Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1832
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10788
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 756
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
DERİN SAYFALARIYLA MİLLİYETÇİHAREKET-1-

DERİN SAYFALARIYLA MİLLİYETÇİ HAREKET

 

 

                 

                                       

 

Yazan: Rıza Müftüoğlu

 

 

 

                                                   Ortadoğu Yayınları

Ankara: 2004

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DERİN SAYFALARIYLA

 MİLLİYETÇİ HAREKET

 

 

Aralık 2004

ISBN:

 

ORTADOĞU YAYINLARI

Adres:

KAPAK TASARIM

 

BASILDIĞI YER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Milliyetçi Harekette her Ülkücü bir tarihtir.

MHP’nin tarihini yazmak, ülkücüleri ve milliyetçi hareketçileri tek tek yazmak demektir. MHP’nin tarihini yazmak onun için çok zordur.

Ben MHP’nin tarihini değil, bir dönemi, derinlere kaçmış sayfalarıyla birlikte yazdım.

***                             ***                            ***

 

Geleceği şekillendirmek için geçmişi iyi bilmek, her zaman olmasa da, çoğunlukla gerekli olmaktadır.

Bu kitabı geleceği şekillendirmek isteyen bütün ülkücülere,

ve bugüne kadar Milliyetçi harekete hizmet etmiş olanlara armağan ediyorum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GİRİŞ.. 7

İLK RAUNTLARI KAYBEDİYORUZ.. 9

1980`DEN SONRA SAMSUN`DA İLK MİTİNG, VEZİRKÖPRÜ`DE YENİ STRATEJİ. 10

MEVKİ HASTANESİNDEN KAÇMA MESELESİNDEKİ DERİN MÜCADELE.. 11

BAŞBUĞ İÇERDEYKEN DIŞARIDAKİ MERKEZLER VE "AJANLAR" MESELESİ. 12

ANAP YANLILARI VE MDP DİYENLER.. 14

BAŞBUĞ’UN TAHLİYE OLUŞ ŞEKLİ. 15

ÖZAL, BAŞBUĞ’UN ELİNİ SIKMIYOR.. 16

ANAP EĞİTİMCİLERİN BÜYÜK BİR BÖLÜMÜNÜ AVLIYOR.. 16

DEDEMAN TOPLANTILARIYLA MİLLİYETÇİ HAREKET HAREKETLENİYOR.. 18

1980 SONRASI İLK SİYASİ PARTİLER.. 20

BİR YAHUDİ PROFESÖRÜN RAPORU VE ANAP.. 22

KORSİKA`YA GİDİYORUZ.. 23

BAŞBUĞ’UN MÇP GENEL BAŞKANI OLUŞU VE İLK MERKEZ YÜRÜTME KURULU ÜYELERİ. 24

MÇP`NİN 1987 SEÇİM SLOGANLARI. 27

MÜSTAKİL GAZETE ÇALIŞMALARI. 29

BAŞBUĞ’UN KIZILAY`DA CAMİ DÜŞÜNCESİ VE İSLAM BİRLİĞİ İÇİN YAPTIĞI ÇALIŞMALAR.. 31

KİTAP FUARLARI VE İL GEZİLERİ. 32

YEŞİL KUŞAK PROJESİ MİLLİYETÇİ HAREKETİ SIKIŞTIRIYOR.. 33

CEZAEVLERİNDEKİ ÜLKÜCÜLERİN ÇIKMASI İÇİN YAPTIĞIMIZ ÇALIŞMALAR.. 34

“ÜLKÜCÜ MAFYA”YI KİM İCAT ETTİ?. 35

KUR`AN-I KERİM DAĞITILDI DİYE MÇP`NİN KAPATILMASI DAVASI AÇILIYOR.. 37

MİLLİYETÇİ HAREKET VE TARİKATLAR.. 38

ESAT COŞAN HOCA`DAN YARDIM İSTİYORUZ.. 43

KÖRFEZ KRİZİ BAŞBUĞ VE ÖZAL`I AYNI ÇİZGİYE GETİRİYOR.. 44

1991 GENEL SEÇİMLERİ VE "KUTSAL İTTİFAK". 45

MİLLİYETÇİ HAREKET 11 YIL SONRA MECLİSE GİRİYOR.. 46

MHP, DYP-SHP KOALİSYONUNA HANGİ SEBEPLERLE GÜVEN OYU VERDİ. 48

MUHSİN YAZICIOĞLU VE ARKADAŞLARI MHP`DEN KOPUYORLAR.. 51

MÇP VE MHP MERKEZ YÜRÜTME KURULU ÜYELERİ. 53

ESKİ MHP`LİLER BAŞBUĞ’A İKİNCİ DEFA KARŞI ÇIKIYORLAR.. 62

MHP`NİN TARİHÇESİ. 65

TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ SEBEBİYLE ÖZDAĞ VE ATSIZ`LA YOLLAR AYRILIYOR.. 65

ALPARSLAN TÜRKEŞ`İN ÖZGEÇMİŞİ. 69

BİR TEKLİF.. 75

ATATÜRK VE MHP.. 75

MHP`NİN SEÇMEN TABANI VE BİR ÖZELEŞTİRİ. 77

MHP, ÖZAL`IN CUMHURBAŞKANLIĞINDAN İNDİRİLMESİNİ İSTİYOR.. 80

ERZURUM`DAKİ 30 EKİM HAREKETLENMESİ. 84

BAŞBUĞ’UN BÜYÜK ORGANİZASYONU: BİN YIL SONRA TOPLANAN TÜRK KURULTAYLARI. 87

BAŞBUĞ’UN MECLİSTE YAPTIĞI DİĞER ÖNEMLİ KONUŞMALAR.. 96

BAŞBUĞ BİR KISIM CHP’Lİ BAKANLARI ÖVÜYOR.. 100

PKK ÜZERİNDE BİR STRATEJİ GELİŞTİRİP UYGULUYORUZ.. 101

İKİ ŞEMA İLE SUSURLUK TAHMİNİ. 102

BAŞBUĞ NAZIM HİKMET’TEN DÖRTLÜK OKUYOR.. 102

SIKIYÖNETİM MAHKEMELERİNE TALİMAT VERENLERE, EMNİYETE VE BÖLÜCÜLERE NİÇİN VE NEDEN KIZILDI?. 103

ÖCALAN`IN KELLESİNİ KİMLER KURTARDI. 104

1991-1995 DÖNEMİNDE MHP TABANI EN ÇOK NELERİ SORUYORDU?. 106

BİR KELİME VE BİR CÜMLE ÇOK İŞE YARAYABİLİR DÜŞÜNCESİYLE VERİLEN BİLGİLER.. 108

BAŞBUĞ’UN DIŞ İLİŞKİLERİ. 109

RUSYA İLE İLİŞKİLERİ. 109

AMERİKA İLE İLİŞKİLERİ. 110

BAŞBUĞ PENTANGON’U RET EDİYOR.. 112

BAŞBUĞ AMERİKAN DIŞİŞLERİ BAKAN YARDIMCISINA KIZIYOR.. 112

BAŞBUĞ AGİK BAŞKANI’NA TARİH DERSİ VERİYOR.. 113

AMERİKA GEZİSİNİN YANKILARI. 114

BİR AMERİKA SEYAHATİNDE MHP`NİN SİLAHLARI NASIL BULUNDU?. 115

ÜLKÜ OCAKLARI VE ÜLKÜCÜ GENÇLİK.. 117

ÜLKÜCÜ HAREKET VE ŞİDDET.. 120

BAŞBUĞ İLE İKİNCİ AMERİKA SEYAHATİMİZ.. 121

BAŞBUĞ İLE SİNANGOGTA OKUDUĞUMUZ DUALAR VE HZ.MUSA`NIN BOZKURTLARI. 122

DEVLETİN "GÜMRÜK BİRLİĞİ" VE "AVRUPA BİRLİĞİ" POLİTİKASI KARŞISINDA HANGİ STRATEJİYİ İZLEDİK?. 123

DEMİREL ANAP`I PARÇALAMA PLANIMIZI KABUL ETMİYOR.. 125

MHP-DYP, MHP-ANAP SEÇİM İTTİFAK ÇALIŞMALARININ BÜTÜN YÖNLERİYLE İÇ YÜZÜ.. 125

DYP AZINLIK HÜKÜMETİ VE YAPILAN GİZLİ VE AÇIK ANLAŞMALAR.. 127

MHP-DYP SEÇİM İTTİFAKINDA TEMEL OLARAK ORTAYA KONAN İLKELER.. 128

ANAP`LA SEÇİM İTTİFAKI ÇALIŞMALARI. 134

NEDEN BU İTTİFAKLAR GERÇEKLEŞMEDİ?. 136

1995 SEÇİMLERİNDEN SONRA YENİ SEÇİM VE YENİ HÜKÜMET ÇALIŞMALARI. 137

BAŞBUĞ’UN MHP, DYP VE ANAP`I BİRLEŞTİRME PLANI VE ÇALIŞMALARI. 138

1995 SEÇİMLERİNDEN SONRA KURDUĞUM PROPAGANDA HEYETİ ÇALIŞTIRILMIYOR.. 140

ORDU İLE İLİŞKİLERDE YENİ DÖNEM... 144

BAŞBUĞ KİNDAR MIYDI?. 145

SİYASETTE 30.YIL KUTLAMALARI NASIL GERÇEKLEŞTİ?. 146

BAŞBUĞ’UN ARAMIZDAN AYRILIŞINDA SUİKAST ENDİŞESİ. 147

BAŞBUĞ’A SEÇİLEN İLK MEZAR YERİ NERESİYDİ?. 150

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GİRİŞ

 

Bu kitabı, Ortadoğu Gazetesinin sahibi Sayın Zeki Saraçoğlu`nun "çok önemli olayların içinde oldun, bilgilerini kamuoyuna aktarmalı ve bir tarihi görevi yerine getirmelisin, bundan kaçamazsın" şeklindeki ısrarlı uyarıları üzerine yazdım.

 

Kitabı, yapılan uyarılar doğrultusunda bir döneme ışık tutmak için, önemli ve bilinmeyen bazı hadiseleri geleceğe aktarmak ve topluma hizmette ayrı bir görevi  yerine getirmek için kaleme aldım.

 

Milliyetçi hareketin 1980 sonrası dönemi  de aslında çok karmaşık, sıkıntılı ve mücadelelerle dolu geçmiştir. Bunların bilinmesi gerekliydi.

 

Yine, 1980 sonrasındaki  bir kısım olayları o zaman ya da yakın zamanda açıklamak doğru olmayacaktı. Ancak açıklanmayan bu hadiseler, belli uygulamaların kamuoyu tarafından değişik algılanmasına sebep olmuştu. İşte şimdi bazı gerçekleri ortaya koyarak  değerlendirmelerin sıhhatli yapılmasını da sağlamış olacağım.

 

Şu bilinmelidir ki; fikir hareketleri siyaset sahnesine çıktıkları zaman klasik bir siyasi parti gibi hareket etme olanakları çok kısıtlı olmaktadır. Çünkü aslolan savunulan fikrin gereğini yapmak olmaktadır. Zaman zaman ise “hedef gizleme” metoduna başvurulmaktadır. Meydanlarda konuşulanlar ile, özel toplantılarda konuşulanlar çok farklı olmaktadır.

Bu eserde her olayı objektif olarak yazdım. Çoğunun belgelerini de koydum.

 

Bu kitapta çoğunlukla, yaşadıklarımı ve gördüklerimi anlattım. Onun için Milliyetçi hareketin belli dönemindeki bir çok olayı okuyacaksınız ama tamamını bulmanız mümkün olmayacaktır. MHP tarihinin tamamını yazmak için herkesi yazmam gerekecekti. Çünkü, MHP`de aslında herkes bir tarihtir. Herkesi yazmak zor olunca yaşadıklarımı, şahit olduklarımı ve belgeleri elimde olanları yazdım.

 

Bu eserde, MHP`yi bilimsel olarak incelemek isteyenlere de çok ciddi veriler sunulmuştur.

 

MHP, partiler üstü olan Türk Milliyetçiliğini organize ederek hedefe çok daha çabuk varmayı amaçladığı için, bu özelliği ile Türk Milliyetçiliğinin tek merkezi olarak gösterilmiş ve çoğu kimse tarafından böyle kabul edilmiştir. Onun içindir ki "biz milliyetçi değil miyiz?" sorusu MHP`lilere sorulmaması gereken bir sorudur. Bu açı sebebiyle de hangi siyasi partide ve nerede olunursa olunsun, milliyetçilerin MHP ile ilişkileri ve/veya MHP`ye hizmetleri olmuştur. MHP hep "baba ocağı" olarak kabul edilmiştir.

 

Milliyetçi harekette ülkücülerin ayrı bir yeri ve önemi olmuştur. Ülkü ocaklarının, isimler bazında değil ama manevi açıdan MHP`liler üzerinde  tarif üstü bir tesiri vardır. Bu durum, idealizmin; ülkünün Milliyetçi hareketin temelini oluşturmasından kaynaklanmaktadır.

 

Milliyetçi hareketin dünya görüşünün iki temel kaynağı vardır. İslam ahlakı ve Türklük şuuru.

 

Türklük şuuru, Türk milletinin tam bağımsız olması, yükselmesi, kalkınması ve Türk dünyasının dünyaya hakim olmasında temel unsur ve ateşleyici güçtür.

 

İslam ahlakı ise bütün bu hedeflerin gerçekleştirilmesinde adaletli yönetimi sağlayacak değerler silsilesini ve büyük moral gücünü teşkil eder.

 

Milliyetçi harekette mezhep, tarikat ve dini grup ayırımı ve saplantısı yoktur. Herkesin inancına saygı esastır. Hatta Türk milletinin bir parçası olduktan sonra din farklılığı da problem yapılacak bir durum değildir.

 

Milliyetçi hareket; Türk milliyetçiliği Cumhuriyet öncesi dış kaynaklardan etkilenmişse de bağımsızlığın kazanılması ve Cumhuriyet’in kuruluşunda temel unsur olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk, Türk tarihinde, son asırların en büyük Türk Milliyetçisidir. Milliyetçi hareketçiler ve ülkücüler Atatürk`ü Türk milliyetçiliği kulvarındaki en büyük lider olarak kabul ederler, ancak "Atatürk milliyetçiliği" tabirini kullanmazlar.

 

Milliyetçi hareket partisi hiç bir zaman ırkçı olmamış ve ırkçılığı benimsememiştir. Başbuğ’un "Onlar ne kadar Kürt’se, biz de o kadar Kürdüz. Biz ne kadar Türk’sek onlar da o kadar Türk`tür" deyişi ırkçılık dairesinin dışındaki bir birleştiricilik anlayışının en güzel örneğini teşkil etmektedir. Bunun içindir ki; MHP tarihinde bazı kopmalar Başbuğ’un ırkçılığa geçit vermemesi ve İslam ahlakını Türk Milliyetçiliği fikir hareketinin ruhu olarak kabul etmesinden kaynaklanmıştır. Ancak, MHP yobazlığa ve dini istismara karşı olduğu için de yine bazı kopmalara muhatap olmuştur.

 

Milliyetçi harekette "Büyük hedefler" vardır. Türk milliyetçiliğinin nihai hedefi Dünya hakimiyetidir.

 

Dünya hakimiyetine giden yolda elde edilmesi gereken birden çok kale vardır. Bu büyük bir mücadeledir.

 

Milliyetçi hareketçiler bu büyük mücadelenin ringinde uzun bir süredir dövüşmektedir.

 

Şimdilik iyi dövüştük ama ilk rauntları kaybettik.

 

Ama ringde olduktan sonra daha çok rauntlara muhatap olacağız.

 

ve nihayet kazanmak zorundayız!    (Dünya üzerindeki Bozkurt resmi)

 

***                                        

İLK RAUNTLARI KAYBEDİYORUZ

“Onunla Dünya haritasına üstten bakmaya başlamış, yukarıdan oynamanın kurallarını bulmaya alışmıştım. Ama kuralları bulmak bazen kafi gelmiyordu.”

Dünyayı yönetenler elbette ki yönettikleri ya da yönetmek istedikleri ülkelerde milliyetçiliğin gelişmesini ve iktidar olmasını istemezler. Kim rakiplerinin çoğalmasını ve büyümesini ister ki? Onun içindir ki hakim merkezler daima milliyetçiliği çağ dışı göstermeye gayret ederler. Çünkü hakim ülkelerin önündeki en büyük tehlike milliyetçi uyanışlardır. Onların hakimiyetlerinin önündeki en büyük tehlike her şeyden önce bir başkaldırı hareketi olan milliyetçiliktir. Dünyayı yönetenler milliyetçiliğin gereği ne ise; onu “Milliyetçilik” adını ağızlarına almadan yerine getirirler.

1960 ihtilalinden sonra İçişleri Bakanlığı binasının girişindeki ofiste çalışan Amerikalı görevlileri, bakanlık binası dışına çıkaran Alparslan Türkeş belki de bu hareketi ile birlikte Yeni Delhi’ye sürülmesinin zeminini hazırlamıştı. Ve belki de 12 Eylül ihtilalinden sonra idamla yargılanmasının sebebi de bu “kovma” eylemine dayanıyordu. “İhtilali bizim çocuklar yaptı” diyenle, 1960’da kovulanın aynı kişi olması bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.

            Milliyetçi hareketin, ülkücü hareketin 1980 öncesi yaptığı mücadele hiçbir zaman sadece komünizmle mücadele çizgisinde mütalaa edilmemelidir. Çünkü “onlara” göre ve gerçekten de komünizmle mücadele eden bu kadro iktidar olmuş olsaydı, komünizmle mücadele ruhunda yer alan milliyetçiliğin gereğini yerine getirecekti. Milliyetçiliğin gereği sadece komünizmle mücadele ile sınırlandırılamaz ki... Milliyetçilik emperyalizme karşı bir akım olmasaydı milliyetçiler komünizmle böylesine mücadele edebilirler miydi?

            Edemezdi. Çünkü;

            Milliyetçilik, bağımsızlık demektir.

            Milliyetçilik, hakim güçlere başkaldırı demektir.

            Milliyetçilik, güçlenmek, kalkınmak, refaha kavuşmak demektir.

            Milliyetçilik, nihayet dünyaya hakim olmaya yönelmek demektir.

            Evet dünyaya hakim olanlar, neticede dünyaya hakim olma yolunda ilerleyebileceklere geçit vermemişti. Şimdilik durum böyleydi.

            Ve 1969’larda başlayan milliyetçi hareket; şehitler, gaziler verirken 12 Eylül askeri ihtilalinden sonra bütün yönetici kadrolarıyla ve gençlik liderleriyle birlikte beşyüzü aşan bir sanık sayısıyla Adolf Hitler’in bile muhatap olmadığı bir mahkemede yargı önüne çıkarılmışlardı.

            Komünizme karşı olduklarını söyleyerek ihtilal yapanlar, komünizme karşı mücadele edenleri, komünistlerden daha kötü bir şekilde ezmişlerdi.

(MHP mahkemesinden resim)

            Ülkücüler, Milliyetçiler çok sıkıntılı bir dönem daha geçirmişlerdi.

            Bu sıkıntılı yılların ardından Başbuğ ile ilk siyasi gezimize; Samsun ziyareti ile başlıyorduk. Başbuğ, Milliyetçi Çalışma Partisi’nin Genel Başkanı olarak Samsun’da tertiplenen bir mitingde 1980 sonrası ilk konuşmasını yapacaktı.

1980`DEN SONRA SAMSUN`DA İLK MİTİNG, VEZİRKÖPRÜ`DE YENİ STRATEJİ

Sabahın erken saatinde Başbuğ’un Ankara Oran semtindeki evinden sadece birkaç arabayla hareket etmiştik.

            O zaman bir avuç insandık.

            Önümüzde bir polis arabası bize eskortluk ediyordu.

            "6, 7 sene önce devlet bizi tutuklamış, hapse atmış, yargılamıştı. Şimdi ise devlet bize eşlik ediyor" dediğimde; Başbuğ:

-“Şükürler olsun. Allah bize bu günleri gösterdi” diye cevap veriyordu.

Başbuğ’un o gün ayrı bir heyecan yaşadığını fark etmiştim. Kolay mıydı? İdamla yargılan. Yıllarca hapis tutul. İç ihanetlerle boğuş ve sonra da partinin başına geç ve Genel Başkan olarak halkın huzuruna çık.

            Samsun mitingi güzel geçmişti. Başbuğ’un neşesi yerindeydi. O ki; çok nadir şakalaşırdı, il teşkilatının verdiği yemekte bana:

            -“Koltuğum sallantıda. Bu dadaş kızımıza dikkat edeceksin” dediğinde şaka yaptığını önce zor anlamıştım. Eşim; Semahat Müftüoğlu, mitingte bir konuşma yapmış ve çoğunun gözlerini yaşartmıştı. Ona işaret ediyordu.

            Samsun mitinginden sonra Başbuğ, Vezirköprü’de de halka hitaben bir konuşma yapmıştı. O gün dikkatle altını çizdiğim bir cümlesi bana göre o günlerden Milliyetçi hareket için çizdiği stratejiyi işaret ediyordu. Şunu söylüyordu konuşmasının başında Başbuğ:

            -“Bütün siyasi partiler Türk Milletinin bağrından çıkmıştır. Hangi siyasi parti olursa olsun bu ülkenin evlatları tarafından kurulmuştur. Biz, Milliyetçi Çalışma Partisi olarak....”

            Evet bu cümlede birincisi MHP’liler için ılımlı bir siyaset takip edileceği mesajı vardı. İkincisi halkla yeni bir diyalog kurma köprüsü meydana getirmek istiyordu. Çünkü Kenan Evren`in başında olduğu ihtilal yönetimi MHP ve ülkücü kuruluşları yargılarken öyle bir propaganda yapmıştı ki; bizler katil, toplum dışı insanlar olarak kafalara nakşedilmiştik. Basın ve televizyonlar uzun bir süre böyle bir tablo işlemişti. MHP ve ülkücüler, korkulan insanlar olarak gösterilmiştik. Böylece vatandaşla aramızda bir büyük set çekilmişti. Başbuğ bu setleri yıkmak istiyordu.

            Başbuğ bu ılımlı siyaseti, herkesi kucaklamaya yönelik tavrını Hak’kın rahmetine kavuşuncaya kadar devam ettirdi.

                                    ***

MEVKİ HASTANESİNDEN KAÇMA MESELESİNDEKİ DERİN MÜCADELE

            12 Eylül ihtilalinin sabahından, bu Samsun mitingine kadar Başbuğ sadece ihtilalin beş generali ile mi mücadele etmişti? Hayır.

            İçerden, dışardan her taraftan kuşatılmıştı. Ama o bir avuç insanla yine partisinin başına geçmeyi başarmıştı.

            Biraz gerilere gidelim.

            Başbuğ Mevki hastanesinde tutuklu...

            Birinci derece yakınlarının yanı sıra diğer ziyaretçileri ile kısıtlı da olsa görüşme yapabiliyor ve dışarıyla bu şekilde irtibat kurabiliyor, talimatlarının bazılarının yerine getirilmesini sağlayabiliyordu.

            Diş tedavisi için, 110 kere diş kliniğine çıkmıştı. Çoğu görüşmelerini burada gerçekleştiriyordu.

            Mamak’ta, Askeri mahkemenin bizi yargıladığı sırada ben uzun süre hemen arkasında oturuyor ve mahkeme aralarında bol bol konuşma fırsatı buluyordum. Ben, tahliye olduktan sonra Mevki hastanesinde ilk defa konuşma fırsatı bulmuştum. Böyle bir durumda yapılan görüşme loş ve ürkek bir ortamdaki elektrik ampullerinin birbirine göz kırpışı gibi oluyordu nedense. Bu görüşmelere, o zaman ki yönetimindeki bir kısım yetkililerinin göz yummadıklarını söylemek mümkün değildi elbette. Ama göz yumanlarla, göz yummaya karşı olanların her zaman bir mücadeleleri de oluyordu.

            Mesela Başbuğ’un Mevki hastanesinden kaçırılma hikayesi, bu tür bir mücadeledeki örneklerden biri idi. Başbuğ’un damadı; Hamit Homriş’ten dinlediklerim oldukça ilginçti ve bu mücadeleyi teyit ediyordu. “Bir kısım insanlar Başbuğ’un kaçırılmasını istiyordu. Bir kısmı ise <böyle bir olay olursa Alparslan Türkeş`i tamamen bitirecekler. Onun için bu durumu önlemek gerekir> diyordu. Bu durumu belirleyenler Başbuğ’a da bu fikirlerini ve bu istihbaratı iletmişler. Başbuğ ise <ben bu işin içinden ustalıkla çıkarım. Merak etmeyin. Kaçmaya taraftarmış gibi davranırım ama gerekeni de yaparım> demiş. Bu durumu da o zaman sadece Hamit Homriş`e anlatmış.

                        ***

 

 

 

BAŞBUĞ İÇERDEYKEN DIŞARIDAKİ MERKEZLER VE "AJANLAR" MESELESİ

            O günlerde çok sayıda “Milliyetçi tabelaları" olan ama farklı frekanslarda yayın yapan merkezler oluşmuş durumdaydı. Ancak bu merkezlerden sadece iki tanesi ülkücü hareket için çaba gösteriyor ve dava için hareket ediyordu. Başbuğun ve davanın emrinde faaliyet gösteren bu iki merkezden biri Mayaş’tı. Diğer merkez ise Muharrem Şemsek idi. Mayaş’ta Dr. Devlet Bahçeli, Ali Güngör, Bahattin Ergezer , İsmet Büyükataman, Vedat Alagöz, Vedat Kayrıcı, Lokman Abbasoğlu ve Yılmaz Saka vardı. Mayaş o sıralar Hamle ve Sözcü dergilerini çıkarıyor ve davanın sözcülüğünü yapıyordu. Sözcü’yü Avni Özgürel yönetiyordu. Taha Akyol’da Milliyet Gazetesine Mayaş’ın yayınlarında yazarken geçmişti. Bu iki merkez arasında çoğunlukla gizli ve zaman zaman da açık bir mücadele sürüyordu. Gerçi ilk zamanlar bu iki merkez arasında hiçbir problem yoktu. Bir durum olduğunda Muharrem Şemsek’in evinde toplanıyorlardı. Sürekli Şemsek’in evine gitmeyi de hiç kimse problem yapmıyordu. Tam bir samimiyet mevcuttu. Ancak özellikle Muhafazakar Partinin kurulması aşamasında bu birliktelik zedelendi ve sıkıntılar baş gösterdi. Bu durum ise ülkücüleri üzüyordu. Çünkü bu iki merkez etrafında yer alanların dışındakiler Başbuğ’un aleyhinde propagandalar yapıyor, yeni liderler empoze etmeye çalışıyorlardı. Milliyetçileri darmadağın hale getirilmişlerdi. Bir kısımları ise bazı üst seviyedeki askeri görevlilerle ilişki kurup kendilerine göre bir şeyler çıkartamaya çalışıyorlardı. Bir kısım merkezler de, boşta kalmış bu teşkilatçı ülkücüleri kendilerine bağlama gayreti içindeydiler. Bu karmakarışık ortamda Mayaş ve Şemsek etrafında yer almış bir avuç ülkücü umut veriyordu. Ama onların arasına da her nedense bir fitne sokulmuştu. Ülkücü hareketi paramparça etmek isteyenler böyle merkezlerin ayakta durmasını isterler miydi?

(Devlet Bahçeli’nin resmi)

            Milliyetçi Hareket Partisinde ve ülkücü hareket içerisinde her zaman istihbarat teşkilatlarının etkisi olmuştur. Ama Başbuğ ve arkadaşlarının cezaevinde yargılandığı bu ihtilal döneminde bu elemanlar çok açık saha buldular ve yukardan aldıkları emirleri çok rahat bir şekilde yerine getirdiler. Hatta öyle ki işkencehanelerde, cezaevlerinde, mahkeme salonlarında taviz vermeyen ülkücülerin bazıları tahliye olduklarında bunların kucağında kendilerini buldular ve hareketten koptular. Ya ANAP’a geçtiler, ya da ANAP gölgesinde kendilerini ticarete verdiler. 12 Eylül ihtilali milliyetçi harekete, işkencehanelerde, cezaevlerinde ciddi bir fire verdirememişti. Ama cezaevi dışında olanları, cezaevinden çıkanları çok büyük ölçüde etkilemiş ve milliyetçi hareketin ana yolundan dışarı çıkartmıştı.

            Elbette ki Türkiye`de istihbarat teşkilatları her hareketin içine kendi adamlarına sokmalıydı. “Gerçi adam yerleştirme” metodu çok yaygın olarak kullanılamıyordu. Ama “etkileme” metodu yaygın bir şekilde tatbik ediliyordu. Evet, her hareketi devlet takip etmeliydi. Ama bunun bir temel politikası olmalıydı. Kişilerden kişilere değişen bir politika devlet politikası sayılamazdı. Mesela 1960 ihtilalinden sonra 1973 yılına kadar Milli İstihbarat teşkilatı mensuplarının büyük bir bölümü Alparslan Türkeş’e kurtarıcı gözüyle bakardı. Başbuğ’u büyük bir lider olarak görürdü. Ama 1973’den sonra bu durum değişti ve giderek aleyhe dönüştü. Öyle ki 1978 yılında Bülent Ecevit Başbakan olduktan sonra Başbuğ hakkında çok menfi raporlar CIA arşivlerine giriyordu. CIA’da Alparslan Türkeş hakkındaki raporlar sadece bu döneme ait raporlardır ve hepsi de menfidir. Tabii burada önemli olan taraf bu menfi raporların gönderilmesinden çok neden gönderildiği meselesidir. Bir ülke, kendi vatandaşı hakkında bir raporu Amerika’ya neden gönderir veya göndertir? Herhalde bunda bir hikmet olacaktı ki; Türkiye`de son dönemlerde siyasi parti kuranlar ve lider olmak isteyenler Amerika`ya gitmişler ve kamuoyuna "Amerika destekliyor" mesajları vermeye çalışmışlardır.

            1980 Askeri ihtilali yapanlardan bir general, ihtilalden sonra “ihtilalin olgunlaşmasını bekledik” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Bu açıklama ile Süleyman Demirel’in “Hemen hemen her ilde sıkıyönetim ilan edilmişti. Sıkıyönetimin başındakiler, bu dönemde görevlerini yapmayıp, ihtilalin oluşmasını sağladılar” şeklindeki açıklaması yan yana konunca, 1980 öncesi sağ-sol kavgalarının bir merkezden idare edildiği görüşü oldukça kuvvetlenmektedir. İhtilal konseyinin bir üyesi Tahsin Şahinkaya’nın “iti ite boğdurmak” sözü de dikkate alındığında memleket evlatlarının nasıl bir yönlendirmeye tabi tutulduğunu görmek oldukça kolay olmaktadır. İhtilalde solcu gençler emniyette sorgulanırken, ülkücü gençlerin Mamak Askeri garnizonunda solcu polisler tarafından sorgulanması bu “merkezin” iki kolunu sanki bize gösteriyordu. Bir merkez ve kolları vardı. Her kol ayrı bir görev yapmaktaydı. Kollar, merkeze bağlıydı. Merkez, hiçbir kolun kendi başını aşmasına müsaade etmiyordu. Belli bir seviyenin üstüne kalkan eli de aşağıya indiriyordu. Gerekirse de kırıyor ve alçıya alıyordu. Yine sanki bu merkez başka merkezlerle de zaman zaman birlikte hareket ediyor ve tarifi zor bir “acayip güç merkezi” oluyordu. Bu merkezi anlamak ve tarif etmek o kadar zordu ki...

            Evet, 1980 ihtilalinden sonra milliyetçiler bir el marifetiyle darmadağın bir hale getirilmişti. Her türlü propaganda milliyetçi camia üzerinde yürütülüyordu. Ve bunu da hep o zamana kadar “milliyetçi” bilinenler marifetiyle gerçekleştiriyorlardı. Üstelik bu “Milliyetçiler”in bir bölümü sadece Başbuğ dönemindeki MHP’yi değil, şu andaki MHP’yi de hedef almakta, bu görevlerini sürekli bir hale getirmektedirler.

            Başbuğ, MHP ve Ülkücü kuruluşlar davası başladığı gün, yani mahkemenin ilk günü üç bin kişinin mahkeme salonuna dinleyici olarak girmek üzere Mamak Garnizonuna gelmesi haberini dışarıya vermişti. Ama tutuklu yakınlarının dışında sadece üç beş kişi Mamak’a gelmeye cesaret edebilmişti. Dışarıdakiler cesur değiller miydi?. Bana göre içerdekilerden de cesur olanlar çoktu. Ama “milliyetçi ağabeyler” görevlerinde öyle aktiflerdi ki Başbuğ’un bu talimatını boşta bırakıyorlardı.

            MHP’de ve Ülkücü kuruluşlarda ve hatta diğer ideolojik kuruluşlarda “polis”, “Mit”, “ajan” gibi kavramlara muhatap olanlar hemen devre dışı kalırlardı. Bu kavramlar birini yıpratmak için kafi gelirdi. Halbuki bir siyasi hareketi yürütenlerin, bir fikir hareketi içinde yer alanların bu görevlilerle görüşmesi kadar normal bir hadise yoktur. Ama görüşme vardır, görüşme vardır. Birinde görüşürsün, faydalanırsın, birinde bilgi verir görevini yaparsın. MHP üst seviyesinde görev yapmış olanların, ülkücü kuruluşlarda görev yapmış olanların hepsi bu tür görüşmeler yapmışlardır. Ama bir kısmı almak yerine vermiş, bir kısmı da etki altında kalarak yanlış kararlar ve eylemler yapmıştır. Bu “Milliyetçiler” ise kendi egolarıyla birlikte “görevlilerin” görevlerini yerine getirmeyi prensip haline getirmişlerdir.

            İşte, MHP camiası Başbuğ ve arkadaşları yargılanırken her taraftan sarılmış topyekün bir saldırıya maruz kalmıştı. Başbuğ’un yerine geçmek isteyenler, aldıkları emirleri yerine getirmek isteyenler, Başbuğ’un kadrolarından faydalanmak isteyenler ve bir daha bu milliyetçilik davasını görmek istemeyenlerin hepsi birlikte hareket ediyorlardı. Böylece Milliyetçiliği kendileri için bir bela olarak görenlere çok müsait bir zemin doğmuş oluyordu.

            İşte bu dönemde ayakta duranlar, Milliyetçilerin ve ülkücülerin her zaman not defterlerine pozitif olarak kaydetmeleri gereken insanlar olmalıdır.Tabii eksi işaretleriyle not edilmesi gerekenler de unutulmamalıdır.

                        *** 

ANAP YANLILARI VE MDP DİYENLER

İlk genel seçim sinyali verildiğinde partiler kuruluyordu. Anavatan Partisi Turgut Özal’ın Genel Başkanlığında kuruluyordu. Milliyetçi Demokrat Partisi de Turgut Sunalp başkanlığında vücut buluyordu. Turgut Sunalp, Başbuğ’a yardımları olan emekli bir generaldi. O dönem çok güçlü idi. Milliyetçi camiada bir bölüm Başbuğ’un tahliyesi için veya en azından Başbuğ’un Mevki hastanesinde rahat bir şekilde olması için Sunalp’ın desteklenmesinden yana gözüküyordu. Ancak ne var ki ANAP, MHP camiasından çok sayıda insanı almayı başarmıştı. O dönem Konsey, ANAP`a, Milliyetçi Demokrasi Partisine ve Halkçı Partiye seçime girme izni vermişti. Eski MHP`lilerin adında Milliyetçi adı olan ve Genel Başkanının Başbuğ’a yardımları bulunan Turgut Sunalp`ın partisini değil de, ANAP`ı tercih etmelerinin bir nedeni de MDP`nin Konsey’in tuttuğu siyasi parti olarak bilinmesiydi. ANAP`ı tercih, bir noktada ihtilalcilere bir tepkiydi. Zaten Türkiye`de bu hep böyle olmuştur. 27 Mayıs’tan sonra ilk genel seçimde Adalet Partisi, Demokrat Parti’nin devamı olduğu için tek başına iktidar olmuştu. Halk tepkisini sandıkta gösteriyordu. O dönem ANAP’a geçen MHP’lilerin bir kısmı “Ben Başbuğ’la hastanede görüştüm, benim ANAP’a geçmeme müsaade etti”, bir kısmı “ANAP’ı ele geçirmek için bu partiye girmeliyiz”, bir kısmı da “Başbuğ beni görevlendirdi” diyordu. Yani çoğu kimse ANAP’a geçişlerine bir kılıf buluyordu. Bunların çoğu sonradan Başbuğ tarafından “kemik yalayıcıları olarak” suçlanıyordu.

            ANAP ve MDP sarkmalarının yanı sıra öte yanda bir siyasi parti kurulması yönünde bir çalışma da yürütülüyordu. Bunun için bir komite de kurulmuştu. Bu komitede Devlet Bahçeli, Seyfi Apaydın, Mete Beşen, Selahattin Baysal gibi isimler birlikteydik. Bir kısım toplantılarımızı tam kadro olmasa da Mithat Paşa caddesindeki, üç arkadaşımla paylaştığım büroda gece perdeleri kapatarak yapıyorduk. Çünkü o sıralar Konsey’in, istediklerini Ankara’dan sürecekleri haberleri dolaşıyordu. Biz de ışık dışarı sızmasın diye perdeleri iyice kapatıyor ve arka taraftaki odada toplantıları yapıyorduk. Gündüzleri de başka bürolarda toplanıyorduk. Yeni kurulacak siyasi partinin tüzüğü ve programı hazırlanmıştı. Devlet Bahçeli bütün hazırlıkları yapmıştı. O sırada bize parti kurmamamız haberi getirildi. “Başbuğ böyle istiyor” dendi. Sonra bir arkadaşımız Başbuğ’a giderek bu talimatının doğru olup olmadığını sordu. Başbuğ da “Hazırladınızsa siz de bir siyasi parti kurun” diye cevap verdi. Ancak bu heyet bir parti kurmadı. Parti kurma işi Muharrem Şemsek tarafından gerçekleştirildi. Çünkü Başbuğ’un parti kurma talimatı bir avukat vasıtasıyla önceden Şemsek`e getirilmişti.

            Başbuğ tahliye olduğunda bir siyasi parti mevcuttu. Ancak eski MHP yönetiminde yer alanların, Mehmet Irmak hariç, hemen hemen hepsi ANAP’la ilişki halindeydi. Bir kısmı da pasifti. Hiçbir şeye karışmıyordu.

            Sadi Somuncuoğlu, Yaşar Okuyan Kızılay’da bir şirket kurmuşlardı ve Ansiklopedi pazarlıyorlardı. Burası bir merkezdi. Milliyetçi bir siyasi parti görüşüne soğuktu.

            MHP davasının avukatlarının irtibat merkezi olan Avukat Şerafettin Yılmaz’ın bürosu bir merkezdi. Burası da milliyetçi bir siyasi partiye soğuktu.

            Ahmet Hamdi Ayan ve arkadaşlarının bürosu ayrı bir merkezdi. ANAP yanlısı bir tavır sergiliyordu.

            Mayaş bir merkezdi. Başbuğ ne diyorsa onu yapıyordu.

            Muharrem Şeksek’in Etlik’teki evi bir merkezdi. Başbuğ’a bağlı bir merkezdi.

            Mithatpaşa caddesindeki bizim büromuzda ayrı bir merkez gibi gözüküyordu ve Başbuğ’un emrine göre hareket ediyorduk.

            Bir müddet sonra, Mayaş, Şemsek ve Mithatpaşa Caddesindekiler ilişkileri çok sık olmasa da, aynı çizgiye geliyorlardı.

            ***

BAŞBUĞ’UN TAHLİYE OLUŞ ŞEKLİ

            Başbuğ nasıl tahliye olmuştu? Şu anda isimlerini açıklamayı uygun görmediğim iki görevlinin marifetiyle, görünen bir iki kişinin omuzları üzerinden Başbuğ’un hastanede yatmasının sağlık açısından tehlikeli olacağına dair Mevki Hastanesi bir heyet raporu verdi. Bu heyet raporu Askeri mahkemeye intikal etti. Mahkeme, sabahki oturumda bu heyet raporunu alınca ne yapacağına karar veremedi. Mahkeme heyeti başkanı Vural Özenirler görevinden istifa etti. İstifası Sıkıyönetim mahkemesince uygun görülmedi. Öğleden sonra mahkeme Alparslan Türkeş’in tahliyesine karar verdi. 9 Nisan 1985’de Başbuğ hürriyetine kavuştu. Nasıl oldu bu iş? Hiç de öyle bazılarının dediği gibi olmadı. Başbuğ’un kaçmasını istemeyenlerin gayretiyle oldu. Bu sefer yukarıdaki kavgada “....Bizim çocuklar” olarak adlandırılanlar değil, "milli çizgide"kiler galip geldi. O kadar... Zaten MHP ve Ülkücülerin yargılanması İhtilal konseyinde görüşülürken yapılan oylamada, iki konsey üyesi “Hayır”, iki konsey üyesi de “Evet” demiş, Kenan Evren’in dava açılmasından yana oy kullanmasıyla da MHP davası açılmıştı.

(MHP mahkemesinden resim)

           

ÖZAL, BAŞBUĞ’UN ELİNİ SIKMIYOR

            Başbuğ ile tahliye olduktan sonra baş başa ilk görüşmemizde bana:

-“Benim Antalya’ya tatile gitmem gerekiyor. Bir de Mustafa Taşar bana haber gönderdi. <Çok ziyaretçi geliyor, bundan rahatsız oluyorlar. Özal’ın isteği; biraz Ankara’dan ayrılsınlar> diye ricada bulundu. Mustafa iyi biridir. Ama şu anda ANAP’tadır. Sen de biraz etrafı dinle bu sıralar” diyordu.

            Ben de kendisine şunları söylemiştim:

-Tatil yapmanızda büyük yarar var. Ancak Ankara’da şu sıralar <Başbuğ partiler üstü kalsın.> görüşü çok dile getiriliyor. Buna paralel olarak da “Kültürde milliyetçi, ekonomide liberal” tezi bizim arkadaşlarımız üzerinde çok işleniyor. Biz, sizi tekrar eski günlere getirmeye ant içtik. Bu andı birincisi davamız için, ikincisi de çektiklerimizin intikamını almak için içtik. Bu zalimleri vuracak durumumuz yok. İntikamımızı ancak böyle alacağız.

            Başbuğ Antalya’ya bir tatil köyüne gitti. Klüp Salima Tatil Köyü.

            Başbuğ’un tatil yaptığı sıralarda gazetede bir manşetle karşılaştık.

“Özal Türkeş’in elini sıkmadı”

            Meğer Turgut Özal bu tatil köyünü ziyaret edecekmiş. Tatil köyünün sahibi de, Başbuğ’a Özal’ın ziyaretini haber etmiş. Başbuğ ise tatil kıyafetlerini çıkarıp, elbiselerini giymiş ve Özal’ın ziyareti sırasında tatil köyünde karşılayanların safhında yer almış. Özal ise Başbuğ’u görmemezlikten gelmiş.

            Halbuki aynı Özal 1980 ihtilali olmamış olsaydı, MHP İzmir adayı olacaktı.

            Başbuğ üzüldüğünü söylememişti ama ülkücü camia bu duruma çok içerlendi. ANAP’a geçen ülkücülere bir kez daha yüklenilmeye başlandı.

ANAP EĞİTİMCİLERİN BÜYÜK BİR BÖLÜMÜNÜ AVLIYOR

            Bu arada Karanfil sokakta, Avukat Şerafettin Yılmaz’ın bürosunda Eğitimcilerin bir toplantısına davet edildim. Ben Eğitimciler gurubuna ihtilalden üç ay kadar önce katılmıştım. Namık Kemal Zeybek toplantıya başkanlık ediyordu. 1980 öncesinde de eğitimcilerin başkanı Zeybek’ti. Gerçi o sıralar Namık Kemal Zeybek ve Ramiz Ongun arasında gizli bir mücadele vardı ama, Ongun’un askerden dönüşünden kısa bir süre sonra ihtilalin olması belki de Zeybek’in başkanlığının gitmesini önlemişti. Çünkü son zamanlarda Başbuğ Ankara’daki eğitimcilere müthiş sinirleniyordu. Bahçelievler’deki MHP binasının yanındaki eski binada Eğitimciler oturuyordu. Toplantılarını ve çalışmaları buradan yapıyorduk. Bir keresinde Hasan amca; Hasan Kozan geldi ve Başbuğ’un eğitimcileri çağırdığını söyledi. O sırada Namık Kemal Zeybek ve birkaç arkadaş bulunuyorduk. Ben duymamazlığa geldim. Ancak Kemal Zeybek beni de çağırdı. Kemal Zeybek benim eğitimcilere katılmamı Başbuğ’a teklif etmişti. Başbuğ’un huzuruna çıktık. Başbuğ gürlüyordu sanki. Ayakta sıraya dizilmiştik. O gün söylediği sözleri hiç unutmadım. Şunları suratımıza vurmuştu:

            -Dava bunalım geçiriyor. Görevinizi yaparsanız yapın, Yapmazsanız defolun gidin. Ben bu milletin bağrından yeni bir kadro çıkarırım ve yoluma devam ederim.

            Ben şaşırıp kalmıştım. Eğitimcilere katıldığım daha bir ay kadar olmuştu ve Başbuğ’dan bu müthiş fırçaya ben de muhatap olmuştum.

            Eski binaya döndük. Herkes hiçbir şey olmamış gibi hareket ediyordu. Bu ikinci şaşkınlığımdı ama bir şey söylemeye cesaret de edememiştim.      

            O zamanlar Zeybek ve Ongun arasındaki rekabetin başka nedenleri vardı. Zeybek’in hazırladığı eğitim programı da tenkit ediliyordu. Eğitimciler için yapılan bu program hakkında görüş almak için, partide yapılan bir toplantıda Şevket Bülent Yahnici programın sadece dini ve tarihi konulara ağırlık verdiğini, 9 Işık’ın hiç yer almadığını dile getirerek itiraz etmişti. O sıralar Yahnici Partinin Basın Propaganda bölümünde görev yapıyordu. Sonradan bu itiraz üzerine olacak eğitim programında küçük bir bölüm 9 Işık’a ayrıldı. Bu program daha sonra da MHP ve yan kuruluşlar davasında karşımıza çıktı.

O tarihlerde MHP’deki eğitimciler şunlardı: Namık Kemal Zeybek, Ramiz Ongun, Türkmen Onur, Muhsin Yazıcıoğlu,Yılma Durak, Sami Bal, Nurettin Taşar, Abdullah Kılıç, Mehmet Göktolga, Mehmet Ali Özgüven, Abdullah Alay, Ömer Haluk Pirimoğlu, Mustafa Öztürk, Hasan Sabri Erdem, Seyfi Apaydın, Himmet Kayhan, Rıza Müftüoğlu, Hakkı Duran, Lokman Abbasoğlu, Mehmet Şandır, M.Ali Özgüven, Abdullah Kılıç, Musa Serdar Çelebi, Faik İçmeli, Yılmaz Saka, Mehmet Göktolga, Ahmet Güzel, Hakkı Şafakses.

Evet, eğitimcilerin büyük bir bölümünün katıldığı, ihtilalden sonra belki de ilk defa olan bu toplantısında, Milliyetçi hareketin Başbuğ ile gidemeyeceği söylenmeye çalışılıyordu. Belli ki ANAP omurgadan girmeye çalışıyordu. Canım çok sıkıldı. Öğleden sonraki toplantıya katılmadım.

            O sıralar ofisim Cinnah caddesi üzerindeydi. Mustafa Mit, Haluk Pirimoğlu birlikteydik. Eğitimcilerin toplantısını bu arkadaşlarla birlikte yorumladık. Başbuğ’un hemen gelmesini ve bir dizi toplantının yapılmasını kararlaştırdık ve Başbuğ’un onaylaması için bu kararın kendisine iletilmesini uygun bulduk. Başbuğ’u telefonla aradık.Telefonda bazı önemli gelişmelerin olduğunu söyledim ve Haluk Pirimoğlu’nun yarın sabah kendisinin yanında olacağını ve bilgi sunacağını, bu bilgiler ışığındaki teklifimizin değerlendirilmesini istedim. Talimatlarını beklediğimizi arz ettim.

 

 

 

DEDEMAN TOPLANTILARIYLA MİLLİYETÇİ HAREKET HAREKETLENİYOR

            İşte bundan sonra o meşhur Dedeman toplantıları yapıldı. 1985 yılının sıcak Temmuz ayı içerisinde.

            Başbuğ Antalya’dan bir hafta sonra döndü. Toplantının hangi tarihte yapılması gerektiğini, kimlerin çağrılması lazım geldiğini her şeyi Farabi sokaktaki büroda belirledik. Toplantılar iki bölümden oluşacaktı. İlk toplantı ülkücü kuruluşlar genel başkanları ve bazı yöneticileri arasında olacaktı. Bu toplantıdan sonra MHP son Genel İdare Kurulu üyeleri toplantıya çağrılacaktı. İlk toplantıda divan başkanı Şuayip Üşenmez olacaktı. Başbuğ bu toplantıya gelecek ilk konuşmayı yapacak, bizim ne yapmamız gerektiğini söyleyecek ve ayrılacaktı. Başbuğ kimlerin çağrılması gerektiğini Mustafa Mit, Haluk Pirimoğlu ve bana bıraktı.            (Dedeman yazılı Başbuğ resmi)

            Toplantıya çağrılanların bir bölümü partileşmenin hızlandırılmasını isteyenlerden oluşuyordu. Bir kısmı ANAP’a geçelim, Başbuğ partiler üstü kalsın görüşünü benimsiyordu. Büyük bir bölümü ise sessizdi. Toplantı başladıktan sonra herkes fikrini yavaş yavaş ortaya koymaya başladı. Ahmet Hamdi Ayan, Selahattin Baysal ve bir kısım arkadaşları ANAP’tan yana fikir beyan ettiler. Muharrem Şemsek ve arkadaşları da partileşmeden yana fikir beyan ettiler. Mahir Damatlar, Hasan Çağlayan da partileşmeden yana tavır koydular. Ocak kökenliler partileşmeden yana idiler. Herkes Devlet Bahçeli’nin ne söyleyeceğini merak ediyordu. Devlet Bahçeli de partileşmeden yana tavır koyunca ANAP’tan yana olanlar azınlıkta kaldılar ve Ülkücü hareket ilk kapsamlı başkaldırıyı bu şekilde perçinlemiş oldu. Bu toplantıda cezaevindeki ülkücüler için bir vakıf kurulması kararlaştırıldı. Vakıf yönetimine ben, Mahir Damatlar, Mehmet Ekici , Hasan Çağlayan gibi isimler seçildi.

(Bozkurt resmi)

            Ülkücü hareketin o dönemdeki genç kuşağı az fire vermişti.

            Ama ertesi gün yapılan MHP Genel İdare Kurulu toplantısında partililerimiz dökülüvermişti.

            Genel İdare kurulu toplantısında bir tek Mehmet Irmak Başbuğ’un yanında yer alıp partileşmeden yana tavır koymuştu. Geri kalanın hepsi, Sadi Somuncuoğlu, Nevzat Kösoğlu, Yaşar Okuyan hepsi “Bizim mahkememiz halen sürüyor. Siz partiler üstü kalın. Herkes istediği partiye geçsin ama sizinle irtibatı kesmesin, gelsinler elinizi öpsünler, sizden fikir alsınlar” gibi fikirlerle partileşmeye karşı çıktılar. Başbuğ da o zaman şunları söylüyordu:

            -“Arkadaşlar ben size fikrinizi artık sormuyorum. Ben yola koyuldum gidiyorum. Bunu size tebliğ ediyorum. İsteyen benimle birlikte gelir, isteyen gelmez”

            Toplantı kısa sürmüş ve bitmişti.            (Üç hilal resmi)

            Ne olmuştu da 1980 ihtilali öncesi MHP’de şerefle görev yapan ve mücadele eden bu isimler şimdi Başbuğ’a karşı çıkıyor ve pasif bir politikadan yana gözüküyordu. Ve onlara göre artık MHP misyonunu bitirmişti.? İşte burada 1980 sonrası milliyetçiler üzerinde özellikle ANAP’’ın yürüttüğü çalışmaların ana hatlarını görmekteyiz. Yine o dönem özellikle uygulamaya sokulan “Faydacılık” akımının etkilerini. İdealistler yalnız MHP’de ve ülkücü harekette mi döküldüler o dönem? Hayır. Sol da aynı dejenerasyonu yaşadı. 1980 öncesi fikir mücadelesi yerine silahlı mücadele içine sokulan bu iki fikir cenahı, bu sefer başka türlü çökertiliyordu. Hakim güçler kendileri için tehlike arz eden iki fikir akımını pasifize etmeye başlamışlardı. Sadi Somuncuoğlu, Nevzat Kösoğlu, Yaşar Okuyan, Namık Kemal Zeybek bir müddet sonra ANAP’a katıldılar. Nevzat Kösoğlu hariç hepsi ANAP’tan milletvekili ve hatta bakan oldular. Kösoğlu Erzincan’dan kendisine verilen sırayı beğenmeyince ANAP’tan milletvekili adayı olmadı.

            Bu insanlar 1980 öncesi hiç kimsenin tartışamayacağı bir mücadele örneği vermişlerdi. Ama 1980 sonrası MHP’yi ve Türkeş’i bıraktılar. ANAP’ta bir süre kaldıktan sonra, hepsi ANAP’tan ayrıldılar ve Başbuğ Hak’kın rahmetine kavuştuktan sonra da MHP’ye tekrar katıldılar. MHP’ye katıldıkları sırada, ANAP çöküş dönemine girmişti. Ve bazılarına göre bu değerli Türk milliyetçileri artık profesyonel politikacı olmuşlardı. Nerenin yıldızı parlıyorsa oraya gidebiliyorlardı. Çünkü göğüslerinde geçmişin şanlı mücadelesi mevcuttu.

            Onlar her zaman gidiş gelişlerine kendilerine göre bir sebep bulabiliyorlardı. Ancak bu sebepler hiçbir zaman tatminkar olmuyordu. Bunlar, MHP’ye geçtikten bir müddet sonra da, şimdi çoğu MHP’den ayrılmış durumda. Somuncuoğlu’nu MHP’den ayıran, görünüşte Cumhurbaşkanlığı sevdası olmuştu. Hatta Cumhurbaşkanlığına adaylığını koymak istediği sıralarda basına yansıyan nahoş olaylara da muhataptı. Ama bazılarına göre mesele Cumhurbaşkanlığı değildi. O MHP’nin başına geçmeyi hesapladığı için böyle bir propagandayı uygun görmüştü. Kendisini partiye alan, milletvekili ve bakan yapan Devlet Bahçeli’ye karşı çıkmıştı.

            Tabi bu eserde tek taraflı olarak MHP tarihinde çok önemli görevler yapmış bu insanları kötülemek gibi bir görünüm vermek istemem. Ancak bütün bu yazdıklarım gerçektir ve ülkücü camiada “böyle kabul edilen” hadiselerdir. Bir fikir hareketi içerisine girmiş olanların ayrılmalarında da, gelişlerinde de kamuoyunu bütün yönleriyle tatmin edecek açıklamalar yapılmak zorundadır. Bunu yapmadığınız zaman ya “dönek” olursunuz, ya “liboş”, ya”profesyonel politikacı” ya da “hain”... Bu durum fikir hareketlerinde değişmeyen bir ilkedir.

            Aslında Türkiye`de siyasette en önemli sorun, "siyasete girenlerin, siyasete niçin girdikleri" meselesidir. Bir insan niçin siyasete atılır ve mesela neden MHP`ye, ya da CHP`ye girer? Siyasete atılanlar öncelikle "halka hizmeti" esas alarak, bu idealle mi hareket etmektedirler? Yoksa siyasete atılmalarında başka bir sebep mi vardır? Keza siyasete halka hizmet için girme kararı alanlar, bir siyasi partiyi seçerlerken neye dikkat etmelidirler? Elbette ki kendi hizmet etme anlayışlarına uygun dünya görüşüne sahip bir siyasi partiyi seçerler. Ama genelde bu prensip pek gerçekleşmiyor. Halbuki bu prensip hem ülkenin kalkınması için hem de siyasetin seviyesi için çok önemlidir. Bir kişi bugün en kötü diye adlandırılan bir siyasi partiye girse ve bu siyasi partiye inanarak ve benimseyerek ve halka hizmet amacını ilk amaç olarak belirlese, bu kişinin topluma olan faydası, halk tarafından en iyi bilinen ve benimsenen bir siyasi partiye başka sebeplerden dolayı giren bir kişiden çok üstte gerçekleşir. Hatta birinde topluma fayda, diğerinde ise topluma zarar vardır. Onun içindir ki siyasilerin birinci derecede sorgulanması gereken tarafları, "niçin siyasete atıldıkları", "siyasi partilerini niçin seçtikleri" meselesi olmalıdır.

            Evet, Dedeman toplantılarından sonra Başbuğ, bu son MHP Genel İdare Kurulu üyelerinin “bu çocuklar mı?” dediği bir avuç ülkücüyle yola koyulmuştu.

            Yine ilk defa Bahçelievler`deki bir büroda ülkücüleri çağırmaya ve görüşmeye başlamıştı. Sonra bürosunu Cinnah caddesine taşımıştı. Sonra Yeni Düşünce Gazetesinin yanına Binektaşı sokağa. Türkiye Büyük Millet Meclisine girdikten sonra da Kelebek sokağa, Çankaya’ya, Tandoğan’a. Ve şimdi de Atatürk Orman Çiftliğinin eteklerinde uyuyor Başbuğ. Ne kadar rahattır, ne kadar değildir kimsenin bilmesi mümkün değil.

(Başbuğun resmi)

            ***

           

1980 SONRASI İLK SİYASİ PARTİLER

            7 Temmuz 1983’te kurulan Muhafazakar Parti yöneticileri Konsey tarafından veto yemiş ve seçime girememişti. Bunun üzerine Mehmet Pamak’ın yerine Ahmet Özsoy geçici genel başkan oldu. Muhafazakar Parti’nin başına daha sonra İsmail Hakkı Yılanlıoğlu geçti. Sonra da; 2 Aralık 1984’de Ali Koç genel başkan oldu. Ali Koç genel başkan olduktan yaklaşık bir yıl sonra 30 Kasım 1985’de Muhafazakar Partinin adı ve amblemi değişti ve Milliyetçi Çalışma Partisi oldu. Milliyetçi Çalışma Partisi Necatibey caddesinde 20 numaralı apartmanda, üç oda bir salonu olan küçük bir dairede faaliyetini sürdürüyordu. Bir avuç insan yediğinden içtiğinden kısarak partiyi ayakta tutuyordu. Bu cefakar isimlerin başında Naci Kamburoğlu, Osman Şen, Ahmet Özsoy, İbrahim Kocaoğlu, İbrahim Dönmez, Salih Çelik, Şeref Çobanoğlu, Naci Şentürk, Halis Sepkin gibi isimler bulunuyordu. Milliyetçi Çalışma Partisinin kurucular kurulu üyeleri şöyle teşekkül ediyordu:

 

Abdullah Çakır

M. Yılmaz Tamer

Osman Şen

Ahmet Kılıçoğlu

Mehmet Alanyuva

Recep Binatlı

Ahmet Mithat Arslan

Mehmet Kıvradan

Salih Çelik

Ahmet Özsoy

Mehmet Tanır

Salih Ezer

Ali Koç

Mesut Topal

Salim Kozan

Cahit Genç

Metin Ergüç

Sebahattin Çankaya

Ergin Bayramcı

Mevlüt Büyükesen

Selahattin Akbulut

Fahrettin Piyade

Muharrem Şemsek

Şahin Türkboyları

Hasan Akgün

Muhsin Koç

Şefik Direnoğlu

Hasan Tokuşlu

Mustafa Tunay Çifter

Şeref Çobanoğlu

Hüseyin Arpagözlü

Muzaffer Kayhan

Yaşar Erbaz

Hüseyin Ünlüel

Naci Kamburoğlu

Yaşar Sarı

İbrahim Dönmez

Necati Vatansever

Yusuf Kırkpınar

İbrahim Kocaoğlu

Osman Özer

Zikri Akın

İsmet Ergani

 

 

 

Siyasi yasaklar daha kalkmamıştı. Dedeman toplantılarından ardından ilk genel kurul oluyordu. Bu arada Abdulkerim Doğru, Hüseyin Abbas ve arkadaşlarının partiye katılmaları gündeme geldi. Yeni bir güç kazanılmak isteniyordu. Abdulkerim Doğru ve arkadaşları Necmettin Erbakan’dan ayrılmışlar ve bir süre aktif siyasetten uzak kalmışlardı. Doğru ve arkadaşlarının partiye gelmeleri ve Doğru’nun genel başkan olması kararlaştırıldı. Abdulkerim Doğru Kars eski milletvekili ve eski bir bakandı. Milli Nizam Partisinin de kurucusuydu ve Milli Selamet Partisinden ayrılmıştı. Bunun üzerine olağanüstü kongre yapmak için Ali Koç genel başkanlıktan istifa etti. İstifa sebebiyle 45 gün içinde kongrenin yapılması yolu açıldı. Bu arada Naci Kamburoğlu partinin genel başkan vekili oldu ve olağanüstü kongrenin gerçekleştirilmesi görevini üstlendi. MÇP olağanüstü kongre divan başkanlığına benim getirilmem uygun görülmüştü. Kongreyi Selim Sırrı Tercan salonunda yapıyorduk. Salon dolar mı diye de endişeleniyorduk. Ama salon dolmuştu. Başbuğ’suz bir genel kuruldu bu genel kurul. Genel kurulda Abdulkerim Doğru genel başkan seçilmişti. Yine bu kongreden sonra Dr. Devlet Bahçeli MÇP Genel Sekreteri olmuştu. Hazırladığımız liste kongreden geçmişti. Listeyi sadece Osman Şen delmişti. Ama divan başkanlığım sırasında bu liste delme işini örtbas etme günahını işlemiştim. Yıllar sonra da Osman Şen’den hakkını helal etmesini istemiş ve helallaşmıştık.  (MÇP amblemi)

            Seçim yapılmış yeni bir hareket kazanılmıştı.

Abdulkadir Doğru ile de “Partinin muhafazakar tarafı güçlendi” diyenler oluyordu. Bu arada MÇP ile RP’nin birleşmesi fikri gündeme geldi. İDP; Aykut Edibali’de bu birleşmede konu oldu. İki partinin yöneticileri bu işe sıcak bakmaya başladılar. Konu tabana da intikal edince ciddi bir hareketlenme söz konusu oldu. Hatta Kahramanmaraş’ta iki partinin il binası tabelaları indirildi. Konuya Başbuğ soğuk bakmıyordu. Ancak “Birleşme” fikri Necmettin Erbakan’a intikal ettirilince işler değişti. Erbakan çok sert bir tavır koydu “Birleşirseniz ben de ayrı bir siyasi partiyi hemen kurdururum” dedi. Bunun üzerine RP Genel başkanı Ahmet Tekdal basına bir açıklama yaparak birleşme çalışmalarının olmadığını söyledi ve böylece bu konu kapanmış oldu.

            İlk işimiz Necatibey caddesinden taşınmak olmuştu. Lütfü Şehsuvaroğlu’nun Libya caddesinde bulduğu, önceleri küçük bir yurt binası olan bir binayı tuttuk. Libya caddesinde 51 numaralı binaydı burası. Birbirine geçmiş çok kapıları olan, küçük küçük odaları bulunan bu yer saray gibi gelmişti bize. Telefonlarını bağlattık. O zamanki telefon numaraları 1352136- 1351476 idi. Ama kışın ısınamıyorduk. Çünkü çoğunlukla kaloriferleri yakmak için gerekli olan kömürü alamıyorduk. Yeterince paramız yoktu.

            Ama sıcak bir havamız, zengin bir gönlümüz vardı.

             Devlet Bahçeli, Ali Güngör, Koray Aydın, Mustafa Mit, Haluk Pirimoğlu ve diğer arkadaşlar bütün imkansızlıklara meydan okuyarak, sımsıcak bir havada çalışıyorduk. Hile, entrika, egoizm ve benzeri duyguların hepsini bir kenara atmıştık.

            Bu imkansızlıklar Abdulkerim Doğru genel başkanlıktan ayrılıp Başbuğ genel başkan olduğunda da uzun bir süre devam etti. Başbuğ’un odasında ancak kendini ısıtan bir küçük elektrik sobası vardı. Başbuğ çoğunlukla o meşhur siyah pardüsüsü ile oturuyordu. Elektrik sobasının ancak on santimetrekare etrafını ısıttığını o da biliyordu ama bizi kırmamak için “bu ocağı kaldırın” demiyordu.

            Gidenimiz gelenemiz çok fazla değildi. Sadece belli arkadaşlar sürekli olarak geliyor, bilgi alışverişinde bulunuyor, sohbet ediyorduk. Ama yine de parti binamız hiç boş kalmıyordu.

            Hareket yeni bir ivme kazanmıştı.



Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.