toplumsal yapıyı ideal olarak kabul etmiştir.




İkinci Bölüm




İBN HALDUN`UN DEVLET GÖRÜŞÜ







1. GENEL OLARAK DEVLET




A. DEVLETİN İÇERİĞİ, ÇEŞİTLERİ VE ORTAYA ÇIKIŞI :




1. Devletin İçeriği ve Çeşitleri:




İbn Haldun`a göre devletin hakikatı, aslı ve içeriği, "insanlar için zaruri bir sosyal kurum" oluşudur. Devletin temel unsuru ise "güç", "kuvvet" ve "otorite" de ifadesini bulan "egemenliktir." Bu unsur, insanın doğasında var olan "gadap" ve "hayvaniyet" (animality)in birer yansıma biçimidir. Buna göre, insanın insanı yönetmesinin ve onun üzerine egemenlik kurmasının psikolojik nedeni gadap, savunma ve galip gelme gibi insan doğasındaki hayvani duygulardır.(25)

İbn Haldun, devlet kuran güç`ün "asabiyet" olduğunu, ancak her asabiyetin bir devlet kuramayacağını, gerçek anlamda devletin (mülk-i tam, mülk-i hakiki) yanlızca, halkı egemenliği altına alan, vergi toplayan, elçiler gönderen, sınırları koruyan ve gücünün üstünde bir güç bulunmayan asabiyete mahsus olduğunu söylemiştir.(26) Ona göre, böyle bir egemenliğe sahip asabiyetin kurduğu devlet tam bağımsız devlettir. Egemenliğe ait yukarıda sayılan bir kısım fonksiyonları yerine getirmeyen devlet ise yarı bağımsız bir devlettir(mülk-ı nakıs) (27).

İbn Haldun ayrıca yönetim biçimleri açısından da bir sınıflandırma yapmıştır. Bunu yaparken yönetim biçimindeki "öz"ün uygulamadaki yasalarla olan bağlantısını belirlemiştir. Çünkü ona göre yasanın türü, yönetim örgüsünün yapısına açıklık getirebilmektedir. Yasaların, her sosyal düzenin özü ve temeli oluşu İbn Haldun`u bu noktaya getirmiştir. İbn Haldun yasaların üç tür altında toplanabileceğini belirlemiş, bundan hareketle yönetim biçimlerini de üçe ayırmıştır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

Mülk-i Tabii: Doğal yönetim (Naturel Royal Outhority). Bu yönetim biçimi zor, güç, baskı ve kişisel arzulara dayanan keyfi bir yönetimdir.(28) Burada "doğal"lıkla vurgulanan, bireyin yapısındaki eğilim, karakter ve diğer doğal isteklerdir. Kendini sevmek, üstünlük veya egemen olma isteği ve bencillik gibi bireysel tutumlara dayalı bir yönetim biçimidir. İbn Haldun`a göre bu tür yönetim tamamen kötüdür.

İbn Haldun`un sözünü ettiği bu yönetim biçimi, günümüzde diktatörlük olarak adlandırdığımız otokratik ve anayasal olamayan yöntemlerdir.

Mülk-i Siyasi: Siyasal Yönetim (Political Royal Outhority). Maddi yararların elde edilmesi ve zararların giderilmesi doğrultusunda aklın buyruklarınca gerçekleştirilen bir yönetim biçimidir. Laik (secular) bir yönetimdir. İbn Haldun`a göre bu tür yönetim eğer dine saygılı olursa iyi, dine saygılı olmazsa kötü bir yönetim halini alır. (29)

Bu yönetim biçimi günümüzün anayasal yapıya sahip demokrasileriyle özdeştir. Bu yönetim biçimlerinde yalnızca maddi planda da olsa- adalet, eşitliğin sağlanması, toplumsal yararın gerçekleştirilmesi amaç edinilmektedir. Toplumsal iradenin belirlediği bir yönetim yürürlüktedir. Bunun için yönetim işleri yerli yerindedir. Bu da toplumun ilerlemesi soncunu doğurabilmekte, yönetimde düzenliliği gerçekleştirebilmektedir. Bütün bunlara karşın bu yönetim biçimi de maddecidir. Yalnızca maddi çıkarlar gözetilmekte, manevi çıkarlar dikkate alınmamaktadır.

Hilafet: İnsanların maddi ve manevi çıkarlarının yönetilmesidir. Hilafet, dinin korunması ve dünyanın dini kurallara göre yönetilmesi için şeriat sahibi olan peygamberlere vekalet etmektir. (30) İbn Haldun burada "mülk" kelimesini kullanmaz. Çünkü hükümdarlık anlamına gelen "mülk" kelimesinde krallık ve saltanat anlamı vardır. İbn Haldun`a göre hilafet, her iki yönetim biçiminin karşısında halkın hem maddi, hem de manevi çıkarlarını koruyup geliştiren yönetim biçimidir.




2.Devletin Ortaya Çıkışı:




İbn Haldun devletin, göçebe toplum yapısından yerleşik toplum yapısına geçiş ile ortaya çıktığını savunmaktadır. Ona göre göçebe toplumlarda devlet yoktur. Oysa yerleşik toplumlarda siyasal örgütler kurulmuş ve devlet aşamasına gelinmiştir. Göçebe toplumların devleti meydana getirmelerinde, ihtiyaçların karşılanması, dıştan gelen tehlikelere karşı korumak ve bunlara benzer doğal zorunluluklar etken olmuştur. (31)




B. DEVLETİN GEREKLİLİĞİ




İbn Haldun devletin gerekliliğini iki nedenle açıklamaktadır. Bunlar:

Devlet, insan için doğal bir zorunluluktur. Devletin kurulması sosyal hayatın bir gereğidir. İnsan, yaşamak ve varlığını devam ettirebilmek için, yani ihtiyaçlarını karşılamak için bir araya gelmek ve hemcinsleriyle yardımlaşmak zorundadır. Bu zorunluluğun karşılanması ancak devletin varlığı ile mümkündür (32).

İnsanlar, bir araya gelmeleri ve dayanışma içine girmelerinden sonra birbirinin saldırganlığından korunmak için yasakçıya (devlete) muhtaçtırlar. İnsanların birbirine yönelttikleri saldırıları engelleyen bir güç olmadan güvenlik içinde yaşamaları imkânsızdır. Devlet olmadığı taktirde onları bu saldırılardan kimse koruyamaz. Dolayısıyla devletin varlığı zorunludur (33).




C. DEVLETİN GÖREVLERİ




İbn Haldunun, devletin görevlerini son derece geniş tuttuğu, "sosyal devlet" anlayışına uygun bir şekilde her alanı devletin faaliyet, gözetim ve denetimi altına aldığı görülmektedir. Bu devlet, tüm korunmaya muhtaç kesimlerin koruyucusu, kendini tüm halkın refah ve mutluluğunu sağlamakla görevli sayan devlettir. Bu yaklaşım içerisinde İbn Haldun sağlık ihtiyaçlarını karşılamak, ülkeyi imar etmek, din işlerini düzenlemek, eğitim hizmetini sunmak, halkı kötülüklerden alıkoyup iyiliğe yöneltmek, yiyecek ve içecek maddelerinin temiz ve sağlığa uygun olup olmadıklarını denetlemek, ticari faaliyetleri denetlemek ve bunlara benzer diğer hususları yerine getirmeyi devletin görevleri arasında saymıştır (34).




II. DEVLETE İLİŞKİN KURAMLAR




A.TOPLUM SÖZLEŞMESİ KURAMI




İbn Haldun, insanın toplumsal bir varlık olduğundan ve bu özelliği dolayısıyla toplum içinde yaşama zorunluluğundan bahsetmiştir. Karşılaştığı ihtiyaçları yalnız başına giderebilmekten, varlığını kendi gücü ile devam ettirebilmekten uzak olan insan için toplum hayatı bir zorunluluktur (35). Bu hususu İbn Haldun şu şekilde ifade etmektedir: "İnsanların bir arada toplanmaları sırf geçinmelerini sağlamak ve nefislerini korumak içindir." (36). Demek ki toplumları oluşturan bireyler yardımlaşmak, dayanışmak ve birbirlerini korumak için kendi aralarında bir "sözleşme" yapmışlar. Bu sözleşmeden sonra bireyle kendilerini bir takım örfi kurallara bağlamışlar. Bu noktaya gelen toplum asabiyeti sayesinde devletin temelini atmışlardır.

İbn Haldun, islam tarihinin devlet anlayışının temelini oluşturan "Biat" kavramı üzerinde önemle durmuştur. O`na göre bu kavram toplum sözleşmesi kuramının temelini oluşturur. Biat, itaat etmeye söz vermekten ibarettir. Bir Emir`e biat eden kimse kendi ve bütün müslümanların işlerini ve idaresini ona teslim edip, bu gibi hususlarda onunla çekişmeyeceğine ve her türlü emirlerine itaat edeceğine söz vermiş olmaktadır (37). Bu durum bir çeşit toplum sözleşmesidir.




B.ORGANİZMACI DEVLET KURAMI




İbn Haldun, yaşadığı devrin siyasal istikrarsızlığının etkisi altında kalarak yaşadığı devirde doğan, büyüyen ve gelişen devletlerin bir süre sonra varlıklarını kaybettiklerini ve yerlerine yenilerinin kurulduklarını gözlemleyerek, bu gözleminden insan organizması ile devlet arasında bir benzerliğin var olduğunu ortaya koymuştur. İbn Haldun`un insan organizması ile devlet arasında bu benzerlik kendisini, insan organizmasında olduğu gibi devlette de hiçbir gücün yıkılmayı önleyemeyeceği sonucuna götürmüştür. Her toplumun olduğu gibi, toplum hayatının siyasal biçimini ifade eden devlet de canlı varlıkların bağlı bulundukları bir kanuna tabidir. Yani devlet de canlı varlıklar gibi doğar, gelişir, büyür, yaşlanır ve nihayet varlığını kaybeder (38).




C. TAVIRLAR KURAMI




İnsan ömrüne benzer bir hayat geçiren devlet, aynı zamanda onun büyüme, genişleme ve çökme devirlerini de geçirecektir. İbn Haldun bu devrelere " siyasi toplumun geçireceği tavırlar " ismini veriyor ve bu tavırları şöyle ayırıyor:

Birinci tavır, "zafer tavrı"dır. Henüz siyasi iktidarda mutlakiyet meydana gelmemiştir, asabiyet devam etmektedir. (39)

İkinci tavır, "istibdat tavrı"dır. Sebep asabiyeti nesep asabiyetini bir kenara atmış, hükümdarla kabilesi arasında bir ayrılık ortaya çıkmış, mutlakiyet yerleşmiştir. (40)

Üçüncü tavır, "fera tavırı"dır. Bu aşamada medenilik tüm olgunluğunu mimaride, zanaatlarda ve güzel sanatlarda bulmuş, mutlakiyet rejimi huzur devrine kavuşmuştur. (41)

Dördüncü tavır, "sulh tavrı"dır Devlet, öncekilerinin elde ettikleri ile kanaat eder ve diğer devletlerle sulh içinde yaşar. (42)

Beşinci tavır, "israf tavrıdır" dır. Bu tavırda hükümdar, devletin servetini kendi heva ve hevesi için tüketir. Kendisine bağlı olan insanları kaybeder. Devlet müzmin bir hastalığa hastalanır ve nihayetinde çöker. (43)

Düşünürce tüm bu tavırlar, bir tek toplum bakımından öngörülmüşse de gerçekte, göçebe ve yerleşik olmak üzere iki toplumun ilişkilerini aydınlatacak biçimde ele alınmıştır. Esas itibari ile bu teori, göçebe toplumdan yerleşik topluma geçiş süreci olarak karşımıza çıkmaktadır (44). Düşünürümüzün "organizmacı devlet kuramı" ve "tavırlar kuramı", içinde yaşadığı dönemin gerçeklerini yansıtmaktadır. İbn Haldun, gerek tarihi kaynaklardan elde ettiği bilgiler doğrultusunda kendinden önceki çağların, gerekse kendi yaşadığı çağın her türlü istikrarından yoksun siyasi olayların etkisinde kalarak bu kuramları geliştirmiştir. Tarihi bilgilerine ve soyut gözlemlerine dayanarak, kurulan devletlerin bir süre sonra yıkıldıklarını ve yerlerine yenilerinin kurulduğunu tespit eden düşünürümüz, bu tespitten hareketle ki insanın biyolojik yapısıyla devlet arasında bir benzerliğin varlığını ortaya koymuştur. İşte söz konusu kuramlar bu benzerlik temeline dayanılarak geliştirilmiştir.

Her ne kadar düşünürümüzün söz konusu kuramlarının, yaşadığı dönem ve daha önceki dönemler açısından gerçeklik payı yüksek ise de, aynı şeyi günümüz açısından söylemek mümkün değildir. Zira günümüzde varlıklarını devam ettiren bir takım devletlerin günümüzden 100-300 yıl önce kuruldukları bilinmektedir. Bu devletler her ne kadar zaman zaman bazı sarsıntılar geçirmiş ise de varlıklarını bugüne değin devam ettirebilmişlerdir. Ancak burada şunu söylemek mümkündür: İbn Haldun`nun devlete ilişkin ileri sürdüğü görüşleri, günümüzün geri kalmış ülkelerince kısmen doğrulanmaktadır.




III. DEVLET BAŞKANININ ÖZELLİKLERİ




Devlet Başkanlığı konusu İbn Haldun`un önem verdiği konulardan biridir. Zira ona göre devletlerin iyi veya kötü olmaları yöneticilere bağlıdır. Bu amaçla İbn Haldun, ideal devlet başkanlarının bulunduğu "Dört Halife" dönemi ile bu dönemden sonra gelen ve islam peygamberinin "ısırıcı meliklik" diye nitelendirdiği "saltanat" dönemini birbirinden ayırmakta ve bu doğrultuda başkanlığa ilişkin görüşlerini "Halifelik" ve "Hükümdarlık" şeklinde ikili ayrım içerisinde incelemektedir.




A.HALİFELİK




1.Tanımı :




İslam peygamberinin ölümünden sonra müslümanlara başkanlık eden kişiye "Halife", bu kuruma da "Halifelik" denmektedir. Hilafet, islam hukuku kurallarıyla insanları, onların yararına olacak şekilde idare etmektir. İbn Haldun`un tanımında "Dini korumak ve dünya siyasetine uygun olarak idare etmek hususunda şeriat sahibine naiplik etmek demektir" (45), denilmektedir. Bu tanımlardan anlaşılacağı üzere halifelik ancak islam hukuku çerçevesinde yönetilen devlette söz konusu olur. Böyle bir devletin yönetimine İbn Haldun "Dini Siyaset" demektedir. Bunun dışında, yani devlet yönetimine esas teşkil eden kuralların insanlar tarafından konulduğu devletteki yönetime ise "Akli Siyaset" demektedir. Akli siyaseti yöneten kişilere ise "Siyasetçi" demektedir. Ona göre, siyasetçiler hiçbir zaman ideal devleti gerçekleştiremezler (46).




2.Şartlar:




a.İlim: Halife olacak kimse içtihat yapabilecek düzeyde islam hukukunu bilmeli, yani müçtehit olmalı,

b.Adalet: Halife olacak kimse adil olmalı, yani hukuken yasaklanmış şeyleri yapmamalı,

c.Yeterlilik: Kanunları tatbik etme hususunda cüretli, savaşla ilgili zorlukları göğüslemede basiretli, halkı kendisine bağlamaya muktedir, asabiyet ve siyaset konusunda marifet sahibi olmalı,

d.Duyguların ve organların sağlıklı olması: Duyu ve bunun dışındaki organların her türlü kusurdan ve bozukluklardan salim olması gerekir (47).




1.Halifelikten Hükümdarlığa Geçiş:




İbn Haldun halifelikten hükümdarlığa geçişi, birçok tarihsel olayların yorumunda anahtar olarak kullandığı "asabiyet" kavramıyla açıklamaya çalışmıştır. Ailede, kabilede ve toplumda dayanışma ve yardımlaşma olarak tanımladığı asabiyetin, doğal olarak insanları egemenlik kurma noktasına da itebileceğini kabul etmiştir. Ona göre asabiyetin doğal bir olay ve toplumsal bir yasa oluşu gibi, asabiyetin hükümdarlığı doğurması da kaçınılmaz bir gelişmedir (48).

İbn Haldun, asabiyetin doğal bir sonucu olan hükümdarlığın kötülenecek bir kurum olmadığını, bunun tıpkı İslam dini tarafından kötüye kullanılması halinde yasaklanan "gadap" ve "şehvet" gibi bir olgu olduğunu ileri sürmüştür. Nasıl ki dince yasaklanmış şeylerde kullanılan bu sıfatlar meşru ve dince yasaklanmış şeylerde kullanılması halinde gayri meşru oluyorsa, asabiyetin sonucu olan hükümdarlık da aynen böyledir (49). Hükümdarlığın da iki yönü vardır. Bir yönü yanlışa, diğer yönü ise doğruya doğrudur. Yönü yanlışa dönük olan hükümdarlık İslamiyet`in kötülediği bir yönetimdir. Halifelik bu olayla hükümdarlığa dönüşmüştür ve bu dönüşüm de asabiyetin doğal bir sonucudur (50).

İbn Haldun bu dönüşümü açıkladıktan sonra, gelişmeler sonucu gerçekleşen dönüşüme bir de yorum getirmiştir. Buna göre, hükümdarlığa dönüşmüş olmasına karşın hilafetin kalıcı bir "öz"ü vardır. Değişiklik yalnızca "sebep"te ortaya çıkmakta; amaç başlangıçta "din" olmasına karşılık, sonradan bunun yerini "asabiyet" almaktadır. Ama, hilafetin özü ve amaçları devam etmiştir. Çünkü yeni hükümdarlığın da amaçları, dinin gereklerini yerine getirmek, hedefleri gerçekleştirmek ve adaletle hükmetmektir (51).

Bu görüşüyle İbn Haldun, ideal yönetim biçiminin "hilafet" olduğunu, ancak "asabiyetin" doğal bir sonucu olan "saltanat"ın ise kötülenecek bir yönetim olmadığını kabul etmektedir. Saltanatın iyiye kullanıldığında iyi, kötüye kullanıldığında kötü sonuçlar doğurabilecek bir yönetim biçimi olduğunu, bunun dini açıdan eleştirilecek bir yönü olmadığını söylemiştir.

Kanımızca: İbn Haldun`u diğer islam düşünürleri gibi bu şekilde düşünmeye iten temel neden, yaşadığı dönemin ve ortamın siyasal istikrarsızlıklarla dolu oluşudur. Siyasal istikrarsızlığın ve otorite boşluğunun doğurduğu anarşi ve kaos ortamının nelere mal olduğunu tarihi ve ampirik araştırmaları ile çok iyi bilinen İbn Haldun, söz konusu endişelerinden dolayı böyle bir yorum yapmış olduğu düşüncesindeyiz. Ancak aynı endişeleri günümüz açısından taşımak pek doğru olmayacağından İbn Haldun`un görüşlerine katılmamız mümkün değildir.




B. HÜKÜMDARLIK YA DA BAŞKANLIK




1.Tanımı ve İçeriği




Düşünürümüz, göçebe toplumlarda egemen olan "asabiyet" duygusunun zamanla "Hükümdarlık"ı ortaya çıkardığını ve bunun doğal ve kaçınılmaz bir gerçek olduğunu vurgulamıştır. Ona göre, her toplum, insanların birbirine olan saldırılarını önleyecek bir yasakçıya ve hükümdara ihtiyaç duyar. O halde yasakçı ve hükümdar olan şahsın asabiyetle diğer güçlere galip gelmesi ve egemen güç olması zaruridir. İşte bu güç "Hükümdarlık" olarak diğer sosyal iktidarlardan farklı bir iktidardır. Diğer iktidarlarda "zora başvurma" ve "kuvvetli tek elinde bulundurma" olguları yoktur. Oysa hükümdarlık, zorla hükmetmektir (52).




2.Hükümdar ve Asabiyet :




Devletin doğuşunda büyük rol oynayan asabiyet, aynı rolü hükümdar için de oynamaktadır. Asabiyetsiz devlet düşünülemeyeceği gibi, asabiyetsiz hükümdar da düşünülemez. Hükümdarın geleceğine güvenle bakabilmesi için asabiyet sahibi olması gerekir (53).

Bu konudaki düşüncelerini İbn Haldun şu şekilde açıklıyor: "Bir kabilenin içinde çeşitli aileler ve birçok asabiyetler vardır. Bunların içerisinde en kuvvetli olan asabiyet diğerlerine galip gelir, onları kendisine tabi kılar, asabiyetlerin hepsi bu asabiyetin içinde kaynaşır ve büyük bir asabiyet halini alır. Bu asabiyet daha sonra kendisinden uzak olan diğer asabiyetleri de kendisine tabi kılar. Bu durumda yine mağlup asabiyet galip asabiyetle kaynaşır. Artık bu durumdaki asabiyet "Hükümdarlık" peşinde koşar (54). Hükümdar ile asabiyet arasındaki ilişkiyi de şu şekilde açıklıyor: "Asabiyetler birbirinden farklıdır. Her asabiyetin kendisine komşu olan diğer kavim ve aşiretlere tahakkümü vardır. Bundan dolayı her asabiyetin hükümdarlığı yoktur. Gerçek anlamda hükümdarlık halkı kendisine boyun eğdiren, vergi toplayan, elçiler gönderen, sınırlarını koruyan ve gücünün üstünde bir güç bulunmayan asabiyete mahsustur. Hükümdarlığın meşhur manası, hakikati ve mahiyeti budur" (55).




3.Yöneten Hükümdar - Başkan ve Devlet :




İbn Haldun, devlet ile hükümdar arasında çok sıkı bir ilişkki kurmuş, devletin geleceğini hükümdara bağlamıştır. Devletin büyüyüp gelişmesi, olgunluğa ermesi ve halkın yönetiminden hoşnut olup onu desteklemesi hükümdara bağlıdır. Bunun için hükümdarın halkın iyiliğini düşünmesi, onlara karşı yumuşak olması, affedici olması gerekir. Aksi halde halkın devlete karşı olan güveni sarsılır ve devlet yapısı bozulur ve hükümdarlık yıkılır (56).

Hükümdar-Devlet ilişkisinde önemli bir başka nokta da, hükümdarın devleti kuran asabiyete mensup olmasıdır. İbn Haldun`un bu görüşünden, devlet yönetiminde soyluluk esasını benimsemiş olduğu sonucu çıkmaktadır. Ancak onun anladığı soyluluk kan bağından kaynaklanan bir soyluluk değil, sonradan kazanılan bir soyluluktur (57).




IV. DEVLETİN YIKILMASI




A.DOĞAL YIKILMA NEDENİ




Düşünürümüz devletin doğal yıkılış nedenini "Organizmacı Devlet Kuramı" ile açıklamaya çalışmıştır. Gerçekten O, insan organizması ile devlet arasında bir benzerliğin var olduğunu ileri sürerek, bu benzerlikten hareketle insan organizmasının bağlı olduğu doğal kanuna devletin de bağlı olduğunu kabul etmiştir. Nasıl ki insanlar doğar, büyür ve sonuçta ölürse devlet de aynı şekilde doğar, gelişir ve yıkılır. İbn Haldun insanların doğal ömürlerinin 120 yıl olduğunu, bu sürenin yaklaşık olarak devlet için de aynı olduğunu ileri sürmüştür. Yani devletlerin azami ömrü de, insanların azami ömrü olan 120 yıldır. Ona göre hiçbir güç bu doğal ömrün sona ermesini engelleyemez (58).




Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.