Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1832
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10211
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 756
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Görüş bildirebileceğiniz Ana Kategoriler
Anayasal Düzen (154) | Dış Politika (2292) | Ekonomi (234) | Eğitim (91) | Devlet Kurumlarımız ve Memurlar (63) | Adalet (71) | Milli Kültür (424) | Gençlik (27) | Siyasi Partiler ve Siyasetciler (850) | Tarım (147) | Sanayi (13) | Serbest Meslek Mensupları (5) | Meslek Kuruluşları (2) | Basın ve Televizyon (19) | Din (543) | Yurt Dışındaki Vatandaşlarımız (54) | Bilim ve Teknoloji (13) | Milli Güvenlik (624) | Türk Dünyası (892) | Şiir (77) | Sağlık (186) | Diğer (3430) |

Görüş bildirebileceğiniz Dış Politika konuları
Irak`ın kuzeyinde yapılan sınır ötesi harekat ne olmalıdır? (5)
Barzani mi daha tehlikeli PKK mı? (15)
Avrupa Birliği ile olan ilişkilerimiz nasıl olmalıdır? (199)
ABD ve İsrail ile ilişkilerimiz nasıl olmalıdır? (279)
Türk Dünyasıyla ilişkilerimiz yeterli mi ?hedef ne olmalıdır? (5)
Beşli Shangay örgütü ile ilişki kurmalı mıyız? (110)
Dış politika ile ilgili diğer konular (1679)


Dış Politika - ABD ve İsrail ile ilişkilerimiz nasıl olmalıdır? konusu hakkında görüşler
Gön:A.Türer YENER - (Ziyaretci) 30.12.2015 23:01:17

Amerika sevgisi

Fayf mani tu fak fak!..` (1)




























Birçok İstanbullu gibi ben de Amerikalıları 1940`lı yılların sonlarında tanıdım. Bembeyaz giysileri, bol paçalı pantolonları, başlarında kepleri, gürültülü sesleriyle Dolmabahçe önlerine demirleyen gemilerinden Kabataş`ta karaya çıkarlar, Gümüşsuyu`ndan Taksim`e, Taksim`den İstiklal Caddesi`ne akarlardı. O yıllarda Cihangir Sormagir Sokağı`nın Tavukuçmaz Yokuşu ile kesiştiği köşedeki Tolunay Apartmanı`nın üçüncü katındaki evimiz ``stratejik´´ bir önem taşıyordu. Amerikan gemilerinin Boğaz`a girişlerini balkonumuzdan ilk önce ben görür, mahalledeki arkadaşlarıma haber verirdim. Amerikalılar bizim için çok önemliydi.
Onlar güler yüzlü, sevecen, eli açık insanlardı. Abdülvahit Turan Yenihayatkaramelasının ortası delik yüz para, leblebi unu helvasının beş kuruş olduğu o yıllarda biz İstanbullu çocuklar ``bonbon´´u ilk kez onların elinden tatmıştık. Amerikan gemilerine düzenlenen okul gezilerinde, sokaklarda çocuklara çikolata, şekerleme, bisküvi dağıtırlardı. Çocuklar onlara ``Coni´´ derler, gidişleriyle hüzünlenir, gelişleriyle sevinirlerdi.
Conilerin gelişlerine sevinen yalnız biz çocuklar değildik. Koca bir yıl Abanoz Sokağı`nın 1-41 numaraları arasında sıkışıp kalan ``hayat kadınları´´ özel izinlerle sokaklara taşıp köşe başlarında iş tutmanın keyfi ile ``Fayf mani tu fak fak! Fayf mani tu fak fak!..´´ diye seslenir, onları tavlamaya çalışırlardı.

O günler Beyoğlu`nun sokakları, kaldırımları temizlenir, yılın 362 günü sidik kokan duvar dipleri bile üç gün boyunca mis gibi arapsabunu kokardı. Amerikalılar geldiği zaman İstiklal Caddesi, çocuklara, askerlere, köylülere yasaklanırdı. Coniler ceplerinde kalan son bonbonları, görevlilerin kestiği köşe başlarına kadar kendilerini``Pliz, pliz!´´ çığlıklarıyla izleyen çocuklara dağıtır, sonra papatya suyuyla sarartılmış saçları, bol boyalı yüzleriyle kendilerini bekleyen ``ablaların´´ kollarına girip uzaklaşırlardı.
Rus Çorap Pazarı`nın ``Us Çorap Pazarı´´na, Rus salatasının ``Amerikan Salatası´´na dönüştüğü o yıllarda, Amerikalıları en çok çocuklarla orospular severdi. Daha doğrusu biz öyle sanırdık. Conileri çocuklardan, orospulardan daha çok seven başkalarının da olduğunu ilerideki yıllarda öğrenecektik!
İlk bonbon lezzetini Conilerin elinden tadan çocuklar daha sonraları onların gönderdikleri süttozlarıyla, peynirlerle beslendiler. Bir bölümü ilk delikanlılık çağlarında onların Zippo çakmağı, Arrow gömleği, Loafer ayakkabısı, Levi`s pantolonuyla tanıştı. Kapalıçarşı`daki ``Eskici Musa´´ 1950`li yıllarda Amerikalı gibi giyinmek, onlar gibi olmak isteyen gençlerin uğrak yeriydi. Musa ne yapar, ne eder bunları bulurdu. Bunları bulmak zorundaydı! Çünkü o yılların twinset`li, ekose etekli, beyaz çoraplı kolej kızları, yukarıdaki standart donanıma sahip olmayan oğlanlara gülerlerdi.

Bunların çoğu okullarını bitirdiler. Amerika`ya gittiler. Harvard, Yale, Stanford gibi ünlü okullara gidemeseler de ikinci, üçüncü sınıf üniversitelerde eğitim görüp Türkiye`ye döndüler. Gençlikleri ``Eskici Musa´´ ile Perry Como, James Dean, rock`n roll, Ford Thunderbird arasında geçen büyük bölümünün seçimi, ``American way of life´´ oldu&8230; Amerika`yı, Amerikalıları, Amerikalılar gibi yaşamayı çok sevmişlerdi.
İstanbul`da Hilton Oteli açılmış, gala konserine ``Around the World´´ ile başlayan``kadife sesli şarkıcı´´ Nat King Cole, otelci Nick Hilton`ın sevgilisi Terry Moore`un gazeteci İlhan Demirel tarafından çekilen külotsuz fotoğrafı kadar ses getirmemişti. Piyanist Erdoğan Çaplı`nın ``Amerika, Amerika bütün dünya durdukça&8230;´´ dizesiyle başlayan şarkısının radyolarda çalınması ile evimizin karşısındaki apartmanın kapıcısının kızının dünyaya zenci bir bebek getirmesi de aynı tarihlere rastlıyordu.
Zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar`ın o yıllarda ``Türkiye`yi küçük Amerika yapacağız!´´ diye meydanlara çıkması da kesinlikle bir rastlantı değildi. Türkiye, Kore Savaşı`nda verdiği onca şehitle diyetini ödeyip 1952 yılında NATO`ya girmiş, ABD`nin``dost ve müttefiki´´ unvanını kullanmaya hak kazanmıştı. Bu arada ABD sermayesi de Türkiye`ye gelmiş, yeni ekonomi politikası çerçevesinde İstanbul- İzmit hattı, Amerikan Cooley Fonu`nca desteklenen montaj fabrikaları ile donanmaya başlamıştı. Bu fabrikalarda üretilen traktörlerin bir süre sonra yedek parçasızlıktan tarlaların ortasında kalakalacaklarını, köylünün yeniden manda tarımına döneceğini, ABD ile gizlice yapılan ``İkili Antlaşmaları´´, Amerikan üslerini, Türkiye`nin yargı bağımsızlığından verilen ödünler ile bir de Arnavutköy Amerikan Kız Koleji`nin en ilişki özürlü ama en hırslı öğrencisinin bu ülkenin en ``ihtiraslı´´ politikacılarından biri olacağını henüz kimse bilmiyordu.
Türkiye`deki Amerika`nın ilk yıllarında bilmediklerimiz bildiklerimize ağır basıyordu.

Neyse biz yine biraz gerilere dönelim&8230;
Karşımızdaki apartmanın kapıcısının siyahi bir erkek bebek dünyaya getiren kızıGülizar da çocuğunun, yüzünü yalnızca tek bir kere gördüğü babasının Türkiye`ye bir daha gelip gelmeyeceğini bilemiyordu. Komşuları, bunun önemli olmadığını, başına bir ``talih kuşu´´ konduğunu, adamın bir gün mutlaka çıkıp geleceğini söylüyorlardı. Komşular, tüm Amerikalılar gibi o siyahi adamın da iyi bir insan olduğuna inanmışlardı.
Amerikalıların iyi insanlar olduğunu gösteren pek çok kanıt vardı. 23 Kasım 1949 günü İstanbul gazeteleri okurlarına, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü`ye Amerika`dan bir hindi geldiğini müjdeliyordu. Bir hindi sergisinde birincilik kazanan 16.5 kiloluk hindi Amerikalıların ``Şükran Günü´´ nedeniyle İsmet İnönü`ye armağan edilmişti.``Unity´´ (Birlik) adını taşıyan hindi önce bir uçakla Yeşilköy Havalimanı`na inmiş, oradan özel bir uçakla Ankara Esenboğa Havalimanı`na gönderilmiş, oradan da bir araçla 1071 rakımlı tepeye, Çankaya Köşkü`ne çıkarılmıştı. Amerikalılar böyle özel günlerinde bile dostlarını hatırlayacak derecede sadık insanlardı. Ali bebeğin babası da bir gün mutlaka gelecekti.
Fakat Türkiye`nin İngilizcede adının ``Turkey´´ olmasıyla bu sözcüğün aynı zamanda``hindi´´ anlamına gelmesi arasında bir ilişki kurmak, ``Adamlar bizimle dalga mı geçiyorlar´´ diye sormak nedense o günlerde kimsenin aklına gelmemiş, aklına gelenler de bunu dillendirmekten kaçınmışlardı.

1950 yılının ilk aylarında ``komünist şair´´ Nâzım Hikmet hâlâ hapisteydi. 12 yıldır yatıyordu.
25 Mart günü jandarmalar Niğde`nin Aksaray ilçesinin Çardak Köyü`nde öğretmenlik yapan Mahmut Makal adında bir genci derdest edip savcılığa götürdüler. Öğretmen tutuklandı. Yazdığı ``Bizim Köy´´ adlı kitapta komünizm propagandası yaptığı söyleniyordu. Dört gün sonra Nâzım Hikmet Bursa Cezaevi`nde açlık grevine başlamış, sağlığının bozulması üzerine 8 Nisan`da gizlice İstanbul`a getirilerek Cerrahpaşa Hastanesi`ne yatırılmıştı.
Komünistlik kötü bir şeydi! 14 Mayıs günü genel seçimler yapılmış, Cumhuriyet Halk Partisi`nin iktidarına son veren Demokrat Parti ülkenin yönetimini eline almıştı. 22 Mayıs günü Başbakan Adnan Menderes ilk DP hükümetini açıklamıştı. Ertesi gün gazetelerde yer alan, Amerikan şirketlerinin Türkiye`ye sermaye yatırımında bulunması beklendiği haberi herkesi sevindirmişti. ABD`nin en büyük bankalarından olan Chase National Bank`in Başkanı Mr. Aldrich, Türkiye`deki incelemelerini tamamlamış, Türkiye`nin ``yabancı sermaye için elverişli bir ülke´´ olduğu sonucuna varmıştı. Sevinmekte haklıydık. Çünkü Amerika demek zenginlik demekti. Hepimiz zengin olacak, filmlerdeki gibi büyük evlerde oturacak, büyük arabalara binecektik.
Amerika`ya ilişkin her türlü haber Gülizar`ı umutlandırıyordu. Sabahları sokak kapısının önünü süpürürken gelip geçenlere ``Yeni haberler var mı´´ diye soruyor, meraklı gözlerle yanıt bekliyordu. Komşular, Gülizar`ın sorularına alışmışlardı. İçlerinden artık gizli bir öfke duymaya başladıkları o ``meçhul siyahın´´ hiçbir zaman gelmeyeceğini bile bile, kız kırılmasın diye ona küçük yalanlar uyduruyorlardı. İlkokul üçten ayrılma Gülizar kendi çapında bir Amerika uzmanı olmuştu. Amerika üzerine, yalan doğru ne duyuyorsa hepsini aklında tutuyordu. İnanılmaz bir belleği vardı. Yalnızca duyduklarıyla, kese kâğıtçılara verilmek üzere kapıya konmuş eski gazetelerde okuduklarıyla yetinmiyor, arada bir de her konuda engin bilgi sahibi olduğuna inandığı bakkal Avram Efendi`nin dükkânına gidip onun anlattıklarını dinliyordu.
Gülizar, Kore Savaşı`nın patladığını da Avram Efendi`den duymuştu. Sıcak bir haziran günüydü. Arap sabunu almak için bakkala gittiğinde adam bir gazete uzatmış, ``Bak´´ demişti, ``seninkiler de giriyorlar savaşa&8230;´´ Gülizar, artık yürümeye başlayan teni çikolata renkli oğlunun, yüzünü bir daha görmediği babasına``Benimki´´ diyordu.

Onun için savaş, akşamları siyah perdelerle karartılan pencereler, arada bir duyulan acı siren sesleri, bir de kömür, ekmek, şeker karneleriydi. 1940`lı yılların tüm yoksul İstanbulluları gibi Gülizarlar da II. Dünya Savaşı yıllarını böyle yaşamışlardı.
Radyoları yoktu. Temizliğe gittiği üst katlarda evlerin beyleri akşamüstleri iş dönüşünde radyolarının başına geçer, ``Ajans haberlerini´´ dinlerler, sonra uzun uzun savaş üzerine konuşurlardı. O da bu konuşmalara kulak verir, bir şeyler anlamaya çalışırdı. Savaşın ``ölüm´´ demek olduğunu duymuştu. Bir süre suskun kaldıktan sonra bakkala, ``Acaba benimkini de alırlar mı askere´´ diye sordu. Avram Efendi,``Seninki zaten asker, kızım!´´ deyince başı döner gibi oldu. Elindeki Arap sabunu torbasıyla dükkândan çıktı. Dizleri kesilmişti. Kapı eşiğine oturdu. İçeriden oğlunun sesi geliyordu. Döndü. Kısık bir sesle, ``Sus oğlum, sus&8230;´´ dedi, ``baban savaşagidiyor.´´

25 Temmuz 1950 tarihli gazeteler, Cumhurbaşkanı Celal Bayar başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu`nun, Türkiye`nin, Kore Savaşı`na 4 bin 500 kişilik bir kuvvet göndererek katılma kararı aldığını duyurdular. Başbakan Adnan Menderes`e göre``Kore`ye yardım, dünya barışına yapılan bir hizmetti.´´ Türkiye, dünya barışı için savaşa giriyordu!
Yaşamlarında Kore sözcüğünü hiç duymamış, haritada Kore`nin yerini bulamayan insanlar, şimdi hep bir ağızdan savaş çığlıkları atıyorlar, ``Kore&8230; Kore&8230;´´ diyerek sokaklara dökülüyorlardı. Ülkeyi gözle görülür bir ``savaş ruhu´´ sarmaya başlamıştı. Bu ruha karşı ilk tepki üç gün sonra Barışseverler Cemiyeti`nden geldi. Ne var ki TBMM`ye telgraf çekerek Kore`ye asker gönderilmesine karşı çıkılmasını isteyen``hainler´´ Adnan Cemgil, Behice Boran, Vahdettin Barut, Kemal Anıl ``derhal´´tutuklandılar. Aynı ayın son günü Türkiye, NATO`ya girmek için başvurdu.
Her şey yolunda gidiyordu.
Dünyada layık olduğumuz yeri yavaş yavaş alıyorduk.
Bu gelişmelere, birçok insan gibi Gülizar da seviniyordu. Bakkal Avram Efendi ile bu meseleyi ilk konuştuğu günden beri çocuğunun babasının Kore`de savaştığına inandırmıştı kendisini. Yalnız o değil, tüm ailesi de buna inanmıştı. Son zamana kadar torunuyla pek ortalarda gözükmemeye çaba gösteren Fitnat Hanım bile artıkAli`yi yanından ayırmıyordu. Sokakta, siyah saçları kıvır kıvır, çikolata renkli çocuğu,``Ne şirin şey&8230;´´ deyip okşayanlara, onların bir şey sormalarına olanak bırakmadan,``Babası Kore`de asker!´´ diyordu.
Türk askerlerinin Kore`ye gitmelerinin Gülizar için ayrı bir anlamı vardı. Bakkal Avram Efendi`nin üst katında oturan Devlet Demiryolları`ndan emekli
Reşat Bey`den, bizim Kore`ye, ``Amerikalılara yardım etmek için´´ asker gönderdiğimizi duymuştu. Türk askerleri Kore`ye gidecekler, çocuğunun babasına yardım edeceklerdi. Gerisi Gülizar`ı ilgilendirmiyordu.

``Komünistlere karşı savaş´´ hem orada hem de burada sürüyordu. Türkiye`nin NATO başvurusundan bir hafta sonra İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, ``ülke çıkarlarına tersdüşen´´ yazılar nedeniyle Hür Markopaşa dergisinin sahibi ve yazı işleri müdürü Rıfat Ilgaz hakkında soruşturma başlattı. İki soruşturma da Hür Gençlik ve Barışseverler Cemiyeti`nin organı Barış dergilerinin sorumluları hakkında açıldı. Beş gün sonra yeni Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, Yeşilköy Havaalanı`nda basına, ``Türkiye`de bugün özellikle hükümet olarak komünizmle kesin mücadeleye karar verildiğini´´açıklayacak ve ``okulların komünistlerden temizleneceği´´ müjdesini verecekti. 26 Ağustos günü işçiler Taksim Meydanı`nda toplanarak komünizmi telin ettiler.
28 Eylül günü Türk birliği Kore`ye uğurlandı. Türkiye`deki ``Amerika sevgisi´´ gittikçe dozunu artırıyor, antikomünizmle eşanlamlılaşarak bir paranoyaya dönüşüyordu. Bu derin sevgi, oğullarını, kızlarını kurban verecek kadar insanlara egemen olmuştu. 25 Ekim tarihli gazeteler, ``Demokrat Parti milletvekili Şevket Mocan`ın, kızı Ayşe ile damadı Dündar Baştımar`ı komünizm propagandası yaptıkları savıyla güvenlikgüçlerine ihbar ettiğini´´ yazıyordu. Milletvekili babanın söylediğine göre sanıklar,``bindikleri bir kayıkta kayıkçıya komünizm propagandası´´ yapmışlardı!

Kasım ayının son günü Kore`de 918 askerimizin şehit olduğunu öğrendik. 4 bin 500 kişilik Türk Birliği`nin yüzde 20`si iki ay içinde toprağa düşmüştü. Amerikalılar, görevlerini kendilerini korumak olarak belirledikleri askerlerimizi en ön saflarda savaşa sürüyorlar, Mehmetçikler de Çinli kurşunlarıyla delik deşik edilerek ``şehadet mertebesine´´ erişiyorlardı. Anadolu çocukları ölmeli, Amerikan askerlerinin burunları dahi kanamamalıydı. Türk Birliği Kore`ye gönderilirken TBMM kararı bile yoktu! Bu karar onca can yitirildikten sonra ``makable şamil´´ olarak 9 Aralık günü alındı. TBMM Genel Kurulu`nda yurt sevgileri ``Amerika sevgisine´´ ağır basan 39 onurlu el ``Hayır!´´diye kalktı. Bir korkak ``çekimser´´ kaldı. 311 Amerika sever de ``Evet!´´ dedi. ``Bu savaşta bizim ne işimiz var´´ diyen Barışseverler Cemiyeti üyeleri ise bir ay sonra 3 yıl 9`ar ay hapse mahkûm oldular.

Aradan 65 yıl geçti. Şimdi Türk Silahlı Kuvvetleri, Demokrat Parti`nin devamı olduğu savındaki AKP hükümetinin emriyle Suriye sınırında savaş hazırlıkları yapıyor. Amerika ``ha´´ deyiverse Suriye`ye gireceğiz!
İnsan, ``Ne değişmez kafalarmış´´ demekten kendini alamıyor.
















Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.