Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1832
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10791
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 756
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Görüş bildirebileceğiniz Ana Kategoriler
Anayasal Düzen (154) | Dış Politika (2278) | Ekonomi (234) | Eğitim (91) | Devlet Kurumlarımız ve Memurlar (63) | Adalet (71) | Milli Kültür (522) | Gençlik (27) | Siyasi Partiler ve Siyasetciler (844) | Tarım (147) | Sanayi (13) | Serbest Meslek Mensupları (5) | Meslek Kuruluşları (2) | Basın ve Televizyon (19) | Din (1052) | Yurt Dışındaki Vatandaşlarımız (54) | Bilim ve Teknoloji (13) | Milli Güvenlik (623) | Türk Dünyası (888) | Şiir (77) | Sağlık (185) | Diğer (3429) |

Görüş bildirebileceğiniz Devlet Kurumlarımız ve Memurlar konuları
Devlet kurumlarımız yeniden yapılanmalı mı? (7)
Devlet memurlarımız nasıl olmalıdır? Temel sorunları nelerdir? (8)
Devlet kurumları ile ilgili diğer konular (48)


Devlet Kurumlarımız ve Memurlar - Devlet kurumları ile ilgili diğer konular konusu hakkında görüşler
Dr. Cüneyt Diler - (Ziyaretci) 9.05.2016 20:53:46

İBN-İ HALDUN`DA TOPLUM,DEVLET VE SİYASET KATEGORİZASYONU -2-

B. DİĞER YIKILMA NEDENLERİ




1.Asabiyetin Zayıflaması :




İbn Haldun, asabiyetin devletin kuruluşunda olduğu kadar yıkılışında da büyük önem taşıdığını bildirmiştir. Ona göre, devletin kurulup genişlemesinden sonra, devlet yöneticilerinin medeniyetin nimetlerine dalıp asıl gerekli olan asabiyeti unutmaları halinde devlet zayıflamaya başlar. Asabiyetin zayıflaması ilk olarak hükümdar ile halkı arasındaki ilişkide görülür. Hükümdar, hesabını veremeyeceği davranışlarda bulunduğundan, halkından korkmaya başlar. Bu durum hükümdarı yalnızlığa iter. Yalnızlık ise onu daha da korkutur. Halktan güveneceği kimse kalmayan hükümdar, yönetimi sağlamak için askere yönelir ve onu maddi açıdan doyurmaya çalışır. Ancak askerin ruhu asabiyet ile de doyurulmadığından kısa zaman sonra asker de halka katılır. Böylece asabiyetin her tabakada zayıflamasıyla devlet adım adım çöküşe doğru gider ve kısa bir süre sonra da yıkılır (59).




2.Devlet Yönetiminin Zulmü :




İbn Haldun, devlet yönetiminin iyiliğinin, yönetimi elinde bulunduran kişilerin niceliklerine değil, niteliklerine bağlı olduğunu; buna göre halkın menfaatlerini kollayan, halkı adaletle yöneten yönetimin "iyi" olduğunu; halka korku saran ve onlara zulmeden yöneticilerin yönetiminin ise "kötü" olduğunu söylemektedir. İbn Haldun, devlet yönetiminin zulüm tavrı içinde bulunması halinde halkın devleti savaş alanlarında bırakacağını, devleti yıkmak için isyan edeceğini belirtir. Böyle bir durumdaki devlet de yıkılmaya mahkumdur (60).




3.Mali Yapının Bozulması :




İbn Haldun, devletin doğasının refah ve lüksü gerektirdiğini, bu nedenle devlet yöneticilerinin gün geçtikçe artacağını ve sonuçta bu israflı tutumun gerektirdiği masrafları devlet gelirinin karşılayamayacağını söyler. Bu durum askeri harcamalara yeterince pay ayrılmaması sonucunu da doğurur. Böylece, devlet, askeri yönden güçsüzleşir ve düşman devletlerinin saldırılarına açık hale gelir (61). Devlet yönetiminin israf içinde bulunması, fazla harcamaları karşılamak amacıyla halkın vergi borcunu arttırır. Ayrıca vergi alanlarını da arttırır. Yani her türlü alışverişten, pazarlara giriş çıkışa kadar her alana ve iktisadi faaliyete vergi koyar. Vergilerdeki bu artışlar halkın devlete olan güvenini sarsar. Bu durum birçok esnaf ve zanaatkârın işini bırakması sonucunu doğurur. Bu taktirde vergi yükümlülerinin azalması nedeniyle vergilerde de azalmalar görülür. Vergilerin azalması vergi oranlarının arttırılmasını doğurur. Böylece bu yapı kısır döngü içerisinde devam eder. Sonuçta devlet ekonomik olarak zayıflar (62). Tüm bu durumlar devletin tavırlarının en sonuncusu olan "Beşinci Tavır"ı ifade etmektedir. Böylece bir tavır içerisine giren devletin sonu yıkımdır. Bunu önlemenin çaresi ise yoktur (63).




SONUÇ




İbn Haldun çok yönlü bir düşünürdür. İktisat, siyaset bilimi, tarih ve sosyoloji alanında amprik araştırmalarda bulunmuştur. Ancak düşünürümüzün asıl önemi tarih ve sosyoloji alanında yapmış olduğu çalışmalardan kaynaklanır. Gerçekten O, sahip olduğu geniş bilgi birikimi ve bulunmuş olduğu çeşitli ileri kademedeki devlet memurluğu görevlerinden elde ettikleri tecrübeyi, tarihi araştırmalardan sağladığı verilerle yoğurarak, özellikle sosyoloji alanında gözleme dayalı somut ve orijinal açıklamalarda bulunmuştur. Bu yönüyle İbn Haldun sosyal bilimler alanında büyük bir devrim gerçekleştiren bir düşünürdür.

Düşünürümüzün devlet görüşü de, yapmış olduğu sosyolojik araştırmaların sonuçlarına ve yukarıda belirtilen bir kişiliğe sahip oluşuna dayanmaktadır. Gerçi devlet görüşünde,düşünürün dinsel algılamadan etkilendiği göze çarpmaktadır. Ancak bu etkilenme özellikle devletin yönetimi konusunda sınırlı kalmaktadır. Devlete ilişkin diğer görüşlerinde, (örneğin devletin kökeni, asabiyet ve devletin yıkılması) yapmış olduğu araştırmaların sonuçları daha ağır basmaktadır.

Daha XIV. yüzyılda toplulukları "bedevi-hadari" şeklinde bir ayrıma tabi tutarak, bu toplulukların hukuki ve sosyolojik yapılarını modern sosyologlar düzeyinde açıklamıştır. Asabiyet bağı ile kuvvetli bir yapıya sahip olan bedevi toplulukların zamanla yerleşik hayata geçeceklerini ve asabiyet bağı sayesinde devleti kuracaklarını ileri sürmüştür. Devleti, insanların ortak menfaatlerini ve ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir kurum olarak gören İbn Haldun, devletin kökenini toplum sözleşmesi, devlet kuramı ve tavırlar kavramı ile açıklamıştır.

İbn Haldun, devletin kurulmasında olduğu gibi yıkılmasında da en büyük etkenin "asabiyet" olduğunu ileri sürmüştür. Toplumların ve devletlerin iç dinamiği olan asabiyetin zayıflaması devletin de zayıflaması sonucunu doğurur ve (medeni) hayatın getirmiş olduğu nimetlerden yararlanma da bu sonuç üzerinde çok büyük etkisi vardır. Bu etkinin devlet tarafından önlenmesi mümkün değildir. Çünkü bu, insanın doğup, büyüyüp ölmesi gibi doğal bir sonuçtur.




(1) İbn Haldun`un bilimsel kişiliği için bkz. ÜLKEN, Hilmi Ziya: İslam Felsefesi Ankara 1967, s.228-229 ve ŞİRVANİ, Harun Han: İslam`da Siyasi Düşünce ve İdare (Çev. Kemal Kuşçu). Ankara, s.219-222, ve ADIVAR, Abdullah Adnan: "İbn Haldun", İslam Ansiklopedisi, C.V/II.

(2) ADIVAR: "İbn Haldun", IA. C.V/II., GÖZE, Ayferi, Siyasal Düşünceler ve Yöntemleri, İst, 1995, s.88-89

(3) ÖKTEN Niyazi: Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi, İst. 1988, s.290

(4) İBN HALDUN: Mukaddime (Hazırlayan: Süleyman Uludağ), C.I İst. 1988, s.208

(5) İbid, s.271-273. HASSAN, Ümit, İbn Haldun Metodu ve Siyaset Teorisi, Ankara, 1982, s. 177-190

(6) İbid, s.416; HASAN, age, s.193-195

(7) İbid, s.419-420

(8) ARSLAN, Ahmet, İbn-I Haldun, Ankara, 1997, S. 116-140

(9) İbid, s.103-115

(10) Mukaddime, C.I, s.419-425

(11) ÖKTEM: s.295

(12) Mukaddime, C.I, s.435

(13) İbid, s.431

(14) İbid, s.440

(15)ÜLKEN; age, s.235

(16) STOWASSER, Barbara: İbn Haldun`un Tarih Felsefesi: Devletlerin ve Uygarlıkların Yükseliş ve Çöküşü (Çev. Nermin Abadan-Unat), AUSBFD, C.XXXIX. Sayı: 1-4, In Charles Crozat, Ankara, 1984, s. 175, HASAN, age, s.174

(17) FINDIKOĞLU, Ziyaadin Fahri: İbn Haldun, Amme Hukuku Dersleri C.II. İst. 1946, s.795-796

(18) ÖZBİLGEN, Tarık: Eleştirisel Hukuk Sosyolojisi Dersleri, C.I İst. 197, s.203 HASSAN, age, s.174

(19) ŞİRVANİ: s.225

(20) FINDIKOĞLU: age, s. 802, ARSLAN, age, s.116-118

(21) Mukaddime, C.I, s.480

(22) İbid, s.431, HASAN, age, s.180

(23) FINDIKOĞLU: s.802

(24) ARSLAN, age, s.121-130

(25) Mukaddime, C.I, s.537-542

(26) İbid, s.537

(27) İbid, s. 537

(28) İbid, s.541

(29) İbid, s.541-542

(30) İbid, s.542-543

(31) İbid, s.537

(32) İbid, s.537, SPRINGBORG, Patrica, İbn Haldun ve Yöntetimler Döngüsü, Doğu Batı, Sayı:2, Şubat-Mart-Nisan 1998, s.194

(33) İbid, s.537

(34) İbid, s.607-608

(35) OKANDAN, Recai Galip: Umumi Amme Hukuku, İstanbul, 1966, s.246

(36) Mukaddime, C.I, s.416, SPRINGBORG, a.g.m., s.194

(37) İbid, s.577-578

(38) OKANDAN: s.247-248, ARSLAN, a.g.e., s.140-146

(39) Mukaddime, C.I, s.514

(40) İbid, s.515

(41) İbid, s.515

(42) İbid, s.516

(43) İbid, s.516, SPRINGBORG, a.g.m. s.194-195

(44) ÖZBİLGEN: s.214

(45) Mukaddime, C.I, s.545

(46) İbid, s.541

(47) İbid, s.552-553

(48) RAYYİS, Ziyauddin: İslam`da Siyasi Düşünce Tarihi (Çev: Ahmed Sarıkaya), İstanbul, 1990, s.253

(49) İbid, s.253

(50) Mukaddime, C.I, s.566-568

(51) RAYYİS, s.256-257

(52) Mukaddime, C.I, s.450

(53) HASSAN, a.g.e., s.214-220

(54) Mukaddime, C.I, s.451

(55) İbid, s.537

(56) İbid, s.538-539

(57) ÖKTEM: s.296

(58) Mukaddime, C.I, s.505

(59) ŞİRVANİ: s.227

(60) Mukaddime, C.I, s.539

(61) İbid, s.502-503

(62) İbid, s.698-699

(63) İbid, s.516





Reel-Politiğin İlk Filozofu İbn-i Haldun

Reel-politik; ahlak ve siyaset arasında kesin bir ayırım olduğu varsayımına dayanarak devletin iç ve dış politikasının ahlakî kaygılardan bağımsız bir biçimde, maddî gücünün gereklerine göre uygulamaya konulmasını savunan yaklaşımdır. Bir başka ifadeyle reel-politik, ahlakî ya da dinî her türlü değerin politikadan dışlanması, politikanın mutlak sekülerleşmesidir. Seküler politikada belirleyici olansa ``hak´´ değil, ``güç´´tür. Tabiatıyla böyle bir tavır; aynı zamanda siyasal meşruiyetin kaynağının, ahlak ya da din olmadığının da kabulü demektir&8230; Reel-politik açısından ülke güvenliğini şekillendiren askerî konular birinci dereceden; ekonomik, sosyal konularsa ikinci dereceden ehemmiyeti haizdir. Güvenliğin olmadığı yerde devletin mevcudiyetinden de toplumsal hayatın sürdürülebilirliğinden de söz edilemez. Bu çerçevede reel-politiğin temel ilgi alanı, devletin var oluşuna yönelik tehditlerle mücadele etmek amacıyla geliştirilmesi gereken askeri güç, siyasal etkinlik ve sonuç alabilirliktir. Dâhilî ve haricî siyasal ilişkilerde, özellikle 20. Yüzyılda belirleyici olan reel-politik yaklaşımın, modern siyaset felsefesinin kurucuları sayılan Machiavelli (1469-1527)ve Hobbes (1588-1679) tarafından icat edildiği söylenir ise de doğru değildir&8230; Günümüzde sosyal bilim olarak değerlendirilen tarih, tarih felsefesi, ekonomi, sosyoloji ve benzeri disiplinlerin kurucusu nasıl İbn-i Haldun (1332-1406) ise reel-politik yaklaşımın mucidi de İbn-i Haldun`dur&8230;

Toplumları; ``bedevi´´ ve ``medeni´´ olmak üzere ikiye ayıran İbn-i Haldun, yönetim tarzlarını da ``riyaset´´ ve ``mülk´´ şeklinde tanımlar&8230; İbn-i Haldun için toplumsal hayat, insanların maişetlerinin temini ve tabiata karşı kendilerini savunmalarının nasıl zorunlu bir sonucu ise siyaset, yani devlet de toplu halde yaşayan insanların birbirlerine karşı korunmaları ihtiyacının zorunlu bir sonucudur. Her ne kadar insanlar yaratılış itibariyle kötülükten ziyade iyiliğe mütemayil iseler de onların tabiatlarında başkalarına kötülük etme, başkalarının haklarına tecavüz etme temayülü de vardır ve tecrübe yoluyla kazanılan ikinci tabiat daha ziyade kötülüğe temayül yönündedir. Siyasî otorite ve siyasî otoritenin toplum üzerindeki hakimiyeti tesis edilmediği taktirde insanların birbirlerine zarar vermeleri kolay kolay engellenemez. Dolayısıyla hem toplumsal hayatın emniyeti ve muhafazası için hem de insanlar arasındaki ilişkilerde adaletin tesisi için siyasî otoriteye, devlete ihtiyaç vardır. Devlet ise yalnızca güç ile kaimdir.[1]

İbn-i Haldun`a göre, siyasî otoritenin, devletin ortaya çıkışını sağlayan temel faktör, kurucu öge &8216;asabiyet`tir. Asabiyet, ``bedevi umran´´da insanların birbirleriyle yardımlaşma ve dayanışmalarını sağlayan ``grup şuuru´´, yani mensubiyet duygusudur. Bedevi umranda asabiyetin yönetime yansıma tarzı da &8216;riyaset`tir. Riyaset, aynı kabileye mensup insanlara bir nevi rehberlik demek olup, riyaset makamı verdiği hükümleri kendisine tabi olanlara baskıyla, zorla tatbik etmez. Bu durum riyaset makamının başının yani reisin saygınlığının herkes tarafından kabul edilmesinden kaynaklanır. Reis, ``eşitler arasında birincidir.´´[2] Ancak, reisin aynı kabile içerisindeki en güçlü gruba mensup olmasının da bunda katkısı vardır. Çünkü ister ``bedevi toplum´´ isterse ``medeni toplum´´ olsun, ``siyasi otoriteye ihtiyaç duyulan her örgütlenme biçiminde siyasi otorite güce dayanmak zorundadır´´. Hâkimiyetin tabiatı bunu gerektirir. Riyaset de belli ölçülerde, aynı kabileye mensup farklı gruplardan birinin diğerlerinden daha güçlü olmasından kaynaklanır. Bununla birlikte, bedevi umranda asabiyet sahibi olan gruplara reis olmak, onların soyundan olmayanlar için mümkün de değildir.[3]

İbni Haldun, asabiyet duygusunun tabiatı gereği refahı, şehirleşmeyi, kısacası devlet olmayı kendisine hedef edindiği için, kabile içerisinde kurulan siyasi otoriteyle yetinemeyeceği kanaatindedir. Ona göre asabiyet, hedefe ulaşabilmek için kendi dışındaki kabilelerle mücadele etmek ve hâkimiyet alanını genişletmek zorundadır; ta ki refah ve lükse ulaşıncaya ya da devlet haline gelinceye kadar. Hâkimiyet alanı genişleyen galip asabiyet, şayet inkıraz halinde bulunan bir devletle karşılaşır ve o devlet de kendisini savunacak güçten yoksun olursa istila sonucu onu yıkar ve yerine kendi devletini kurar. Yok eğer karşılaşılan devlet inkıraz değil de yükselme aşamasındaysa o taktirde de güçlü devletin emrine girer. Sonuç itibariyle devleti hedefleyen bedevi asabiyet için, İbni Haldun açısından iki ihtimal mukadderdir; ya güçlü bir devletle karşılaşıp ona destek olma ve himayesine girme yoluyla refah ve lükse ulaşmak, ya da zayıf bir devleti ele geçirip, onu tasfiye ederek tam anlamıyla hedefe ulaşmak, yani devlet olmak.[4]

İbn-i Haldun bedevi toplumdaki siyasî otoriteyle medeni toplumdaki siyasî otoritenin farklı özelliklere sahip olduğu kanaatindedir. Şöyle ki medeni toplumsal yapılanmalarda ortaya çıkan devlet, riyasetten çok çok öte bir şeydir. Riyaset belli ölçülerde saygıya dayalı bir siyasî otoriteyken, ``devlet´´ tamamen güç ve baskıya dayanan bir siyasî otoritedir. Devletin güç ve baskıya dayanan bir otorite olmasının sebebi toplumun medeni tabiatından kaynaklanmaktadır. Medeni toplumun geniş coğrafyasının muhafazası da kalabalık nüfusun yaşadığı büyük şehirlerin asayiş ve emniyeti de refah ve lüks sonucu belli ölçülerde ekonomik bireyciliğin ön plana çıktığı bir toplumsal aşama olmasından ötürü, ahlakî yozlaşmaya uğrayan insanların zapturapt altında tutulması da sadece güç ve baskıyla mümkün olmaktadır. Kısacası İbni Haldun&8216;un tespiti, real dünyada gücün, maalesef hak olduğudur.

İbn-i Haldun; güç temelli reel politik düşüncesini bir başka açıdan da şu şekilde ifade etmektedir: Asabiyete ve güce istinaden kurulan her devletin mutlaka bir hukuk sistemi olacaktır, ancak bu hukuk sisteminin dinden kaynaklanma zorunluluğu yoktur. Siyasî otoritenin asayişi ve emniyeti tesis için uyguladığı hükümler, din kaynaklı olabileceği gibi, sadece akla dayanarak ortaya konulmuş hükümler de olabilir. Siyasal hayatın sürdürülebilirliği dine değil, hukuk sisteminin varlığına bağlıdır. İdealitede din gerekliyse de realitede gerekli değildir. Rasyonel siyasetin de iki türü vardır. Birinci tür siyasette halkın, toplumun menfaatleri devletin önünde tutulur, yani toplum devlet için değil, devlet toplum içindir ki filozofların medine-i fazıla dedikleri siyaset işte budur. İkinci tür siyasette ise devletin, daha doğrusu iktidar kadrolarının menfaatleri halkın, toplumun önünde tutulur, yani devlet toplum için değil, toplum devlet içindir ki bu da filozofların tiranlık dedikleri tarzdır. İkinci tür siyasette, devlet asıl olduğundan, şiddet ve baskı yoluyla toplumu şekillendirmek devlet için kaçınılmazdır. Hangi dine mensup olduklarını iddia ederlerse etsinler, yeryüzündeki devletlerin, birkaç istisna dışında hemen hepsinin, halkı idarede esas aldıkları siyaset, maalesef ikinci tarz siyaset olmuştur.

İbn-i Haldun rasyonel siyasete ilişkin kanaatlerini şu şekilde detaylandırır: Rasyonel siyasete dayalı olarak tatbik edilen hükümler, umumiyetle zulmü ve haksızlığı içerir. Devlet güce, kuvvete bağlı olarak kurulduğundan, umumiyetle yürütmeye esas olan kanunlar da siyasî otoritenin isteği doğrultusunda şekillenir. Ancak, zorla gerçekleştirilen egemenliğin neticeleri, şüphesiz halkı kendilerinin tasvip etmediği yönlere sevk etmeye çalışacağından, insanlarda kaçınılmaz bir şekilde hoşnutsuzluk yaratır. Bu durumda devlete itaat etmek de kaçınılmaz olarak güçleşir. Bu yüzden, halk tarafından kabul edilen ve gönüllü olarak boyun eğilen kanunlara müracaat etmek istikrar için gereklidir. Eğer devlet gönüllü olarak kabul edilen kanunlardan ya da hukuka müteallik dinî naslardan uzak durursa tam anlamıyla istikrarlı bir düzene kavuşamaz. Dolayısıyla halkının rızasını dikkate almayan siyasî hükümlere, yani rasyonel siyasete dayanan devlet yönetimi, ideal ölçülerde iyi bir yönetim biçimi olamaz.[5] Şüphesiz İbni Haldun`un bu görüşleri, olması gerekene yönelik temennilerini yansıtmaktadır. Real anlamda dinin zorunlu olmadığını bilahare kendisi de söylemektedir. Bunun içindir ki o, bazı İslam düşünürlerinin din temelli bir kurum olan nübüvvetin, yani peygamberliğin rasyonelliğini ispatlamaya çalışarak, siyasi otoriteyi dinden kaynaklanmak zorundaymış gibi değerlendirmelerini isabetli görmez. Daha doğru bir tanımlamayla, toplumsal hayatın var olabilmesi için dinin zorunlu olduğunu ileri sürmeyi doğru bulmaz. İbni Haldun`a göre toplumsal hayat ve düzen, din ve dinî otorite olmaksızın da pekâlâ mümkündür. Siyasî otoritenin ihdas ettiği hükümler, kanunlar veya insanları bir arada tutan grup şuuru asabiyet, toplumsal hayat ve düzen için temelde yeterli bir faktördür. Zaten, yeryüzünde herhangi bir dine veya peygambere tabi olan toplumlara nazaran, olmayanlar çoğunluktadır. Herhangi bir dine veya peygambere tabi olmayan insanların yeryüzünde yaşayan nüfusun çoğunluğunu teşkil etmeleri bir yana, devletler ve medeniyetler kurdukları da apaçıktır. Siyasal bir otorite olmadığı taktirde toplumsal hayat da devlet de medeniyet de imkânsızdır fakat herhangi bir dine veya peygambere bağlı olunmadığı taktirde bütün bunların imkânsız olacağı ispat edilemez.[6] Şüphesiz; İbni Haldun`un burada üzerinde durduğu husus, dinin veya peygamberliğin lüzumsuzluğu değil, dünyevî anlamda toplumsal ve siyasal bir hayat için zorunlu olmadıkları; din ve toplumsal hayat veya din ve siyasal hayat arasında, bazı İslam düşünürlerinin iddia ettikleri gibi rasyonel veya real zorunlu bir bağın yokluğudur. Toplumsal hayat için tabii ve zaruri olan sadece ve sadece siyasal otoritenin mevcudiyetidir. Herhangi bir toplumda dine dayanarak düzen ve emniyet tesis edilebileceği gibi, din dışı siyasal bir otoriteye ve o otoritenin ihdas ettiği kanunlara dayanarak da pekâlâ tesis edilebilir.

İbn-i Haldun; toplumsal hayatın varoluş şartı olarak meseleyi bu şekilde temellendiriyor ise de ahlak hukuk ve özgürlük açısından, dini dikkate alan ve almayan toplumsal-siyasal pratikleri mukayese ettiğinde, dini dikkate almayan toplumsal-siyasal pratiklerin ahlaka, hukuka ve özgürlüğe pek fazla ehemmiyet vermediklerini ve veremeyeceklerini bu anlamda salt seküler bir hayatın, devletin istikrarsızlığına azami katkıyı sağlayacağını da belirtir. Ona göre; ``Hukuku, zorbalık ve güç üstünlüğüne dayanan, öfkesi burnunda mizacın gelişimine yol açan devlet, elbette adaletsiz ve müstekbirdir. Siyaset felsefesinin de katılacağı gibi bu durum ahlak nazarında kınanmaya müstahaktır. Zira o, Allah`ın nurundan yoksun spekülasyonların ürünüdür&8230; Halkın hem maddî hem de manevî çıkarlarını gözeten ve İslam`ın hakiki uygulamasına dayanan devlet, yegâne mükemmel devlet olarak kabul edilmelidir.´´[7] Ancak reel durum ne yazık ki farklıdır. Kısacası tercih noktasında İbni Haldun` un İslam kaynaklı bir siyasal anlayışı benimsediği muhakkaktır fakat onun göstermeye çalıştığı husus real dünyada siyasetin din ekseninde değil, güç ekseninde tezahür ettiğidir.[8] İbni Haldun`un burada vurgulamak istediği şey, salt seküler bir hukuk anlayışının ve dolayısıyla da ona istinat eden devletin kural ve kaidelerinin insanlar tarafından kolay kolay içselleştirilemeyeceğidir. Şüphesiz dinin ya da ahlakın dikkate alınmadığı yapılanmalarda toplumsal ve siyasal ilişkiler, salt dünyevî, seküler bir takım hedeflere endeksleneceğinden, bu nevi hedefler kaçınılmaz biçimde rekabetlerin ve ihtilafların kaynağına dönüşecektir. Rekabetin ve ihtilafların hakim olduğu ilişkilerde ise insanları birleştirmek ve kaynaştırmak, yani toplumsal entegrasyon hayli zor olacaktır. Hakikati halde toplumsal dayanışmayı sağlayacak yegâne güç dindir. Dinin teklif ettiği toplumsal ilişki biçimlerinde nihaî hedef, bireysel ve toplumsal maslahatlara birlikte riayet ederek bütün insanlar için hem dünyevî hem de dünya ötesi mutluluğu sağlamaktır. Ancak dünyevi pratik daha ziyade, siyaset tarafından dinin dikkate alınmadığını göstermektedir. Dolayısıyla; İbni Haldun yapmış olduğu bu mukayeselerde din kaynaklı siyasetin toplumsal hayat için daha uygun olduğunu belirtiyor ise de bu yaklaşım, ona göre nübüvvetin ve din kaynaklı hukukun zorunlu olduğu ya da aklın, bir peygamber tarafından va`z edilen emir, inanç ve faziletleri ispatlayabileceği anlamına gelmemektedir. İkisi birbirinden tamamen farklı şeylerdir.[9] İbni Haldun&8216;un vurgulamak istediği husus işte budur.

Rasyonel siyaset çerçevesinde halkın, toplumun menfaatlerini ön planda tutan devletin fonksiyonlarına gelince: Günümüz siyaset literatürünün diliyle konuşacak olursak İbn-i Haldun açısından devletin fonksiyonları; iç güvenliğe yönelik adalet, savunmaya yönelik askeriye-hariciye ve bayındırlığa ve kamusal ihtiyaçlara yönelik maliyeden ibarettir. Onun ifadeleriyle, devletin birinci ve en temel fonksiyonu şüphesiz adaletin tesis edilmesidir. Ülkenin bayındır ve mamur hale gelmesinin yegâne yolu, toplumda adaletin tesis edilmesinden geçer. Adalet, halk arasına konulmuş olan bir terazidir. Devlet, teraziye ve ölçüye nezaret etmekle mükelleftir. Devletin ekonomik faaliyetlerde bulunması, terazinin ve ölçünün bozulmasının başlıca sebebidir. Devletin ekonomik faaliyette bulunduğu sahalar neticede siyasî otoritenin yandaşları için birer arpalığa dönüşür. Vergi sistemi bozulur. Devlete sırtını dayayanlar vergi ödemez. Devlet de buna göz yumar. Devletten bağımsız çalışan vergi mükellefleri haksızlığa maruz kalırlar. Dolayısıyla dürüst girişimcilerin ekonomik faaliyetleri sekteye uğrar. Bunun sonucu olarak da ülkenin bayındırlaşması engellenmiş olur. Neticede de toplumun düzeni bozulur. Devletin asli fonksiyonlarının dışına çıkması, kaçınılmaz olarak halka yönelik bir zulme dönüşür. Şüphesiz, zulümden kasıt, devletin insanlara zulmü olup, ``umran´´ı yani toplumsal hayatı tahrip eden de budur. İnsanların birbirlerine zulmü asıl zulüm olamaz. Çünkü devlet istediği taktirde, insanların zulmüne mani olmaması mümkün değildir. Zulmün kaynağı devlet olunca maalesef ona mani olacak bir güç de yoktur. İnsanların mülkünü gasp etmek, onları zorla çalıştırmak, mükellef olmadıkları şeyleri onlardan istemek, hukuk harici şeylere mecbur etmek, haksız vergi toplamak, vergileri suiistimal etmek, insanlara haklarını vermemek gibi şeylerin hepsi, devletin aslî fonksiyon alanının dışına çıkmasının sonucu olarak görülen şeylerdir. İbni Haldun, devletten kaynaklanan bütün bu zulümlerin kaçınılmaz olarak devletin inkırazına ve umranın, toplumun çöküşüne yol açacağını ısrarla belirtir. Çünkü devletin ve toplumun bu şekilde fesada uğraması, insan türünün inkıtaa uğramasına da sebep olur. Hâlbuki ``Devletin varlık nedeni, halkın muhafazasına yönelik beş vazifeyi yerine getirmektir. Bu beş vazife de insanların hayatlarının, mallarının, akıl sağlıklarının, namuslarının ve hangi türden olursa olsun inançlarının muhafaza edilmesidir´´. Devlet, esasında halk için bir kefalettir. Bu kefaletin maksadı da insanlar arasında adaletle hükmetmektir. Adalet yoksa devlet de yok demektir.

İbn-i Haldun; halkın, toplumun menfaatlerini ön planda tutan rasyonel siyaset açısından devlet ve tebaa ya da fertler arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiği hususunda da şunları söyler: Devlet idaresi, halka yumuşak muamele (rıfk) esasına dayanmalıdır. Devlet, eğer insanlara sert bir şekilde muamele eden, onların mahremiyetlerini araştıran, zulüm ve baskıyı gerekli gören bir otorite olursa toplum üzerine korku ve zillet çöker. Bu durumda da yalancılık, hilekârlık ve benzeri şeyler, insanlarda huy ve karakter haline gelir. Dolayısıyla ahlakî zaafiyet kaçınılmaz olur. Böyle bir devletin ömrü elbette ki uzun sürmez. Oysaki yönetim yumuşak muameleye dayanırsa halk ve devlet tamamen bütünleşir. Böyle olunca da insanlar devletin istikrarı için her şeyi yapar. Zaten iyi idarenin temel özelliği insanların canlarının ve mallarının güvenliğini sağlamak ve geçim şartlarını kolaylaştırmaktır. Böylesi bir siyasal anlayışın gerçekleşmesini İbni Haldun yöneticilerde bulunması gereken bir takım niteliklere bağlar. Ona göre, fazla zeki olan insanların yönetimde bulunmaları halinde yönetilen insanlara yumuşak muamele etmeleri pek nadirdir. Böylesi muamele daha çok vasat düzeydeki insanlar tarafından sergilenir. Fazla zeki olan idareciler, halktan beklenilmemesi gereken şeyleri beklerler. Bu yüzden de halk sıkıntıya düşer. Fazla zeka haksızlık ve tabii olmayan şeylerle birlikte bulunur. İnsanlarda mevcut olan bütün sıfatların, ifrat ve tefrit şeklindeki her iki ucu da zararlıdır. İyi olan her zaman vasat haldir. İbni Haldun bu anlamda siyasetten ve siyasî gidişattan en az anlayan insanların, teorik (dinî, felsefî) ilimlerle uğraşan düşünürler olduğunu, çünkü onların, zihinsel spekülasyonları alışkanlık haline getirmiş olduklarından ötürü, pratik hayatla ve tabii olaylarla fazla ilgilenmediklerini, hâlbuki pratik hayatla ve tabii olaylarla ilgilenmenin siyasette zorunluluk ifade ettiğini belirtir. Bunların aksine halktan olmasına rağmen, sağ duyu sahibi olan insanlar, siyasette her zaman daha başarılı olurlar.[10]

İbn-i Haldun, devletlerin çöküşüne yönelik olarak da şunları söyler: Devletin istikrarı, adaletin tesisine ve insanların zulüm ve baskılarla mezellete düşürülmemelerine bağlıdır. Bir devletin yıkılacağının en açık delili, siyasî otoriteyi elinde tutan insanların çıkar peşinde koşmaya başlamaları, devlet harcamalarını israf derecesinde artırmaları, insanlara zulmetmeleri, kısacası adaletle hükmetmemeleridir. Oysaki insanlara hak ettikleri şeylere göre muamele etmek, herkese hakkı ne ise onu vermek doğruluğun ve dürüstlüğün icabı olup, devletin selameti için gerekli oldukları gibi, haddizatında adalet de budur. Herhangi bir devletin adaletten uzaklaştığı görüldüğünde inkıraza uğraması artık beklenebilir. Adaleti temsil eden insanların ise er veya geç devlete varis olacakları muhakkaktır.[11]

İbn-i Haldun, insanların hukukunu tanımayan, adaletsiz, zalim, otoriter ve totaliter devletlere karşı başkaldırma, ``ihtilal´´e girişme hususunda da şunları söylemektedir: Yaşadıkları toplumda hukukun ve adaletin hâkim olmasını isteyen bazı insanlar, iyiliği emretmek ve kötülükten menetmek üzere zalim iktidarlara başkaldırmış ve ezilen insanları da ihtilale sevk etmiş iseler de iyi netice almalarını sağlayacak kadar güçleri olmadığından, umumiyetle başarıya ulaşamamış, Tanrı`dan sevap umarken vebale girmişlerdir. Çünkü Tanrı, yeterli güçleri olmadığı taktirde, böyle bir şeyi insanlara emretmemiştir. Bunun içindir ki Peygamber, ``Kötü bir hareket gördüğünüzde onu elinizle, buna gücünüz yetmezse dilinizle, buna da gücünüz yetmezse kalbinizle değiştirmeye çalışın.´´ demiştir. Belli bir güce dayanmayan ihtilaller, haklı da olsalar, tasvip edilemezler. Hele hele ihtilale kalkışanların niyeti sadece siyasî iktidarı ele geçirmek şeklinde olur da samimiyetleri de şüphe içerirse önlerine birçok engelin çıkması ve birçok felakete maruz kalmaları da kaçınılmazdır[12]

Devletin kuruluşunu realiteye istinaden izah eden İbn-i Haldun, yıkılışını da realiteye istinaden şu şekilde izah etmektedir: İnsanın tabii ömrüne benzer şekilde devletin de tabii bir ömrü vardır ve devlet de ömrünü muayyen bir takım aşamalardan geçerek tamamlar. Geçilen her aşamaya bağlı olarak toplumun karakteristik özellikleri de değişir. Söz konusu aşamalar da şunlardır:

1- Zafer Devri: Refahı ve devlet olmayı hedefleyerek güçlenen asabiyet, inkıraz dönemini yaşayan bir devletin mirasına konunca zafer devri başlar. Bu aşamada siyasî otorite, yeni mülkler edinmede ve ülkeyi savunmada halk için örnek-lider konumunda olup, asabiyet duygusu henüz devletle halk arasında birliği sağladığından, halka rağmen herhangi bir faaliyette bulunulmaz.

2- İstibdat Devri: Bu aşamada devlet istikrar kazandığından ve devletin nasıl kurulduğu da insanlar tarafından unutulduğundan, siyasî otorite devleti kuran asabiyete ihtiyaç duymamaya ve artık otoritesini kurucu kadrolarla paylaşmamaya başlar. Onları tasfiye ederek yerlerine, kendisine bağımlı yeni bir güç, paralı ordu ve devlet işlerini yürütecek bürokratik bir kadro teşkil eder. Devlete bağlılık, itaat ve sadakat yeni kadrolar için dinî bir inanç haline dönüşür. Bu yeni kadrolar, mevcut iktidarın devamı için din adına cihat ediyorlarmış gibi savaşırlar. İşte bu yüzden devlet, kurucu kadrolara ve kurucu ruha ihtiyaç duymaz. Çünkü yeni kadrolar, mevcut iktidara itaati, Tanrı`dan gelen ve aksi düşünülemez bir emir olarak telakki ederler. Mevcut iktidarın muhafazası dini bir inanç haline dönüşünce, devleti kuran asabiyetin yerini devlet ideolojisini paylaşan, fakat kurucu asabiyete mensup olmayan kadroların alması işin tabiatı gereğidir. Kurucu zihniyeti tasfiye hareketi de kaçınılmaz olarak istibdada dönüşür.

3- Refah ve Sükun Devri: Bu devir, siyasî otoritenin hasılatı topladığı dönemdir. Bu aşamada refahın çeşitli tezahürleri; saraylar, binalar, su kanalları, köprüler, bağ-bahçe, lüks kabilinden yiyecek, içecek, giyecek gibi şeyler kendilerini gösterirler. Yeni yeni sanatlar, uzmanlık alanları gelişir. Bedevilerin medenileri taklit etmeleri kaçınılmaz olduğundan, kendileri tarafından yıkılan devlet ve medeniyetler, refah döneminde taklit edilmeye başlanır. İbni Haldun, toplumların bir diğerini taklit hadisesini savaştaki galibiyetten ziyade medeni aşamada olup olmamakla açıklamaktadır. Şayet, savaşta galip gelen toplum, medeniyet itibariyle daha üstün ise bu durumda yenilen tarafın galip tarafı taklit edeceğini belirtmekte ve sebep olarak da şunu göstermektedir: İnsanlar herhangi bir mücadelede kendilerine galip gelen tarafta mutlaka bir takım üstün özellikler bulunduğuna inanırlar. Öyle ki, kendilerinin de bu türlü mücadelelerde galip gelebilmeleri için onlara benzemeleri gerektiğini zannederler. Neticede de galip tarafın örf, adet, gelenek, görenek, kılık, kıyafet, yeme içme ve benzeri bütün özelliklerini taklit etmeye başlarlar. Halbuki keramet galibiyette değil, medeniyettedir. Yeni kurulan devletin galip olmasına rağmen, geçmişteki devlet ve medeniyetleri kaçınılmaz olarak taklit etmesi bunun en açık delilidir. İşte bunun için yeni kurulan devlet, refah aşamasında geçmiştekilere benzer şekilde vergiler toplayarak gelirlerini artırmaya, planlı şehirleşmeye, her tarafa siyasî otoritenin heykellerini dikmeye, taraftarlarına rant aktarmaya ve ordusuna aşırı ihtimam göstermeye başlar.

4- Barış Devri: Bu dönemde devlet, dahilde kendisine yönelik hiçbir muhalefet kalmadığından emin bir biçimde, mevcut yapıyı muhafaza için dışardan gelebilecek tehlikelere karşı önlemler almaya ve komşu devletlerle barış antlaşmaları yapmaya başlar.

5- İsraf ve Yıkım Devri: Bu aşamada devlet, gücüyle orantılı olan tabii sınırlarına ulaşmış olup, onun ötesine artık geçemez. Tıpkı belli merkezlerden çıkan ışığın çevreye yayıldıkça zayıflamasında veya içine taş atıldığında gittikçe genişleyen su yüzündeki daireler gibi, merkezde güçlü olan siyasî otorite, sınırlara doğru zayıflamaya yüz tutar. Ayrıca siyasî otorite, devletin bütün imkânlarını taraftarları ve kendisi için savurganlık derecesinde harcamaya başlar. Ehliyet gerektiren işleri, liyakatsiz insanlara arpalık olarak sunar. Vergiler ve borçlanmalar yüklü bir şekilde artırılmasına rağmen, devlet harcamaları yine de karşılanamaz. Adalet suiistimal edilir. Devletin hemen her kurumu iyiden iyiye dejenere olur.[13]

İbn-i Haldun`a göre devletin çöküşe yüz tuttuğunun emareleri öncelikle devletin üzerine bina edildiği iki temel kurumda kendini gösterir. Bu iki kurumdan biri askeriye, diğeri de maliyedir. Devletin savurganlık düzeyindeki harcamaları, bir taraftan maliyeyi dejenere ederken, diğer taraftan da askerî harcamaların kısılmasıyla devleti muhafaza eden gücü, yani askeriyeyi zaafa uğratır. Ayrıca, refah ve lüks sebebiyle devlete mutlaka rüşvet, görevi suiistimal, gibi bir takım ahlakî olmayan hastalıklar da arız olur. Bu durumun tedavisi veya ortadan kaldırılması mümkün değildir. Çünkü bu bir tabii hadise olup, değiştirilmesinin imkânı yoktur.[14] Bu noktaya gelindiğinde, artık devlet gücünü yitirmiş ve yıkılmaya yüz tutmuştur. Neticede ya komşu olan devletler kendisine saldıracak ya da içerden yükselen yeni bir ``asabe´´ (yeni kadro) iktidarı ele geçirecek ve böylelikle bir devlet yıkılıp, yok olurken, başka bir devlet kurulmuş olacaktır. Zira canlılar gibi devletlerin de tabii ömürleri vardır. Onlar da doğarlar, büyürler, gelişirler, yaşlanırlar ve ölürler. Sonuçta da Tanrı`nın yaratılan her şey için takdir etmiş olduğu mukadder ölüm, devlete de tatbik edilmiş olur.[15]

Özetlemek gerekirse: İbni Haldun; Charles Issawi`nin dediği gibi, günümüzde sosyal bilim olarak değerlendirilen tarih, tarih felsefesi, ekonomi, sosyoloji ve benzeri disiplinlerin kurucusu olmasına rağmen bilinmeyip, kendi ülkesinde ve diğer ülkelerde hak ettiği itibarı göremeden, beş asır boyunca nasıl ``ümmetsiz bir peygamber´´ olarak kalmışsa[16] real politik hususunda da öyle kalmıştır. Çığır açtığı birçok alanda İslam dünyasında nasıl halefsiz kalmışsa real politik alanında da maalesef halefsiz kalmıştır. Oysaki beş asır önce ileri sürdüğü düşünceleri, bugün dahi geçerliliğini koruyan değerde düşüncelerdir.

[1] İbn-i Haldun, Mukaddime, C. I., II., Çev., S. Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, 1983.

[2] Erwın I. J. Rosenthal, Ortaçağda İslam Siyaset Düşüncesi, Çev., A. Çaksu, İz Yay., İstanbul, 1996.

[3] İbn-i Haldun, a. g. e., C. I., ss. 435-436.

[4] İbn-i Haldun, a. g. e., C. I., ss. 450-452.

[5] İbn-i Haldun, a. g. e., C. I., ss. 541-542.

[6] İbn-i Haldun, a. g. e., C. I., ss. 273-275.

[7] H. A. R. Gibb, İslam Medeniyeti Üzerine Araştırmalar, Çev., K. Durak, vd., Endülüs Y., İstanbul, 1991, s. 190.

[8] Ziyaüddin Serdar, İslam Medeniyetinin Geleceği, Çev., D. Aydın, İnsan Yay., İstanbul, 1986, s. 201.

[9] Muhsin Mehdi, ``İbn-i Haldun´´, Çev., Y.Z. Cömert, İslam Düşüncesi Tarihi, C. 3. İnsan Yay., İstanbul, 1991, ss. 183-203.

[10] İbn-i Haldun, a. g. e., C. II., ss. 1302-1305.

[11] İbn-i Haldun, a. g. e., C. I., ss. 458-461.

[12] İbn-i Haldun, a. g. e., C. I., ss. 488-489.

[13] İbn-i Haldun, a. g. e., C. I., ss. 414-416.

[14] İbn-i Haldun, a. g. e. C. I., s. 721.

[15] İbn-i Haldun, a. g. e.. C. I., ss. 503-505.

[16] Charles Issawi, An Arab Philosophy of History, The Darwin Press Inc, Princeton, 1987.





İBN-İ HALDUN`DA DEVLET ANLAYIŞI




İbni Haldun bugünkü sosyolojik anlayışa uygun olarak toplum ve devleti birbirinden ayrı varlıklar olarak ele alır. O`na göre cemiyet, insanların birbirine muhtaç olması gibi, doğal bir zorunluluktan doğduğu halde, devlet, ferdi diğer fertlerin saldırı ve zulmünden korumak için kurulmuş bir kurumdur. Kişinin silahları onu yabani hayvanlara karşı korur. Fakat o, aynı silaha sahip kendi cinsine karşı ne yapacaktır? Bu durumda toplum düzenini sağlayan hükümlere ve kanunlara ihtiyaç vardır. İnsan için kendi cinsinden bir yasakçıya sahip olma ve ona uyma da bir zorunluluk olmuştur. İbi Haldun`a göre; toplu halde yaşıyan arı ve çekirgelerde hükmetme ve emre uyma özelliği görülürse de, bu tamamen bir içgüdünün eseridir. İnsanlardaki ise aklın ve onların siyasi kabiliyetlerinin sonucudur.



İbni Haldun; ``Mülk´´ kelimesi ile ``Devlet´´ kelimesini Mukaddime`de aynı manada kulanmış gibi görülmektedir. Mülk kelimesi, hükümdarlık, hükümdarlık onuru, hükmetme, yönetme, yürütme karşılıklarını taşımaktadır. Prof. Dr. Ümit Hassan; İbni Haldun`da mülk-devlet ilişkisini şöyle tanımlıyor: Mukaddime`de mülk terimi temel kurumu, temel örgütü belirtmektedir. Zaten İslam kültüründe; din ve devlet, din ve mülk, din ve sultan terimlerinin böyle birlikte olarak sık sık kullanılması mülk ve devlet terimlerinin etimolojik açıdan aynı köke varan yakınlığını ortaya koymaktadır. Mukaddime`de mülk kelimesinden başka devlet kelimesi de geçmektedir.(58)



İBNİ HALDUN`DA DEVLET VE EGEMENLİK İLİŞKİSİ



İbni Haldun, devletin meydana gelişini bir bakıma idare edenlerle idare edilenler farklılaşması olarak izah etmektedir. Devletler, göçebe toplulukların zamanla gelişerek, zenginleşerek yerleşik hayata yönelmeleri ve kendi başlarına siyasi bir teşkilat kurmaları sonucu oluşur. ``Asabiyye´´ bağı kuvvetli, cesur ve savaşçı göçebe cemiyetlerin zengin ve gevşemiş yerleşik cemiyetleri yenip, onların yerlerine geçmeleri sonucu ortaya çıkmaktadır.(59)



İbni Haldun`a göre devletin kurulması hükümdarın ``Asabiyye´´ bağı kuvvetli bir soyun desteğini de gerektirmektedir. Buna karşın, her ``Asabiyye´´ sahibi devlet kurarak hükümdar olamaz. Cemiyeti kendisine boyun eğdiren, vergiler toplayan, kendini saydıran ve sınırları koruyan hükümdar olabilir. İbni Haldun, yazılarında, ``egemenlik´´ kavramına değinmekte, egemenliği içten en üstün otorite, dışarıya karşı da bağımsızlığı gerektirdiğini, devlet için zorunlu bir uygulama olduğunu ortaya koymuştur. İbni Haldun; egemenliğin niteliği ile ilgili bu düşünceleri modern devletin ayırıcı özelliği olarak savunan Jean Bodin`den 300 yüzyıl önce savunmuştur.



İbni Haldun`a göre devlet normal olarak birbiri ile rekabet halindeki değişik kabilelerden birinin diğerine üstün gelmesi ve onları yönetimi altına alması ile başlar. Başlangıçta bu üstünülk yönetici durumuna geçen kabiledeki asabiyye bağının diğer kabilelerden çok daha kuvvetli olmasından ileri gelir. Bu yüzden devlet ilk kuruluş döneminde yabancı bir kuvvet olup, halkı sırf kuvvet ve baskı üstünlüğüne dayanarak idare eder. İbni Haldun`a göre, devlet başkanlığı bir soyda karar kılıp, hükümdarlık düzeni içinde birinden diğerine geçmeye başlayınca insanlar devletin kuruluş safhasını unutur ve onu benimsemeye başlar. Bundan sonra hükümdarlık; o soydan gelenlerin tabii bir hakkı ve onlara boyun eğmenin dini bir görev ve inanç olduğu fikri yerleşir. Toplumda bu inanç yerleştikten sonra, insanlar inançları için savaştıkları gibi devletin ve yöneticilerinin düşmanları için de savaşırlar.



İbni Haldun; devletin kuruluşunda, psikolojik bir etkenin de rolüne işaret eder. İnsan çoğu kere yenilgisinin kuvvet noksanlığı gibi tabii bir sebebe dayandığını kabul etmez. Yenenin üstün niteliklere sahip olduğuna yorumlar. Bundan sonra kişi bütün iş ve haraketlerinde kendisini yeneni örnek alır. Onu kendine model alır. Veya kendisine üstün gelen kimsenin ``Asabiyyet´´ten ve kuvvetten önce mezhep ve mesleğinden ileri geldiği sonucuna varır. Yenilgiye uğrayan kabile kendisini yenen soyun giyim ve kuşamlarını olduğu kadar din, mezhep, örf ve adetlerini de benimser ve ona benzemeye çalışır. İşte bütün bu gelişmelerden sonra, başlangıçta sevilmeyen soy ile halk arasında ``Asabiyye´´ bağını gereksiz kılan yeni bir dayanışma türü oluşur. İbni Haldun`un toplumu bu tür analiz yöntemi günümüzdeki; sosyal psikoloji ve hukuk sosyolojisi yöntemlerine tamamen uygundur. De Facto (fiili) yönetimden De Jure (Hukuki-meşru) yönetmeye geçiş olgusunu 19. yy.ın sosyologları bile bu kadar açık bir şekilde ifade edememişlerdir, dersek İbni Haldun`u abartmış sayılmayız.



İbni Haldun; devletin iki temel üzerinde kurulduğunu, bunların ``Asabiye´´ ve ekonomi olduğunu vurgulamaktadır. Bu iki kurucu unsur devleti yalnızca kurmakla kalmaz, devleti hayatı boyunca etkileyen ve ondan etkilenen güçleri oluşturmaktadır.(60) Ekonomik güç ile ``Asabiyyet´´ arasında sıkı bir ilişki olduğunu, İbni Haldun, Mukaddime`de; ``kazançla, istihsallerin ve çalışmaların azalması ile ``Asabiyyet´´in kaybolması ve neticede acze doğru gidileceği unutulmamalıdır.´´ Satırları ile açıkca belirtmektedir.(61)



İbni Haldun`a göre; egemen olan siyasi iktidara da sahiptir. Ancak belirli bir siyasi iktidara sahip olmak egemenlik kurmak için hükümdarlık etmek yeterli değildir. İktidar; egemenliğin zorunlu koşuludur, fakat yeterli koşulu değildir. Belirli bir iktidara sahip olduğu halde hükümdarlık düzeyine erişememiş örgütlenmelere tarihte rastlanılmaktadır.(62) İbni Haldun, bu durumu eserinde şöyle örnekliyor ``Berberi Hükümdarlarından birçoğu Kayrevan`da Ağleb Oğulları hükümet sürdüğü çağda ve Abbasiler devletinin ilk günlerinde hükümet süren Arap kavminden olmayan İranlı hükümdarlar gerçek manası ile hükümdar değildiler. Çünkü bunların hepsi de devletlere mahsus olan şeyleri yapacak kudrette değillerdir.´´(63)



İbni Haldun, iktidar olmak için; ``uyruklarına boyun eğdirme´´ vergi toplama,temsilci heyet yollama, sınırları koruyabilme koşullarınıda yeterli bulmuyor. Siyasi örgütlenmenin nicelik nitelik yönünden belirli bir güce erişmiş olması şartını aramaktadır. Yurdundaki bütün asabiyyetleri yenerek, bu asabiyyet sahiplerini yönetimi altına alamayan ve her muhalif kuvveti ortadan kaldıramayan, kendi egemenliğinin üstünde başka bir kuvvet ve egemenlik bulunan siyasi örgüt, düşünüre göre hükümdarlık değildir. Bu yönetim biçimleri; hükümet süren bey ve eşrafın başkanları olup, başka bir devletin hükmü altında toplanmışlardır. Bu tarz emirlikler (derebeylikler, feodaliteler) memleketi geniş olan devletlerde görülür.(64)



İbni Haldun devletin egemenliği ile ilgili açıklamalarını değişik boyutlarda değerlendirmektedir. Örneğin; egemenlik sahibi mülk ile yalnızca sınırlı bir coğrafi bölgedeki belirli bir grup üzerindeki siyasi iktidar ilişkisini karşılaştırarak; ``gerçek mülk´´ ile ``sınırlı mülk´´ ya da (nakıs mülk) ayrımı ile ifade etmektedir.



İbni Haldun ``nakıs mülk´´ kavramını delvet içi iktidar ve devletlerarası bağımlılık-bağımsızlık ilişkisi bağlamında kullanmaktadır. İbni Haldun`a göre delvet içi iktidarın egemenliğin sahibi hükümdardan diğer bir unsura kaymış ol


Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.