Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1832
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10791
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 756
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
DİN VE SİYASETİN BARIŞ YOLU 1 - Rıza Müftüoğlu-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DİN VE SİYASETİN        

 

 

             BARIŞ YOLU

 

 

 

 

 

 

 

                 

RIZA MÜFTÜOĞLU

 

 

 

 

 

 

 

                 

ANKARA-2007

 

İçindekiler:

 

 

Giriş..............................................................................4-5

 

Din...................................................................................6-15

 

Devlet..............................................................................16-40

 

Siyaset.............................................................................41-48

 

Din Siyaset ilişkilerinde çatışma

Nerede başlıyor................................................................49-52

 

Din İstismarı/Din adına hareket edenlerin

Durumu ile Laikliğin istismarı.........................................53-59

 

Din ve demokrasi.............................................................60-72

 

Devletin örgütlenmesi neye dayanmalıdır........................73-78

 

Laiklik ( Barış yolu)..........................................................79-88

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GİRİŞ

 

Din-Siyaset ilişkileri günümüz Türkiyesinde hala daha tam çözüme ulaşmış ve tartışma ortamından çıkmış bir konu değildir.

Bu meselenin çözümü, öncelikle devlet, din, demokrasi, dinin istismarı konularının, en azından ana esasları dahilinde tam anlaşılmasıyla mümkün olabilir.

Öncelikle şunu bilmek durumundayız ki din ve devletin toplumlar üzerindeki etkisini aşacak başka bir güç yoktur.

Mesele bu iki gücün toplum yararına nasıl çalışacağının belirlenmesidir. Bu belirlemede Batı’lı ülkelerdeki  sistemlerin aynen örnek alınması çabası, bu iki gücü belli kalıplara hapsetme gayretini doğurmamalıdır. Batı’daki laik modeli ülkemiz şartlarına göre uyarlamak ve bu iki gücün çatışmadan,  görev sahalarını belirlemek suretiyle toplum  üzerindeki etkilerini sürdürmelerini sağlamak lazımdır.

Din, devlet ve siyaset derken aslında  birbirleriyle çatışması mümkün olmayacak kavramlardan bahsetmekteyiz. Ancak çatışma bu iki gücü temsil edenler arasında çıkmaktadır.

Siyaset ve devlet adamları, elinde bulundurduğu devlet gücünü müdahalesiz  kullanmak isterken, dini temsi edenler de görevlerini yapmak ya da bu itibarlarından fazlasıyla faydalanmak istemektedirler. Bu istekler bir çatışma meydana getirebilmektedir. Bu çatışmada bazen devleti temsil edenler, bazen dini temsil edenler, bazen de her ikisi yanlış bir yol izleyebilmektedir.

Devlet adamlarıyla din adamlarını de tek bir otorite yapıp bu sorunu kökünden ortadan kaldırmanın yolunu bulunduklarını sananlar olmuştur. Ama tarih bize bu yolun baskı, kan, gözyaşı vermekten öteye geçmediğini anlatmaktadır.

Zaten toplum, bir hiyerarşi içinde yaşayıp gelişebilmektedir. Devlet adamlarının, din adamlarının, doktorların, mühendislerin, ekonomistlerin, işçilerin, çiftçilerin vb. birinin eksikliği toplum yaşamını sıkıntıya sokmaktadır.

Biz, bu kitapta dinin ne olduğunu ve özellikle devlet yönetimi açısından nasıl anlaşılması gerektiğini, devletin ne olduğunu ve dinle olan ilişkilerini, siyasetin ne olduğunu ve dinle, devletle olan ilişkilerini, demokrasi ve dini, din ve laikliğin istismarını ve laikliği ortaya koymak suretiyle  Din-Siyaset ilişkilerine yeni bir boyuttan bakılmasını sağlamaya gayret ettik.

Çünkü, laiklik bu gün asıl mecrasında tartışılmamaktadır. Batı’daki laik sistemi aynen görmek isteyenler batı mantığı ile hareket ederken, öte yanda İslami açıdan bir devlet düzeni arayışları içinde olanlar da başka yörüngelerde gezinerek laik sisteme karşı çıkmakta ve bu iki kesimin toplum üzerindeki etkisi azalmadığından da “laik”, “antilaik” kamlaşması ortadan kalkmamaktadır.

         Laikliğin Batı’da doğması bizim Müslümanlar olarak peşin bir yargı ile karşı durmamızı gerektirmez. Bu mantık matbaayı Batı’lılar icat etti diye on yıllarca kullanmak istemeyen zihniyetle aynı çizgiye gelmek gibidir. Mesele, Bat’ı da çıkan laik sistemi Müslüman bir topluma adapte edebilmek, “Müslümanların laik düzeni” dedirtebilmektir.

         Dini istismarın olmadığı, din adamlarının görevlerini müdahalesiz yaptığı, İslamiyet’i tebliğ etmede hiçbir engelle karşılaşmadığı, dindar vatandaşların dini hizmetlerinin verildiği, devleti de, yalnız devlet ve siyaset adamlarının yönettiği, yani din ve devlet adamlarının görev sahalarının net bir şekilde belirlendiği, din ve devlet adamlarının birbirlerinin görev alanlarına müdahale etmediği, ama olağanüstü dönemlerde birlikte hareket ettikleri, demokrasinin; seçme seçilmenin var olduğu, iyi yöneticilerin seçildiği, kötülerin devletin başında kalamadığı bir sistemi, bu da “Türkiye’nin laik sistemi”dir diyeceğimiz ve gelişen ve değişen şartlara göre esnekliği bulanan bir yapıyı insanlığa ve özellikle Müslüman ülkelere sunabilmeli ve bu tartışmaya artık son verebilmeliyiz.  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DİN

 

Din, insanın, kaderini bağlı gördüğü üstün bir güç veya ilkeye inancı;Bu inancın sonucu olan ve bir yaşama kuralı yaratabilecek zihni ve ahlaki tutum.(Meydan Larousse. 3.cilt.sayfa:705)

Din, inanç, itaat, adet, gidilecek yol, hesaplaşma, ibadet, şeriat gibi manalara gelir. Din, ilahi ve kutsal inançlar ve pratik yaşayışlar (ibadetler) sistemidir.(Yeni Türk  Ansiklopedisi.2.cilt. sayfa:671)

Din, her şeyden önce bir inançtır. Kesin inanmaya dayanır. Dini inancın diğer inançlardan en büyük farkı ilahi bir kaynağa dayanmasıdır. Çoğu dinlerde ise bu ilahi kaynak Allah’a dayanmaktadır.

“İnsan; duyan, düşünen, dileyen ve inanan mahluktur. İnsanın tarifi budur. İnanma melekesi yaratılanlardan sadece insanoğluna mahsustur. Bunun içindir ki insanı ‘dindar mahluktur’ diye tarif ederler.”( Din ve Laiklik. Ali Fuat Başgil. Sayfa:69. Paragraf:1)

Bundan dolayıdır ki insana hükmetmek isteyenlerin bir kısmı bu inancı yok etme, bir kısmı ise istismar etme yolunu seçebilmektedir.

Din, insana yaptığı etki açısından toplum düzenini sağlamada  hiç bir devlet müeyyidesinin tam başarılı olamadığı insan ihtiraslarını frenlemede de  en kuvvetli manevi bir dizgindir.

Din her türlü menfaatin ötesinde kutsal bir kurumdur. Bu kutsal kurumun istismarı hem  dini açıdan hem de her türlü dünyevi konular açısından sakıncalı ve yanlıştır.

Din kaynağı itibariyle Allah’a, tebliğ yönünden peygambere, uygulanması yönünden de toplumlara, insanlara dayandırılır.

Din de insanlar, kendini yaradan Allah’ın  kendilerine ceza ve mükafat vereceğine  inanmakta ve iki cihanda saadeti Allah’ın buyruklarına uyarak yaşayacaklarına iman etmektedirler. Çünkü din insanı hem bu dünyada hem de ebedi dünyada kurtuluşa götüren buyrukları içinde taşır.

Dindar bir insanı, dine inanan bir insanı bu gerçeklerin dışına taşımak mümkün değildir.

İnanan bir insana, genel anlamda dinden daha etkili olabilecek bir kuvvet yoktur.

Dindar insanların, bu keskin inançlarının sarsıldığı nokta ise insan hayatında karşılaşılan  çok çeşitli olayların bir bölümü karşısında hangi çözüm yolunun dine uygun olup olmadığının belirlenmesinde meydana gelmektedir. Çünkü kutsal kitaplar, her olayın anahtarını vermekte ama çoğunlukla bu anahtarlar peygamberler tarafından kullanılabilmekte, peygamberlerin de her konudaki yol gösterici sözleri ise geleceğe din alimleri tarafından aktarılmaktadır. Din alimleri, peygamberlerin  tamamıyla açmadığı hususları da kendi görüşleri paralelinde ortaya koymaktadır. Bu durum ise din alimlerinin  önce kendi aralarında çelişkili ya da farklı yorumlarını insanların önüne getirmesini doğurmakta ve keskin inançlar günlük yaşantıda karşılaştıkları problemler karşısında  sarsılmakta ve yeni arayışların doğmasına sebep olmaktadır.

Yani, inanan insan önce kendi kutsal kitabının, sonra peygamberinin ve din alimlerinin sözleriyle doğru yolu bulmaya çalışmaktadır. Burada önemli olan inanan bir insanın, her konuda ve her halde yaptığı işin dinine uygunluğunu aramasıdır. Ancak bu arayışın çoğunlukla  yakın çevrede ve ulaşılabilen din adamları ve din alimleri vasıtasıyla olduğunu bilmek durumdayız. Dinini kendi araştırmalarıyla öğrenme yolunu seçenler ise ne yazık ki çok az sayıdadır. 

 

xxx

 

İslamiyet açısından, din alimlerinin geçmiş tarihlerdeki rolü bu gün bazı din alimlerince “sultanlara hizmet etmekle” suçlanabilmektedir. Onun içindir ki bu gün din alimlerine, araştırmacılara çok büyük görevler düşmektedir.

Çünkü “Hz. Peygamberimizin döneminde sadece 13 sayfalık bir tefsir metninin olduğu, diğeri ise Hz. Ömer’in 8 yılda bakara süresini kavraması ve ezberlemesidir..... Yine Kur’an-ı Kerim üzerinde çalışarak tefsir kitabı yapmak yerine Tevrat’tan ve Yahudi bilginlerinden alınanları eksik fazla demeden İslami bilgiler diye takdim etme kopyacılığı ve kolaylığına düşenlerin İslamiyet’e yaptıklarına dikkat etmek ve bu sebeple de her bilgiye “evet, doğrudur” dememek önemli olmaktadır” (Kur’an devrimi üzerine bir inceleme. Cemal El-Benna . Tercüme ve yorum: Dr. Adem Akın, Rıza Müftüoğlu)

Buradan anlamaktayız ki bu gün önümüzde yer alan tefsir kitapları ve hadisler yeniden İslam bilginlerince ele alınmak zorundadır. Ama yeniden ele almak yerine eskileri  ele alıp mevcut düzeni tenkit yolu onlara nedense daha cazip gelmektedir. Halbuki İslamı hayata açmak isteyenler, onun her meselesini ilme de dayanarak ortaya koymaya çalışmalıdırlar.

Mesela Cemal El-Benna  “kadın mahremdir...” hadisi ile ilgili olarak nelere işaret etmektedir:

“”Kadın mahremdir...” Bu hadis sağlam bir hadis değildir...”kadın mahremdir hadisi  genel kural olarak benimsendi. Halbuki senin yarın mahremdir ifadesi ile bir millete yapılacak ayıp ve kusurdan daha büyük ne olabilir? Kur’an’ı Kerim bu zedeleyici sözcüğü bu manada hiç kullanmamıştır. Allah, kadını erkeğin ortağı ve paydası olarak kılmıştır”.

Gerçekten de bir kadın bir bütün olarak mahrem olamaz. Sadece kadında mahrem yerler vardır. Ancak mahrem yerler sadece kadınlarda değil erkeklerde de vardır. Böyle olunca mahrem yerleri kapatmak gereğini, mahrem yerleri olanları bütünüyle mahrem kabul etmeye ve bir kadını bütünüyle mahrem görmeye dönüştürmek ve bunu yaparken de erkeği bundan ayrı tutmak çok yanlıştır. Bu hadisle aslında yapılan iş, kadına değer vermemek ve toplumdan dışlamaktır. Halbuki kadınlar da erkekler gibi çalışmalı, incelemeli, araştırmalı ve yönetmelidir.

  Onun için dini gerçekleri anlatmada din alimlerine günümüzde çok işler düşmektedir. Çünkü inanan bir insanın dinine uygun olsun veya olmasın bir uygulamayı dinine ters gördüğü vakit bundan memnun olması mümkün değildir. Bu memnuniyetsizlik ise muhakkak bir arayış doğurur. Bu arayışın hangi çözüm yolunu  getireceği ise çok kolay kestirilemez. Çünkü inanan insan sırasında bir atom bombası kadar etkili olabilir.

 

xxx

 

Ülkemizdeki inanan insanlar, hiçbir ülkeninkine benzememektedir dersek çok büyük bir eksiklik içinde olmayız.

Ülkemizde yaşayan insanların çok büyük bir bölümünü inanan insanlar olarak kabul edebiliriz. Ancak sahip olunan dini bilgiler açısından hem çok farklı ve hem de çok sayıda kesimlerden bahsedebiliriz. Çünkü dini öğretim Osmanlı’dan gelen geleneksel  öğreti ile bu günkü şartların gerektirdiği öğreti arasında hala daha sıkışmış kalmış durumdadır. Ve olması gereken mecrada değildir.

Türk insanın din-devlet ilişkileri açısından durumu ise başlı başına incelenmesi gereken bir örnek olaydır. Mesela ülkemizde  Alevi vatandaşlarımız İran tipi bir rejim yerine laikliği hararetle savunurken laiklik karşıtı guruplar ise Sünni Müslümanlar arasından çıkmaktadır. Sünni’lerden çok dindar olanların bir bölümü, İran tipi bir yönetimi arzuladıklarını söylemektedirler. Halbuki Sünni mezhebe mensup olan din alimleri laik düzene uygun görüşlere açık bulunurken, Şii mezhebinde devlet adamı ile din adamı aynı kişidir.Yani bu mezhep, din ile siyaset gücünü tek elde toplayan bir yolu uygun bulmaktadır. Ama ülkemizdeki durum yukarıda belirtildiği üzere terslik arz etmektedir. Bu durum da din-siyaset ilişkilerinde asıl mecranın dışında olduğumuzu gösteren bir ayrı örnektir.

 

xxx

 

Din, insanlar üzerinde en etkili olan bir kurumdur. Bu etkinin asıl kaynağı ise  Allah’ın buyruklarının dinle insanlara intikal etmesindedir. Bu durum ise dini dikkate almayan hiçbir hareketin uzun süre başarılı olamayacağını göstermektedir.

Din, geniş anlamıyla kul ile Allah arasında bağdır.(Laiklik ve din. Prof. Dr. İbrahim Agah Çubukçu. Sayfa:5 paragraf:1) Ancak kişi bu bağı en iyi şekilde kurmak için daima din adamlarına, din alimlerine sorar, çeşitli yollarla öğrenmeye çalışır ve bu yolda kendisine yardımcı olan ve yol gösterene büyük bir saygı ve hatta bağlılık duyar. Dini, insanın sadece vicdanıyla çerçevelediğini ve bunu toplum yaşamına aksettiremeyeceğini düşünmek ve kabul etmek bir büyük yanılgıdır. Bunun yanısıra, kişiler üzerinde din adamlarının etkilerinin ve yönlendirmelerinin olmaması gerekmektedir mantığı ile hareket etmek de yanlıştır. İnanan insan, sorar, araştırır, mukayese eder, anlatır, yönlendirmeye çalışır, yani dini vicdanı ile sınırlı tutamaz. Önemli olan  din adamlarının, inanan insanlar üzerindeki tesirleri ve inanan insanların bu özellikleri sebebiyle bir “sınıf” bilinci içerisinde yönetimi zorlayıp zorlamadıkları meselesi olmalıdır.

Hz. Peygamber “İslam’da özel din adamları sınıfı yoktur” buyurmaktadır. Buradan anlamaktayız ki İslamiyet’te Hıristiyanlık da olduğu gibi Ruhbanlık yoktur. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi din adamlarının toplumda ayrı ve saygın bir yerinin olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Din adamlarının devlet yönetiminde bulunduklarında ise  bu saygı ile birlikte devlet yönetimin verdiği statü birleştiğinde  özel bir sınıfın doğacağını belirtmek çok yanlış olmayacaktır.

 

xxx

 

Dinlerin iki temel unsuru vardır. Biri iman; en yüksek derecedeki inanç diğeri ise amel; uygulamalardır. Daha çok amellerde yani uygulamalarda Müslümanlar arasında tam mutabakat hiçbir zaman gerçekleşememiştir. 

         İslamiyet tektir ama Müslümanlık farklı farklıdır. Bu durum ise İslamiyet’in emrettiklerinin farklı farklı yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Bu gün İslamiyet’in en önemli farzlarından olan namaz kılma şeklinde bile bir mutabakat yoktur. Bunun içindir ki yönetim meselesinde halkı aydınlatmada din adamlarına ve aydınlatmanın en iyi şekilde yapılması için gerekli olan zeminin sağlanmasında devletin önemli görevleri vardır. 

Mesela İslamiyet’te mezhepler vardır. Aynı mezhepte de tarikatlar ve dini guruplar vardır. Aynı mezhepte olanların farklı farklı görüşleri bulunmaktadır. Hala daha cami imamlarına her namazdan sonra sorular sorup öğrenmek isteyen Müslümanlar vardır. Çünkü hem sürekli değişen ve gelişen şartlar hem de her zaman dini meseleleri bilenin de bilmeyenin de konu edinmesi söz konusudur.

         Mezheplerin doğuşunu, ilk bakışta dini yorumlama farklılığına bağlayabiliriz, ama mezhepler tarihini biraz incelediğimizde görmekteyiz ki mezheplerin doğuşunda dini faktörlerin yanı sıra  sosyal, kültürel ve siyasi faktörler de etkili olmuştur. Bu durumda İslamiyet’te inanç ve uygulama farklılıklarında siyaset ve yönetimin etkilerinin var olduğunu anlamaktayız.

         Onun içindir ki İslamiyet’i iyi anlamak ve anlatmak lazımdır. Özellikle devlet yönetimi açısından, din-siyaset ilişkileri açısından bu çok önemlidir.

        

 

 

 

 

 

xxx

 

İslam adı doğrudan Allah tarafından verilmiş bir dinin adıdır ve “teslim olma, boyun eğme, barışa ve huzura kavuşma, huzur ve esenlik” anlamlarına gelen Arapça bir kelimedir. (Din ve Laiklik üstüne düşünceler. Prof. Dr.Ethem Ruhi Fığlalı. Sayfa:1 paragraf:1)

         Aslında barış ve esenlik, İslam’da hakim fikirdir ve İslamın gösterdiği hedef, çağırdığı amaç “esenlik yurdu” (duru’s-selam) dır.(Yunus 10/25) Böylece İslam, özü itibariyle bir barış ve esenlik dinidir.( aynı eser 2.sayfa)

         İslamiyet bütün insanlara hitap eder , evrenseldir. Hazreti Ali’nin “Müslüman olan dinde kardeşin, Müslüman olmayan yaradılışta senin gibi bir insan kardeşin” sözü de Müslümanların kendi dinleri dışındakilere hangi açıdan bakmak gerektiğini işaret etmekte bu şekilde  evrensel bir düşünceyi anlatmaktadır.

         Cemal El-Benna Kur’an’ı Kerim’in insanlara yedi değeri işaret ettiğini ve insanın da aklını çalıştırarak  bu değerleri uygulamaya çalışmasını istemektedir. Bu değerler şunlardır:

1-Sevgi,

2-Barış,

3-Adalet,

4-İyilik, incelik,

5-Şefkat, merhamet,

6-İnsanların her şeyini güzel görme, müsamahakarlık,

7-Nefsi arzularına köle olmama.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

xxx

 

İslamiyet’te dine girme ve dinden çıkma, bir otorite kurum ve kişi ile ilgili ve bağımlı değildir.

İslamiyet’te imamlık bir sınıf değildir. Bir yeterlilik ve görev adıdır. Din alimleri bir statü için değil, ilim yapmak ve ilmi yaymak için gayret ederler.

Ancak din alimlerinin ve din adamlarının toplumda her zaman saygın bir yeri vardır. Mesela bir doktorun, bir ziraatçının, bir devlet adamının toplumda saygın bir yeri vardır ama din adamlarının saygınlığı bunların yanında daha farklıdır ve insanlarla derin bir ilişkiyi doğurmaktadır.

Dine karşı çıkmak, doğru değildir. Din adamlarının yanlışlığını  din de aramak da doğru değildir.

Müslümanların kitabı Kur’an-ı Kerim’dir.

“Kur’an’ı, Kur’an-ı Kerim “nur”, “şifa ve rahmet”, “öğüt”, müjde”, “hikmet dolu”... olarak vasıflandırılmaktadır” (Kur’an devrimi üzerine bir inceleme. Yazan Cemal El-Benna. Çeviri ve yorum: Dr. Adem Akın, Rıza Müftüoğlu. Sayfa:17)

Kur’an’ın bu vasıflarıyla ilgili  birden çok ayet vardır. Ad suresi 29. ayet bunlardan biridir. Bu ayette şöyle buyurulmaktadır: “Ey Muhammed! Sana bu mübarek kitabı, ayetleri düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik”

Buradan da anlaşılmaktadır ki Kur’an’ı Kerim’,  hiçbir ayetinde bir sistem, devlet sistemi olarak vasıflandırılmamıştır.

Öte yanda İslamiyet’i  düzeni tehdit eden bir ideoloji olarak görmenin doğru olmadığını, bu konudaki bazı saplantıların bir kısım siyasetçi ve yöneticilerin kendi eksiklikleri toplumdan saklamak amacıyla ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

İslamiyet ve diğer dinlerin hepsi inançları çerçevelemektedir. Burada, ilk dikkat edilmesi gereken, dini temsil edenlerle dini karıştırmamak olmalıdır. Devlet dini temsil edenlerin faaliyet alanını belirlediği takdirde ve sahadan engelleyici unsurlarını kaldırdığı takdirde sorun kalmaz.

Din zaten devletle, milli bir coğrafya ile sınırlandırılamaz. Dinler, bütün insanlara;dünyaya yönelen hareketlerdir. Dün bu yönelişte silahlı güçler söz konusu olurken, bu gün bu yönelişler daha çok özgür ve sivil hareketler zemininde  gerçekleşmektedir. Bu gün başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Batı’lı ülkelerde Müslüman olanlar, kılıç zoru ile Müslüman olmamışlardır.

Zaten İslamiyet’te gönülleri feth etmek esastır.Silahla İslamiyet’i yaymak asla ve asla esas unsur değildir. Hatta bu nedenledir ki bazı din adamları Osmanlı İmparatorluğunun kılıçla elde ettiği  İslam’i gelişmeyi İslamiyet açısından tartışmalı bulmaktadır.

Demek ki din adamları, devletin gücü ile zora dayanan bir tebliğ metodunu değil, gönülleri feth eden br tebliğ metodunun tercih etmeliler. Burada din adamları sadece devletinden tebliğ etme görevini yerine getirirken kendinin korunmasını isteyebilir. Yani görevini yaparken devletinden müsait zemin oluşturma talebinde bulunabilir.

İslamiyet’in gelişiminde “tebliğ” in esas olması, İslamiyet’in dünyaya yayılmasında  İslami devlet arayışları yerine başka bir İslami hareketi   20. yüzyılın sonunda  Hindistan’da meydana getirmiştir. Muhammet İlyas tarafından kurulan ve dünyayı yeniden İslamlaştırma hareketine yönelen “Tebliğ cemaati”de  İslam Devleti yerine tebliğle dünyaya İslamiyet’i yaymayı öngörmekteydi.

 

xxx 

 

Türkiye açısından İslamiyet’in, düzeni tehdit etmek bir yana bazı dış sarkmalara da engel teşkil etmesi açısından da düzenin ayakta durmasına yardımcı olabileceğini de söyleyebiliriz. Mesela bazı Müslüman ülkeler İslamiyet’i bir emperyalizm veya sömürü aracı olarak kullanabilmektedirler. Bu tür İslami dış tehditler karşısında   alınacak en iyi tedbir, Türk toplumunun İslamiyet’i gerçek anlamda bilmesi ve anlamasını temin etmektir.

İslamiyet’in mevcut düzen için bir tehdit unsuru olamayacağının bir diğer sebebi de şudur. İslamiyet’te  Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir ruhban sınıf yoktur. Dinin istismarı önlendiği takdirde ortada bu yönde bir tehlikeden bahsetmek zor olur.

Yine Türkiye’de bütün tarikatların ve dini gurupların dini lider olarak benimseyecekleri bir din adamı veya din alimi de bulunmamaktadır. Bu ittifakın olması da mümkün değildir. Çünkü ne kadar dini gurup ve tarikat varsa o kadar birliktelikten uzak kalınmıştır demektir.

Özet olarak bir devlet için İslamiyet’in  mevcut düzen için bir tehdit oluşturması mümkün değildir. Düzen iyi işliyorsa hiç değildir. Ama mevcut düzen bozuksa elbette ki her türlü tehditten bahsetmek mümkündür.

Mesela:Siyasi İslam’ın günümüzdeki  en etkili din alimlerinden bir olan Seyyid Kutup, siyasi İslam’ın manifestosu olarak kabul edilen “Yoldaki işaretler” adlı eserinde dini yorumların yanı sıra  dünyadaki yönetim bozukluklarından bahsetmekte  ve “ İnsanlık yeni bir önder arıyor. Yeniden bir diriliş bekliyor” demekte, bu şekilde de mevcut sistemlerin aksaklıklarından da faydalanarak ortaya konan fikirlere baştan taraftar toplama yolunu çok ustalıkla bulabiliyor. Bu metodu nedeniyle olacak ki Seyit Kutup öğrencileri ve yoksul ve işsiz gençleri yanına çekmiş ama orta sınıfı ve din adamlarını yanına alamamıştır. Yine ünlü İslamcı Mevdudi de Pakistan’da  orta sınıfın bir bölümünü yanına alabilmiş ama Pakistan halkının ciddi bir desteğini görememiştir. Yakın dönemde sadece Humeyni din adamlarını ve aydınları ve halkı yanına alarak başarılı olabilmiştir. Burada da Şah döneminin özellikleri ve Avrupa’nın Humeyni ve kadrosuna etkisi ve desteğiyle İran’da ki mezhebin büyük etkisi söz konusudur  

Ülkemiz açısından bu tezimizi tercüme edersek şunu söyleyebiliriz. Türkiye’de laik düzenin öncülüğünü yapan siyasi partilerin iktidardan uzak kalmalarında asıl etken laikliği savunmaları değil, devlet yönetimindeki başarısızlıklarıdır.

İslamiyet’ten uzak kalınarak, dinin toplum üzerindeki etkisini görmemek suretiyle veya bu etkiyi azaltıcı tedbirlere başvurmak suretiyle bir tedbirler manzumesi çabası gereksizdir. Önemli olan kurulan düzenin adaletli olmasıdır.

 

xxx

 

Laiklik Avrupa’da ortaya çıkmıştır ama batılı ülkeler hiçbir zaman dini temsil edenleri tamamen dışlayıcı bir yola gitmemişlerdir. Üstelik batılı ülkelerde zaman zaman dini temsil edenlerin iktidarlara buyurucu istekleri de ulaşmaktadır. Bunun en bariz örneği Vatikan’dır. Katolik doktrin devlet üzerindeki isteklerinden vaaz geçmiş değildir.Demokratik sistemi kabul etmekte ancak din dünya ayırımını benimsememektedir. Papa öldüğü zaman  bütün Batılı liderlerin  Papanın cenazesi önünde diz çükmüş olmaları, Ortodoks Kilisesinin  Yunanistan ve Rusya’daki ağırlığı, İsrail’in din ile milliyeti birleştirerek devlet yapısını buna göre uyarlaması laik düzen savunucularının hangi kabul ve saygı içerisinde olduklarını anlatmaktadır.

Bütün bunlar göstermektedir ki Batı bile daha önce yıktığı düzenin eski sahipleri din adamlarına saygı çizgisinden, onları kabul noktasından çıkmamaktadır.

Onun içindir ki bazı gereksiz tedbirlere ve endişelere başvurmaya çalışmamak lazımdır. Bütün mesele din-devlet ilişkilerinde sınırları iyi çizebilmektir.

 

xxx

 

Özet olarak şunu söyleyebiliriz ki dinin insan ve toplum üzerindeki büyük etkisini kabul etmeliyiz. Bu etkiyi bilmek, dini vicdanlara hapsetmek ve toplumda dinin etkisini azaltmak gibi tedbirlere itibar etmememizi gerektirmektedir. Dinin özellikle devlet yönetimi açısından  iyi anlaşılmasını sağlamak için din adamlarını araştırma , inceleme ve anlatma;tebliğ etme gayretlerini teşvik etmeliyiz. Hatta bunları önemle istemeliyiz. Din adamlarının toplumdaki  saygınlıkları sebebiyle  siyasete karışabilecekleri ve hatta talip olabileceklerini bilerek gerekli tedbirleri almalıyız. Din alimleri ve din adamlarının kendi sahalarında siyasete karışmadan görevlerini en iyi şekilde yapmalarına müsait zemin sağlamalıyız. Devlet adamlarıyla din adamlarının görevlerinin ayrı olduğunu topluma benimsetmeliyiz. Dini hizmetlerin devlet tarafından  herkese eşit bir şekilde vermesi yükümlülüğünde olduğunu kabul etmeliyiz. Siyasetin bir ilim olduğunu, yönetimin ilmi usulleri esas alarak gerçekleştirilmesi lazım geldiğini bilmeliyiz. İslamiyet’in  ilme ne derecede önem verdiğini anlatmalı, anlattırmalıyız.

 Özetle toplumun idaresinde “Bir barış yolu” sağlanmalıdır ki toplum iyi idare edilsin, iyi korunsun, toplum gelişsin, yükselsin, refah içinde yaşasın.

Toplumu idare edenler “din”in gücünü dikkate almayan bir yolu tercih etmemelidirler.

 

 

 

DEVLET

        

Devlet, “milletin hukuki kişilik kazanmış şeklidir.”, “Devlet, milletin hukuki nizamıdır.”, ”Devlet, belli bir ülke üzerinde yerleşmiş, aynı otoriteye itaat eden ve manevi bir şahsiyet olarak düşünülen bir insan topluluğudur.( Yeni Türk Ansiklopedisi. 2. cilt.sayfa 657)

         Devlet, bir hükümete ve ortak kanunlara bağlı teşkilatlı millet veya milletler topluluğu.( Meydan Larousse 3. cilt sayfa:620)

Devlet, günümüzde  milletlerin oluşturduğu en üst teşkilatlanmadır.

Gazali’ye göre, mesut bir toplum için, hak ve adaleti icra ve infaz eden üstün bir otoritenin bulunması şarttır. Gazali’ye göre bu otorite devlettir.

Yine Gazali, din devletle, devlet orduyla, ordu servetle, servet kalkınmayla, kalkınma da adaletle mümkündür  diyerek dini açıdan da devletin gerekliliğine işaret etmiştir.

Gazali ayrıca başka bir tespitinde din ile sultanlığın arkadaş , ikiz kardeş olduğunu, iktidarın dini koruduğunu belirtmiştir.

Devlet tarifi üzerinde hukukçu ve düşünürler arasında tam bir ittifak yoktur. Ancak devletin önce bir topluluk, bir vatan ve bir kamu organizasyonu ile ortaya çıktığını ve bu noktada genel bir mutabakatın olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, devletinin günümüzdeki fonksiyonları açısından kendi sınırları dışına çıkabileceğini de kabul etmek gerekmektedir.

Demokrasi ile idare edilmeyen ülkelerde devleti idare eden kral veya benzeri yöneticilerdir. Demokrasi ile idare edilen ülkelerde ise devlet hükümet olanlarca idare edilir. Devletin işleyiş şekli de yasama görevi yapan meclis tarafından çıkartılan kanunlarla belirlenmektedir.

Devlet her şeyden önce kendini oluşturan topluma korumak, ona hizmet etmek ve bu topluma nizam vermekle yükümlü bir teşkilattır. Devlet geniş anlamıyla hüküm sürdüğü toplumdaki bütün kurumları kapsar. Ancak özel kuruluşlar devlet kavramı içerisinde mütalaa edilmezler. Bir devlet lisesi devlet kavramı içerisindedir ama özel bir lise devlet kavramı dışında kalmaktadır. Bazı ülkelerde belediyeler devlet kavramı içerisinde bulunurken ülkemizde belediyeler devlet kavramı dışında kalmaktadırlar ama resmi hizmetleri ifa ettikleri için de bir kamu kuruluşu niteliğini taşırlar. Ama devlet, bütün kurumları denetler, gözetler. En azından bütün kurumlar devletin izniyle kurulurlar. Bu açıdan devleti özel veya resmi hiçbir kurumun dışında görmemek lazımdır.

 

xxx

 

Devlet, hükümet edenlerce idare edilirler. Hükümet edenler de bu makama siyasetle gelirler. Onun içindir ki siyasetle devlet arasında çok yakın bir ilişki mevcuttur. Siyasetten etkilenmemesi gereken kurumlar; yargı ve özerk kurumlar bile neticeden bu statülerini de siyasetle elde edebilmektedirler. Bu bakımdan siyaset ve devlet çok iç içe olan kavramlar olarak kabul edilmelidir. Siyaset, en azından  devleti çalıştırmakta, çalıştırmamakta, iyi ve kötü çalıştırmakta tek etken olmaktadır.

“Ibn Haldun devletin temellerinin bir veya  iki büyük ahlak prensibine dayandığını iddia eder, Birlik duygusu yahut kütle şuuru ve Din”(İslam’da siyasi düşünce ve idare üzerine araştırmalar. Müellifi:Prof. Harun Han Şirvani. Sayfa:100)

“Devlet, kimilerine göre hükümet ve iktidarın kendisi;kimilerine göre, her türlü güç ve kudretin dayanağı; kimilerine göre de her türlü iyilik ve erdemin kaynağıdır.(Ibn Haldun. Devlet.Çeviren:Osman Arpaçukuru. sayfa:8)

Ancak günümüzdeki demokratik ülkelerde, siyasal iktidarların büyük ölçüde etki alanında olan devleti  bütünüyle sadece kendi istekleri doğrultusunda kullanabildiklerini söylemek güçtür. Yani siyasal iktidar, kuvvetler ayrılığına dayanan bir yapıda, bu  yapının engelleri sebebiyle ve genelde de mevcut Anayasa ve kanunlar nedeniyle tek başına istediği gibi yürüyememektedir. Devlet üzerindeki yaptırımı  ancak sistemin izin verdiği ölçüde olmaktadır. Ancak bütün bunlara rağmen siyasal iktidar ve devlet toplum açısından dikkate alınan en büyük güçlerdir.

        

 

 

 

 

 

 

 

xxx

 

Devlet nasıl olmalıdır?

Devletin bir sınıf veya sınıflar hakimiyetine dayanmaması, siyasi partiler dahil belli grupların hakimiyetlerine araç yapılmaması yani tarafsız ve adil olması en çok tartışılan konuların başında gelmektedir. Devleti asıl fonksiyonlarından saptıracak yada istenilen düzeyde yürütecek olan siyasi iktidarlardır. Bu noktada siyasi kadroların ve siyasi liderin özellikleri önemli olmaktadır. Çünkü bu gün derecesi ne olursa olsun siyasi kadrolardan menfi veya müspet etkilenmeyecek bir devlet yapısı bulunmamaktadır. Ancak burada şunu söylemek gerekmektedir ki demokrat ülkelerde kötü yöneticiler kısa bir sürede değiştirilebildiği halde, kraliyet ve hanedanlıklara dayalı yönetimlerde bu çok zor olmakta ve çok uzun bir süre gerektirmektedir.

Bu noktada İslamiyet’in de devlet yapısı ve şeklinden ziyade yöneticilerde aranacak vasıflar üzerinde durduğunu belirtmek gerekmektedir. “İşi ehline vermek” İslamiyet’te önemlidir.

Kur’an-ı Kerim’de, Nisa süresi 58. ayette şöyle buyurulmaktadır:”Şüphesiz Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir, görür.”

“Bilindiği gibi İslam, kendi başına belirli bir politik sistem önermemektedir. Belki bazı “temel ilkeler” vermektedir.”(Din ve laiklik. Kadir Canatan. Sayfa:55. Paragraf:1)

İslami açıdan  yöneticilerde aranan vasıflar, İslami incelemelerde bulunanlar ve din alimlerince genelde şöyle belirlenmektedir:

1-Akıl,

2-İlim,

3-Cesaret,

4-İffet,

5-Cömertlik,

6-Yumuşak huyluluk,

7-Öfke kızgınlığı yenmek,

8-Affetmek,

9-Nezaketli olmak,

10-Sebatlı olmak,

11-Verilen sözü yerine getirmek,

12-Doğruluk,

13-Sır saklamak,

14-İhtiyatlı ve tedbirli davranmak,

15-Tevazu,

16-Sabır,

17-Şükür,

18-Kendi arzularına muhalefet etmek,

19-İdareci olmak,

20-Jurnalden uzak olmak,

21-Kafirleri dost edinmemek,

22-İzleyici ve müdahaleci olmak,

23-Nasihat edici ve nasihat alıcı olmak,

24-Ilımlı olmak, orta yolu bulmak,

25-Koyduğu ilkelere kendisinin örnek alınmasını sağlamak,

26-Halka hizmet edici olmak, halkın ihtiyaçlarını karşılamak ve mükafatlandırıcı olmak,

27-Kendini halka sevdirmek,

28-Halkın malına göz dikmemek, kamu yararını gözetmek,

29-Cezadan önce uyarıcı olmak,

         30-Yönetimde liyakati esas almak,

31-İstişareye önem vermek,

32-Adaletle yönetmek.

Bu özellikleri çoğu, aslında her  Müslüman’da olması gereken hususlardır.

Hz. Ebubekir  devlet başkanı ile ilgili bazı sözleri ise şunlardır:

“Eğer Devlet Başkanı, zülüm yapmadan otorite sağlayamazsa, zaafa düşmeden mülayim olamazsa, israfa kaçmadan cömertlik edemezse, cimrilik etmeksizin tutumlu olmazsa bu devlet yaşamaz”.

“Devlet başkanı vazifesini ancak, en güçlünüz, kendisine en çok güveni olanınız, yerine göre en kati veya mülayiminiz, istişare ettiği kimselerin fikirlerini en iyi tartanınız ifa edebilir.”

Hz. Ömer’in bazı sözleri ise şöyle olmuştur:” İnsanları fazla sıkıştırmayın, onlar perişan edersiniz. Fazla serbest bırakmayın, fitneye sebep olursunuz. Kendiniz onların üzerinde de görmeyin. Onları bir çok haklardan mahrum edersiniz”.

“İdareci iken halktan biriymiş gibi hareket eden, halk içinde iken de, idareciymiş gibi saygı gösterilen kimseleri memur tayin edeceğim”

Yine bu özellikler ve hususların büyük bir bölümüne  toplumsal açıdan hangi fikirde olunursa olunsun hiç kimsenin karşı çıkması mümkün gözükmemektedir.

Ayrıca Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in bu sözlerinde ve yöneticilerde olması gereken özelliklerde gözden kaçırmamamız  gereken  çok önemli bir husus vardır. O da yöneticilerde dindar  olma özelliğinin belirtilmemesidir. Yönetici özelliklerinde dindar olanlarda olması gereken özellikler mevcuttur ama salt olarak dindarlık ve en önemlisiyle din adamlığı şartı yoktur. 

Zaten İslami nizamdan, hatta İslam devletinden yana olanların tezleri teoride doğru, ancak nasıl olacağı noktasında ilmi yaklaşım ve irdeleme olmadığından hep havada kalınmıştır. Halbuki burada aslolan sistem ve tatbikattır. İslamiyet’in fert ve toplum arasında asla kabul etmediği ciddi boğuşmaların nasıl önleneceğinin yollarının ilme dayandığını bilmemek doğru ve haklı isteklerin boşlukta kalmasını getirmiştir.

Ancak, devletin dinle olan ilişkileri açısından, devletin ve devlet adamlarının durumlarını değişik şekilde irdeleyenler olmaktadır.

Said-i Nursi devletin dine müdahale edemeyeceğini, din hizmetlerinin devletten ve siyasetten tamamen bağımsız bir zemine oturtulması gerektiğini savunur. Devleti farklı inanç, görüş ve kesimler arasında taraf tutmadan hakim olmasını ve özgürlükleri tam anlamıyla tesis etmekle yükümlü görür.Devletin kendisine mal edilmek istenen ideolojisiyle birlikte kutsanacak bir kurum olmadığını, misyonunun teknik anlamda halka hizmetten ibaret olduğunu ve bu hizmetlerin çerçevesinde de adalet, güvenlik, savunma gibi bireylerin yapması mümkün olmayan hizmetlerle sınırlı olması gerektiğini belirtir.


Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.