Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1832
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10189
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 756
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Görüş bildirebileceğiniz Ana Kategoriler
Anayasal Düzen (154) | Dış Politika (2281) | Ekonomi (234) | Eğitim (91) | Devlet Kurumlarımız ve Memurlar (63) | Adalet (71) | Milli Kültür (422) | Gençlik (27) | Siyasi Partiler ve Siyasetciler (846) | Tarım (147) | Sanayi (13) | Serbest Meslek Mensupları (5) | Meslek Kuruluşları (2) | Basın ve Televizyon (19) | Din (545) | Yurt Dışındaki Vatandaşlarımız (54) | Bilim ve Teknoloji (13) | Milli Güvenlik (623) | Türk Dünyası (888) | Şiir (77) | Sağlık (185) | Diğer (3429) |

Görüş bildirebileceğiniz Din konuları
Açıklamalar (33)
Görüşler (512)


Din - Görüşler konusu hakkında görüşler
Ömer SAĞLAM - (Ziyaretci) 14.01.2016 23:51:24

Atatürk neden din düşmanı olarak gösterilmektedir?

Atatürk neden din düşmanı olarak gösterilmektedir?
...
Peki bütün bunlara rağmen Atatürk, bazı çevrelerce neden ısrarla din düşmanı olarak
gösterilmektedir? Bunun elbette pek çok sebebi varsa da, bize göre en büyük sebep
inkılaplardır. Zira, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, yarı örfi, yarı şer`i hukukla yönetilen
bir imparatorluğun yerine, laik kimliği ile öne çıkan bir Cumhuriyet kurma azmindeydiler ve
ona uygun olarak da pek çok inkılap ve yenilik hareketi yapmak zorunda kaldılar.
Bu inkılaplar, başka ülkelerle kıyaslandığında her ne kadar Türk halkı tarafından çok kısa
sayılabilecek bir zaman diliminde kabul gördüyse de, en azından bize göre; bunun en büyük
sebebi, halkın bu inkılap ve yenilik hareketlerine teşne olması değil, yönetici kadronun bu
konudaki kararlılığıdır. Şeyh Sait ve Menemen isyanlarında olduğu gibi, dönemin hükümetleri
eğer kararlı olmasalardı ve bu isyanları oldukça şedit bir şekilde bastırmasaydı, inkılapların bu
kadar kısa sürede yerleşmesi herhalde mümkün olmazdı.
Unutulmamalıdır ki; Cumhuriyet rejimi aynı zamanda bir ihtilaldir. Bu ihtilalin adı "Anadolu
İhtilali"dir. Gelin görün ki; Fransız ve Bolşevik ihtilalleriyle kıyaslandığında; Anadolu
İhtilali`ne, kansız ve kavgasız bir ihtilal bile denilebilir. Çünkü, Fransız İhtilalinde on binlerce,
Bolşevik ihtilalinde ise milyonlarca kişi katledilmiştir. Bu sebeple; temelde Cumhuriyet`e ve
Üniter yapıyı esas alan ulus devlete karşı girişilen isyanlara yönelik olarak 1923-1940
arasında yapılan müdahalelerde ölenlerin sayısına bakıldığında; Anadolu İhtilali`ne gerçekten
de çok masum bir ihtilal bile denilebilir.
Dedik ki; Atatürk`ün din düşmanı olarak gösterilmesinin pek çok sebebi varsa da, bize göre en
büyük sebep inkılaplardır. İşte o inkılaplardan bazıları:
1-Saltanatın kaldırılması(1 Kasım 1922)
2-Hilafetin kaldırılması (3 Mart 1924)
Bana kalırsa, Atatürk`e din üzerinden saldıranlar, aslında Türklük üzerinden saldırmak
istiyorlar. Çünkü Atatürk bir Türk Milliyetçisidir ve bu sebeple de Saltanat ve hilafeti
kaldırarak Türklüğü miğfer alan yeni bir ulus devlet yaratmaya çalışmıştır. Gerek Anayasa`nın
başlangıç bölümünde bulunan ve "Dibace" de denilen gerekçesine, gerekse başlangıç
maddeleriyle birlikte diğer birçok maddesine bakıldığında görülecektir ki; Anayasamızda çok
güçlü bir Türklük vurgusu vardır. Bunun başında da devletin "Türkiye Cumhuriyeti" olan adı
gelmektedir.
İhanet şebekelerinin, ısrarla Anayasa`dan Türklükle ilgili kavramları çıkarmak istemelerinin
sebebi de zaten budur. Bunu açıkça zikredemedikleri için şimdilik ille de "Yeni, sivil,
çoğulcu ve özgürlükçü bir Anayasa" diye tutturuyorlar.
Gelin görün ki; toplumun önemli bir kesimi de, tıpkı "12 Eylül darbesini yapanlar
yargılanacak" diyerek 12 Eylül 2010 Referandumunda "EVET" oyu verip TSK`ye kurulan
kumpasa alet oldukları gibi, şimdi de Türklüğün Anayasa`dan çıkarılmasına alet olmaya teşne
gözüküyor. Umarız ki; başta iktidar partisi içindeki milli duyguları yüksek kimi milletvekilleri
olmak üzere; devletimizi yönetenler ve TBMM bu oyuna alet olmazlar.
...
Özetle bir kısım ihanet şebekeleri; Atatürk`e Türklük üzerinden vurmaya henüz cesaret
edemedikleri için şimdilik en kolay ve en genel geçer yol olan din üzerinden vurmayı tercih






ediyorlar. Bu gidişle, çok yakında Atatürk`e Türklük üzerinden de vurmaya başlarlarsa şahsen
ben şaşırmam; lütfen sizler de şaşırmayın...
3-Şeriye ve Evkaf Vekaletinin Kaldırılması ( 3 Mart 1924)
4-Tevhidi Tedrisat Kanunu`nun kabulü (3 Mart 1924)
5- Şapka kanunu ve bazı mesleki kıyafetlerde değişiklik yapılması(25 Kasım 1925)
Bu kanunla birlikte, askeriye, adliye, emniyet ve sıhhiye (hemşireler peçe yerine şapka-kep)
gibi yerlerde çalışan memurlara şapka giyme zorunluluğu getirilmiş, bu kanun, fese, cübbeye
ve sarığa dini anlamlar yükleyen halk tarafından dinsizlik olarak algılanmıştır. Bakınız
gazeteci-yazar Yavuz Bahadıroğlu ne diyor bu konuda:
``Atatürk olmasaydı, biz millet olarak yine var olurduk, ama meselâ bugün giydiğimizi
giymezdik belki... Yabancı kıyafetlere bürünmez, &8216;moda`nın arkasına takılmaz, &8216;Anneler
Günü`, &8216;Babalar Günü`, &8216;Sevgililer Günü` gibi kapitalist mantığın ürettiği &8216;tüketim`
sarmalına düşmezdik´´(1).
Oysa biz biliyoruz ki; Fes`in herhangi bir dini değeri ve Müslümanlıkla alakası yoktur.
Yenileşme hareketleri kapsamında Padişah II.Mahmut tarafından Osmanlı ülkesinde
kullanılması zorunlu kılınmış bir Kuzey Afrika başlığıdır. Tarihi kayıtlarda; II. Mahmut`un
1826 yılında devlet memurları için sarık ve cübbeyi yasaklayarak bunların yerine, fes,
pantolon ve ceket giyilmesini zorunluluğu kıldığı belirtilmektedir. II.Mahmut, yeniçeri
ocağını kaldırınca, onlardan geriye hiçbir iz kalmaması konusunda çaba göstermiştir. II.
Mahmut`un bu çabasını ve niyetini duyan Kaptan-ı Derya Koca Hüsrev Paşa, Tunus`ta
kullanılmakta olan fesi, tayfalarına giydirmiş, İstanbul`a geldiğinde, başlarında fes bulunan
tayfalarıyla birlikte padişahın huzuruna çıkınca, II.Mahmut, fesi çok beğenmiş ve devlet
memurları için eski başlıkların atılıp, yerini fesin almasını emretmiştir. 1832 yılında ise bir
genelge yayınlanarak tüm ordu mensuplarının fes giymeleri zorunlu hale getirilmiştir.
Osmanlı`da fes`in geldiği yer, bilinenin aksine Fas değil, Tunus`tur. Nitekim Falih Rıfkı Atay
da "Çankaya" isimli eserinde "Yeniçerilerin hiçbir hatıra bırakmamak için mezar taşlarındaki
külâhları bile kırdıran İkinci Mahmut, kaptan Hüsrev Paşa`nın kalyoncu neferlerine
giydirdiği Tunus feslerini beğenmesi üzerine halkın da aynı başlığı kullanması için fermanlar
çıkardı..." diyerek bu görüşe iştirak etmektedir. Falih Rıfkı Atay, aynı eserinde "Geçen Dünya
Harbinde Enver, bilhassa sıcak memleketlere giden kıtaları düşünerek, kabalak adlı ve
güneş-siperli başlığı icat etmişti. Bunun adına Enveriye de denirdi.´´(2) diyerek, bir anlamda
kısmen de olsa fesin Cumhuriyet`ten önceki yıllarda yavaş yavaş gündemden kalkmaya
başladığını ima etmektedir(3).

6-Tekke ve Zaviyelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
7-Takvimin değiştirilmesi (26 Aralık 1925).
Tanzimat`a kadar Hicri takvim kullanılırken, Tanzimat`tan sonra Hicri ve Rumi takvim birlikte
kullanılmaya başlanmış, 26 Aralık 1925 yılında çıkarılan kanunla takvim karmaşasına son
verilerek Miladi Takvim kullanılması öngörülmüştür.
8- 1924 Anayasası`nın 2. maddesinde yer alan ``Türkiye Devleti`nin dini İslâm`dır´´ hükmü
çıkarılması, ayrıca milletvekillerinin yeminlerindeki "vallahi" kelimesinin yerine ``namusum






üzerine söz veririm´´ ifadesinin getirilmesi ve yine Meclisin görevleri arasında yer alan
``ahkam-ı şer`iye`nin tenfizi´´ (dinsel hükümlerin yerine getirilmesi) hükmünün anayasadan
çıkartılması (10 Nisan 1928)
9- Uluslararası rakamların kabulü(30 Mayıs 1928)
Arap rakamları yerine latin rakamları kullanılmaya başlanmıştır.
10- Harf İnkılabı(1 Kasım 1928)
Arap harflerinin yerine Latin harfleri kullanılmaya başlanmıştır. Bu durum, mesela Arapçayı
cennet ehlinin dili olarak kabul eden avam tarafından hoş karşılanmadığı gibi, bu inkılabın
geçmişle olan bağlantıyı kopardığına inanan bazı aydınlarca da hoş karşılanmamıştır.
Harf inkılabına kaşı çıkan aydınlara göre; özellikle temel dini eserlerin genelde Arapça olması
ve diğer eserlerin de Arap harfleriyle kaleme alınmış olması sebebiyle, Arap harflerinin terk
edilmesiyle birlikte bu eserlere herkesin kolayca erişilmesi engellenmiştir. Bu da dinin
öğretilmesini zorlaştırmıştır.
Gelin görün ki; Arapçanın Cennet ehlinin dili olduğu iddiası koskoca bir safsatadan ibarettir.
Arapçaya kutsiyet atfedip, bu konuda olmadık iddialar ileri sürenlerin hareket noktası, İslam
Dini`nin bir nevi anayasası olan Kur`an`ın Arapça olması ve Hz. Muhammed`in de Arap soylu
ve Arapça konuşan bir insan olmasıdır. Oysa ne Arapça, Kur`an dili olması sebebiyle kutsal
bir dildir, ne de Hz. Peygamber bir Araptır! Çünkü en başta Kur`an tebliğ edilmeden önce de
Arap dili ve Arapça yazılmış metinler vardı. Yani Kur`an`ın inmeye başladığı sıralarda Arapça,
edebi eser verilecek seviyede oldukça gelişmiş bir dildi. Araplar, cahiliye döneminde de
(esasen Hz. İbrahim`den beri) yapılan hac ibadeti kapsamında Mekke`de düzenlenen
panayırlarda şiir ve hitabet yarışmaları da düzenliyor ve dereceye giren metinleri Kâbe`nin
duvarına asıyorlardı. Bu metinlere "Muallakatı Seb`a=Yedi Askı" adı veriliyordu. Allah` işte
Arapların bu özelliğini bildiği için Kur`an`ı, Arapça`nın en fasih ve en edebi şekliyle gönderdi.
Zira Kur`an, fesahat ve belagat bakımından Arapça`nın en zirvesidir. Bu da onun mucizevi
yönüdür.
Zaten Kur`an`ın inmeye başlamasıyla birlikte şaşkına dönen pek çok Arap edebiyatçısı, şairi
ve hatibi de derhal iman etmişlerdir ki; bunların arasında "Muallakatı Seb`a" şairi de olan
Lebîd Bin Rebia`da vardır. Bazı yazarlara göre ise Müslüman olan tek Muallaka şairi
Lebîd`tir(4). Bir rivayete göre Lebîd, Kur`an`ın belagatı karşısında şaşkına döner ve derhal
iman eder. Lebîd`in kızı "Allah`ın kelamı karşısında babamın sözlerinin hiçbir edebi değeri
kalmamıştır" diyerek gider, babasının Kâbe`nin duvarında asılı bulunan ödüllü kasidesini
bulunduğu yerden indirir(5).
İşte bu şekilde, Kur`an inmezden önce de yazı dili olması, yani bir alfabesi bulunuyor olması
sebebiyle Arapça, ne kutsal bir dildir, ne de kutsiyet anlamında diğer dünya dillerine bir
üstünlüğü vardır. Hz. Peygamber`in Arap olmadığı ise bugün pek çok kaynakta açıkça
zikredilmektedir. Hatta Arap yazarların eserlerinde bile. Bunlara göre; Hz. Peygamber`in
mensubu bulunduğu Kureyş Kabilesi, kuzeyden, yani Mezopotamya taraflarından gelerek
Arabistan`a yerleşmiş bir kabiledir. Bilindiği gibi Kureyş Kabilesi putperest bir kabile idi ve
putperestlik, Mezopotamya`ya has bir inanç sistemidir. Bu kaynaklara göre, Kureyş Kabilesi,
"Sonradan Araplaşan" anlamında "Arab-ı Müstağrebe" bir kavimdir.






Hele hele Hz. Muhammed`i, Hz. İsmail yoluyla Hz. İbrahim`e bağlamak isteyenler bilsinler
ki(5); Hz. İbrahim Mezopotamyalıdır. Sümerli veya Babillidir. Zaten o da başlangıçta
putperest bir kavme mensuptu, üstelik babası Azer (veya Terah) bir put ustasıydı.
Mücadelesini ise daha çok Putperest Nemruta karşı vermiştir. Yaşadıkları asır ve yaşam
sürelerini dikkate aldığımızda ben şahsen, mesela Hz. İbrahim`i ateşe atan Nemrut`un Babil
Hükümdarı Hammurabi olabileceğini düşünüyorum. Bu bilgiler de bize Hz. Peygamber`in ve
mensubu bulunduğu Kureyş Kabilesi`nin aslen Mezopotamyalı bir kavim olduğunu
göstermektedir.
Öte yandan "harf inkılabı, geçmişle olan bağımızı kopardı, halkı bir anda cahil bıraktı, dini
eserlere ve resmi kayıtlara ulaşımı büyük ölçüde engelledi...vs" şeklindeki iddialar da büyük
ölçüde yanlıştır. Zira Osmanlı`da okuma yazma oranı zaten çok düşüktü. Son zamanlarda bu
oran 20`ler civarındaydı. 1897`lerde ise bu oran 10`ların bile altındadır. Anlaşılıyor ki;
özellikle II. Abdülhamid`in başlatmış olduğu eğitim seferberliği ile bu oran 10`lardan
20`lere çıkmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan sayımda Türkiye`nin nüfusu 12.4 milyon olarak tespit
edilmiştir. 1927 yılında yapılan nüfus sayımında yetişkin nüfusun (ki; 7 ve üzeri yaş) sadece
10.5`inin okuma yazma bildiği tespit edilmiştir. Bu oran erkeklerde 17.4, kadınlarda 4.6
olarak ortaya konmuştur.
Dolayısıyla; "Kur`an Dili", "Cennet ehlinin dili", "Arap soylu olan Hz. Muhammed`in dili",
diyerek Arapçaya kutsiyet atfedip, arkasından da harf inkılabı üzerinden Atatürk`e saldıranlar
büyük bir yanlış üzeredirler ve aymazlık içindedirler. Harf inkılabının, başta temel dini
kaynaklar olmak üzere; o tarihe kadar olan yayınlara ve devletin resmi kayıtlarına ulaşımı
engellediği şeklindeki iddia oldukça abartılı kabul edilmelidir. Yani, harf inkılabı yapılmamış
olsaydı bile geniş halk kitlelerinin bu tür kaynaklara ulaşma imkanı zaten yoktu. Hele de bu
halk okumayı ve yazmayı fazla sevmeyen, başkalarından dinlemeyi tercih eden Türk Halkı
ise.
Arap alfabesini de bilen bir kişi olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki; Türkçenin, Lâtin
harfleriyle telaffuzu, Arap harfleriyle telaffuzundan çok daha kolaydır. Bir başka deyişle
söyleyecek olursak; Türk dilindeki seslerin, Lâtin harfleriyle ifadesi, Arap harfleriyle
ifadesinden çok daha kolay ve doğrudur. Çünkü Latin harfleri Türklerin gırtlak yapısına çok
daha yatkındır. Üstelik Latin harflerinin öğrenilmesi, Arap harflerine kıyasla daha kolaydır.
Zira Latin Alfabesi`nde bir tane "a" olmasına karşılık, Arapçada iki tane "a" vardır. Üstelik
bunlardan birisi olan "elif" bazen "e", bazen de "a" şeklinde okunmaktadır. Arapça "ayın" ise,
Latin Alfabesi`ndeki "a" ya kıyasla, çok daha gerilerden çıkarılmakta ve Türk diline hiç de
uygun değildir. Latin Alfabesi`nde bir tane "s" olmasına karşın, Arap Alfabesi`nde 3 tane "s"
bulunmaktadır. Ha keza Latin Alfabesi`nde bir tane "d" sesi olmasına karşın, Arapçada iki tane
"d", Latin Alfabesi`nde bir tane "t" olmasına karşın, Arapçada iki tane "t", Latin Alfabesi`nde
bir tane "z" olmasına karşın Arap Alfabesi`nde 3 tane "z" ve yine Latin Alfabesi`nde bir tane
"h" olmasına karşın, Arap Alfabesi`nde 3 tane "h" sesi bulunmaktadır.

Esasen, Cumhuriyet öncesi dönemde de, hatta Tanzimat`tan itibaren Türkçenin Arap alfabesi
ile yazılmasının zorluğu zaman zaman gündeme gelmiş ve o dönemin yöneticileri bu konuda
bir takım arayışların içine girmişlerdir. Mesela Osmanlı`nın son yıllarına damgasını vuran
Enver Paşa, Arap harfleriyle bitişik yazılan Türkçenin yazılıp okunmasındaki zorluğu dikkate
alarak, Arap harflerinin, tıpkı Latin harfleri gibi birbirinden ayrılarak yazılması esasına
dayanan bir yazım şekli getirmeye çalışmış, ancak başarılı olamamıştır. Enver Paşa Latin
harflerine benzetmeye çalıştığı bu yazıya "Ordu elifbası", "Hatt-ı cedit" ve "Enver Paşa
yazısı" da denmiştir(7).

Bununla birlikte; bazı aydınlarca iddia edilen sakıncayı ortadan kaldırmak için, Latince
yazının yanında Osmanlıca denilen eski yazı dilinin de öğretilmesine bir süre daha devam
edilseydi belki çok daha iyi olabilirdi Bu durumda en azından, hem devletin resmi yazışmaları
yeni yazı diline daha çok ve daha erken zamanda çevrilmiş olurdu, hem de bugün bile harf
inkılabına karşı çıkanların elindeki koz büyük ölçüde alınmış olur, bugünkü iktidar ise
yaklaşık bir asır sonra çocuklarımıza Osmanlıca öğretmeye kalkışmazdı.
...
Sürecektir...
____________
1- Sadece bununla da yetinmiyor Yavuz Bahadıroğlu, aynı yazısında devamla şunları da söylüyor: "Kimsenin
soyuna-sopuna, dinine-imanına, diline-ırkına, vicdanına-namusuna, dinine, tekkesine- medresesine,
dergâhına-divanına karışılmayacağından, muhtemelen Şeyh Said, Dersim, Koçgiri, Düzce, Yozgat, Menemen
olayları gibi karışıklıklar çıkmaz, kardeş kardeşe kurşun sıkmaz, kin tortusu birikmez, bugün PKK&8217;yı
besleyen Türk-Kürt ayırımı yaşanmazdı. Atatürk olmasaydı Lozan da imzalanmazdı. Ege Adaları, Musul,
Kerkük, Batı Trakya, Batum belki kaybedilmez, Ortadoğu belki elimizden çıkmaz, tabiatıyla baş belâsı İsrail
kurulamazdı&8221;
Bkz. Yavuz Bahadıroğlu, "Atatürk olmasaydı halimiz nice olurdu" başlıklı yazısı (20.05.2015).
http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/yavuz-bahadiroglu/ataturk-olmasaydi-halimiz-ne-olurdu-10652.html
2-bkz.http://aethewulf.tumblr.com/post/36813719477/enveriye-yeniC3A7erilerin-hiC3A7bir-hat
C4B1ra-bC4B1rakmamak internet adresinde bulunan "Enveriye" başlıklı yazı.
3- Konuya ilişkin daha geniş bilgi için bkz. Serdar Bekiroğlu, "Kılık Kıyafet: Şapka İnkılabı" başlıklı yazısı,
http://www.egitisim.gen.tr/site/arsiv/42-9/175-sapka-inkilabi.pdf. Ayrıca bkz. http://tarihinizinde.com/etiket/2-
mahmut-kiyafet-devrimi/
4- DİA İslam Ansiklopedisi, "Lebîd bin Rebîa" maddesi, c,27, s, 122.
5- Said-i Nursi, Şualar, 1994, s. 124`ten alıntı ile http://www.enfal.de/ecdad170.htm,
6-Kur`an`da hac konusunun işlenmesinden dolayı "Hac Suresi" adını alan surede, iman ehline hitap edilirken
&8220;Babanız İbrahim`in dinine uyun" şeklinde bir tabir geçmektedir. bkz. Hac Sûresi 22/78. Bu tabirden Hz.
Muhammed`in Hz. İbrahim`in torunu olduğu gibi bir anlam çıkarılabilir mi, onu da konunun uzmanlarına havale
ediyorum.
7-Ömer Aymalı, "Enver Paşa da yazı devrimi yapmış" başlıklı makalesi,
http://www.dunyabulteni.net/haber/233243/enver-pasa-da-yazi-devrimi-yapmis


Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.