Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1831
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10763
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 755
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
DİN VE SİYASETİN BARIŞ YOLU 4 - Rıza Müftüoğlu-

xxx

 

Din adamlarının siyasetçi olmaları devlet gücünü kullanmayı kendiliğinden getirir. Bu da bir zorlama demektir. Halbuki din alimlerinin, dini temsil edenlerin  tebliğ edici, gönül feth edici olmaları gerekir.

Ancak maalesef  uzun bir süre İslam düşünürleri siyaseti tek başına bir ilim olarak ele alamamışlardır.

Hayatın hiçbir alanının dinin dışında olmadığını kabul etmek demek, sonsuz olan insan ihtiyaçlarının, dini inançlardaki farklılıkların, çok kompleks olan insan yapısının toplum içinde  belli kurallar altında daha da kompleksleşeceği gerçeklerinin, bir ayrı bilim;yönetim bilimini istediğini  anlayamamak demek değildir.

İslamiyet’in aklı, bilimi ve ilerlemeyi övdüğünü, yönetimin de bir ilim olduğunu görememişlerdir. Halbuki ilim, Kur’an-ı Kerim-i iyi anlayabilmek için de gereklidir. Mesela: Kur’an-ı Kerim’in yaradılışla ilgili ayetlerini, yaradılışla ilgili ilimleri bilenlerle bilmeyenlerin anlamada büyük farklılıklar olmaktadır. Bir başka örnek vermek gerekirse, İslamiyet’te faiz haramdır. Ancak günümüzde enflasyonun ne olduğunu bilmeyen bazı dindar insanlarımız bir borç verildiğinde aynı şekilde almanın dışındaki bir durumu haram olarak anlamaktadırlar. Halbuki günümüzdeki faiz, enflasyon oranının üstündeki tutardır. Yani 100 YTL’yi birine  borç veren, bu parayı geri alırken enflasyonun oranının isabet ettiği paradaki değer düşüşü 5 YTL’ ise bu 5 YTL’yi ilave edilerek istemelidir. Ancak 105 yerine 110 YTL isterse, 5 YTL faiz almış olur. Enflasyonun etkisi sebebiyle paranın değer düşüşünü bilindiği halde bu kısım alınmazsa bu ancak bir yardım olabilir. Eğer durum tersine olursa yani para değer kazanırsa da o zaman 100 liraya 100 lira almak yine faiz yemek demek olur. Bu incelikleri ekonomiyi ve piyasayı bilmeyen bir inanan insan bilemez. Onun içindir ki  ilmi bilen dinini daha iyi anlar ve  dinini iyi yaşar.  

Siyasetin dine olan ihtiyacı belirlenmiş ama siyaset tek başına bir ilim olarak ele alınamamıştır.  Gazali’ye göre siyaset dünyevi ve uhrevi her konuda dini ilimlere ihtiyaç duymaktadır. Ancak günümüz şartlarına göre devlet ve yönetim konusunda çok şeyler alabileceğimiz Gazali ilk zamanlar siyaseti bağımsız bir ilim olarak ele almamış, sonraları siyaseti bir ilim olarak görmüştür.

Gazali önceleri ilimleri tasnif ederken siyaset ilmini din ile ilgili olan ilimler arasına sokar. “Metafizik, siyaset, ahlak ve psikolojiyi yan yana koyar. Matematik, mantık, fizik, tıp, aritmetik, geometri, astronomiyi de din ile ilgisi olmayan ilimlerden sayar.(İslam’da siyasi düşünce ve idare üzerine araştırmalar, Prof. Harun Han Şirvani, sayfa:100)

Ancak Gazali’nin günümüzde devlet ve siyaset açısından ele alıp inceleyeceğimiz ve üstünde çok ciddi manada duracağımız bir tespiti vardır.

“Adil olmak şartıyla, kafir de olsa devlet devam eder fakat zalim olan devlet yaşamaz”

Gazali’ye göre siyaset:Cemiyetin sevgi, saygı, yardımlaşma ve beraberliğini sağlamak için siyaset yapmak, dünyanın imarını temin eden unsurlardan biridir.

Gazali’nin din siyaset ilişkileri açısından örnek alacağımız belirlemesi şöyledir:

“Gazali dünyada her şeyin hiyerarşide var edildiğini belirttikten sonra, insanı saadete ulaştıracak siyaseti dört kısımda ele alıp inceler:

1-Peygamberlerin siyaseti:Siyasetlerin en üstünüdür. Bu, Allah’ın hür ve serbest iradesine dayandığı için mümtaz ve müstesna bir mevkie sahiptir. İster alim isterse cahil olsun halkın tamamını içine alan bu siyaset, insanların hem batınına ve hem de zahirine nüfuz ederek aydınlık olan Allah yoluna ulaştırır.

2-Her sınıf insana hükmetme kabiliyeti olan Halife, Melik ve Sultanların siyasetidir. Bu siyaset insanların sırf dış dünyalarına hükmeder. Batına tesiri yoktur.

3-İlim adamlarının siyaseti: Peygamberlerin varisleri olan alimler, sözlü ve yazılı görüş ve düşünceleriyle aydın tabakanın duygu ve düşüncelerini hak yola kanalize ederler. Alimler, serdettikleri ilmi kanaatlerle aydın tabakanın iç dünyalarını tenvir ve manevi cephelerini geliştirmelerini gaye edinirler. Onlar, hiçbir sınıf ve zümrenin zahiri davranışlarına müdahale edemez, sadece ve yalnız tebliğ ederler.

4-İmam-vaiz, hatip va fakihlerin siyaseti: Bunlar, bütün halk tabakalarının dini ihtiyaçlarını gidermeye ve onlara hak yolunun çetin engellerini anlatmaya çalışırlar. Vaizlerin siyaseti avamın batıni hayatları  üzerinde müessir olmaktadır.” (Gazali’de devlet. Dr. Fahrettin Korkmaz. Sayfa:67-78)

Bu tasnifte görülmektedir ki bundan böyle bir peygamber gelmeyeceğine göre devletin başındaki kişinin hem dini ve hem de dünyevi işlere hükmetmesini beklemek ve bunu istemek doğru değildir. Hem İslami açıdan, hem de toplum yapısı açısından ve ilmen de doğru değildir.

“Din ve siyaset toplumları uyarma, toplumlara yol gösterme ve fayda temin etme açısından birbirleriyle hem çok yakın, hem de bunları gerçekleştirmede yöntem açısından çok farklıdır. Karıştırılan husus da işte bu yöntem meselesinde yatmaktadır. Dinler toplumlara yol gösterirken hangi yöntemle var olmakta, idare edenler ise hangi yöntemle toplumları yönetmelidirler. Burada siyasetçinin dinini bilmesi ve dindar olması ayrı olmakta, yönetiminde uygulayacağı yöntemi belirlemesi ayrı olmaktadır. Yönetenlerin yönettiği toplumların dinlerini  öğrenmelerinde vasıta temin etmelerine engel olmamaları gereğini, topluma dinlerini bizzat öğretme gereğine dönüştürdüklerinde bu mesele tamamen karışmaktadır. İşte günümüzde de yönetenlerin idare ettikleri toplumlara dini bizzat kendilerinin öğretmeleri dini açıdan da doğru olmayan bir yöntem olmaktadır. Kişiler dinlerini, Yüce Allah’ın insanlık için gönderdiği Peygamberler ve kitapları ile din adamları vasıtasıyla öğrenmelidirler. Yönetenlerin görevi her kişinin inandığı Kitab’ı okuması, incelemesi ve peygamberlerinin söz ve uygulamalarını öğrenmesi ve araştırması ve din adamlarının aydınlatıcı ve öğretici faaliyetlerine erişebilmesi için gerekli olan ortamı sağlamak olmalıdır. Yoksa devletin, bütün bunları bizzat kendi kontrolünde ve baskıyla yani devletin bütün gücüyle bizzat kendi elemanlarıyla zor kullanma yöntemleriyle yapması doğru olmamaktadır.

Yönetenlerin temel görevlerinin biri adaletle yönetmek, diğeri ise toplumsal fayda temin etmektir. Yönetenlerin bu iki temel görevi yerine getirmek için talip oldukları görevlere meşru yollardan gelmeleri de ayrı bir gereklilik olmaktadır. Tabi burada din adamlarının ve bilginlerinin de insanların inançları sebebiyle kendilerine duyulan sevgi ve saygıyı her hangi bir yönetime gelmek için kullanmamaları lazımdır. Keza siyaset adamlarının da dini inançları istismar ederek seçilmelerinde meşru olmayan bir yolu tercih etmemeleri gerekmektedir.”(Kur’an devrimi üzerine bir inceleme. Cemal El-Benna. Tercüme ve yorum:Dr. Adem Akın, Rıza Müftüoğlu)

 

xxx

 

Müslümanlar arsında halifelik hala daha tartışılmaktadır. Özellikle ülkemizde halifeliğin kaldırılmasının yanlış olduğunu söyleyenler az sayıda değillerdir.

Halbuki Türkiye’de halifelik bir din sorunu olmaktan çok bir yönetim ve siyaset sorunu olarak görülmüş ve bu nedenle kaldırılmıştır. Halifelik Cumhuriyet kurulur kurulmaz kaldırılmamıştır. Hatta 1924 Anayasasında “ Türk Devletinin dini İslamdır” ibaresi mevcuttu. 29 Ekim 1923 de Cumhuriyet ilan edildiğinde  Abdülmecit Efendi halife idi. Abdülmecit Efendi halifelik unvanı ile idari işlere karışmaya başladı. Yönetimden memnun olmayanlar Halifeye gitmeye, şikayetlerini anlatmaya çalıştı. Abdülmecit Efendi de bunlarla ilişkilerini artırmaya devam etti. Bunun neticesinde, Türkiye için belki dış siyasette ayrı bir kuvvet olma ihtimali taşıyan halifelik kaldırıldı. Aslında burada en dikkat edilecek husus Atatürk’ün halifeliği kendi üstüne almamasıdır. Çünkü Hilafette siyaset ve iktidar olma yolu kendiliğinden gelmektedir. Atatürk, halifeliği kendi üstüne almayıp ayrı bir şahısta bulunmasını kabul ederek yine dini bir makamı siyasetin dışında tutmayı hedeflemiş oldu, ama bu gerçekleşemedi. Yavuz Sultan Selim’de halifeliği almadan önce son Abbasi halifesi III. Mütevekkil hiçbir yetki ve etkisi olmadan törenden törene dolaşıyordu.

Osmanlı’nın gelişmesinde ve büyümesinde Halifeliğin ne kadar etkili olduğunun da tespiti ayrı bir husustur. Zaten Osmanlı İmparatorluğu Halifeliği aldığı zaman İslam dünyasının büyük bir bölümüne hakimdi. Ancak Osmanlı’nın yıkılışında halifeliğin, bu yıkılışı engelleyici bir özelliğinin görülmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Buna en çarpıcı örnek, Ortadoğu’da ki Müslüman kardeşlerimizin  İngilizlerle bir olup Mehmetçiklerimizi öldürüldükten sonra bile midelerinin deşerek altın arayacak kadar gaddarlaşmalarıdır.

Halifeliğin kaldırılması esnasında  çok dikkat çekici olay ve günümüz açısından da irdelenmesi gereken olay, Halifeliğin kaldırılması karşısında Müslüman ülkelerden ciddi bir sesin çıkmaması fakat bir Hıristiyan ülke olan İngiltere’nin bu olaydan memnun kalmamasıdır.

Konu halifelik, halifeliği kaldıran bir Müslüman ülke olan Türkiye, diğer Müslüman ülkelerden ses yok ama İngiltere memnun değil. Bu tablo, meselenin dini olmaktan çok, siyasi olduğunu en güzel anlatan tablodur.

Bu gün halifelik tekrar ortaya konsa acaba Müslüman ülkeler bu çatı altında toplanabilirler mi? Çoğu uluslararası platformlarda  Hıristiyan ülkelerin yanında yer alarak , Türkiye’nin karşısına çıkan Müslüman ülkeler bundan vazgeçerler mi? Yada Halifelik geldiğinde İslamiyet toplumlar tarafından tam yaşanır ve Müslümanların dünyadaki sayısı ve gücü giderek artar mı?

Bu soruların  cevabını gerçekçi bir şekilde belirlemeden Halifeliği istemek ve bu konuyu tartışmak akılcı değildir.

Güçlüysen her şey olur ama devletin gücü yeterli değilse yapılabilecekler kısıtlı olur. Mesela: Osmanlı’nın Halifeliği alış şekli şöyle olmuştur. Yavuz Sultan Selim Mısısr’ı fethettiği zaman Abbasi halifesi ve Halifeliği simgeleyen kutsal emanetler İstanbul’a getirildi. Son Abbasi halifesi bir merasimle Yavuz Sultan Selim’i kendisine Halife tayin etti. Yani tarihte Halifeliğin bir devir işlemi mevcut. Türkiye Büyük Millet Meclisi de Halifeliği kaldırdı ama kimseye devir etmedi. Bu gün istenirse, Türkiye Büyük Millet Meclisi “Halifelik benim bünyemdeydi, Şimdi falan kişiyi halife ilan ediyorum” diyebilir. Varsayalım ki bu yapıldı. Osmanlı döneminde Osmanlı’ya katılmayan İran bu defa Türkiye’ye katılır mı? Hangi Müslüman ülke bundan dolayı Türkiye’ye veya Halifeliğe bağlanır?  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

xxx

 

Siyaset, devlet işlerini daha geniş ifadesiyle iktidar meselesini esas alır. Bir ülkede siyaseti iç ve dış siyaset olarak iki ayrı şekilde ele alınabilir. İç siyasette ülkeyi yönetmek, dış siyasette ise ülkeler arası ilişkiler esastır.

Bu ayırım aslında siyasetin alanları açısından bir genel değerlendirmeden kaynaklanmaktadır. Yoksa günümüzde iç ve dış siyaset her zaman birbirlerini etkilemektedir ve en önemlisiyle dış siyasetin asıl amacı yine ülkede yaşayan vatandaşların refahı ve kalkınmasına yöneliktir.

İç siyasette, yönetilen toplumun her sahadaki farklılaşmasının; zengin fakir, dindar az dindar dinsiz, inanç çizgisindeki gruplar ve cemaatler, siyasi gruplar, etnik ve kültürel farklılaşmadan doğan gruplar ve sosyolojik grupların talepleri karşısında makul bir denge kurmak, yani bir ülkede yaşayan insan topluluğunun/halkın/milletin her türlü sorunlarını çözmek, ve bütün bunların yanı sıra halkın refahı, kalkınması ve güçlenmesi için hareket etmek gibi hususları kapsayan yönetim biliminin bütün ilkeleri söz konusudur.

Dış siyasette ise diplomasi söz konusudur.

İç siyasette farlılaşmalar karşısında makul bir denge, adaletle yönetim ve ekonomik kalkınma ve refah, işin aslını teşkil etmektedir.

Dış siyasette ise ülkenin korunması ve kalkınması yönünde dış ittifaklar ve karşı duruşlar, işin aslını teşkil etmektedir.

Dış siyasetteki başarılar genelde ülkenin gücü paralelinde gerçekleşir. Başarılı bir diploması bile  ülke gücüne göre iki kat bir başarı elde edemez. Ancak dış siyasetteki başarısızlık ülke gücünün altında neticeler almayı doğurur.

İç siyasetteki başarı ise genelde ülkenin rejimi ve ülkeyi idare edenlerin durumu ile  eş oranlıdır. Çok iyi idareciler rejim ne olursa olsun başarılı olabilirler. Ancak  kötü yöneticiler iyi bir rejimde de kötüdürler. İyi rejimlerin kötü idarecilerinin  başarısızlıklarını bütünüyle kapatabilme imkanları yoktur.Sadece iyi rejimler kötü yöneticileri uzun süre başta tutmamaktadır.

Bir ülkede siyasetçilerin uygulamalarının dine aykırılığı veya uygunluğunu belirleyecek tek kıstas “ Adalettir”.

Bir siyaset adalet getiriyorsa, mutluluk, iyilik, güzellik ve refah getiriyorsa, milletini her türlü tehlikeden koruyorsa, din adına istenecek tek şey dini hizmetlerde bir eksiklik varsa onu talep etmek olur.

Özetle din ve siyaset mana itibariyle çelişmez. Mesele bu gerçeği bilen din adamları ve devlet adamlarının bir “barış yolu”nu bulmaları ve bir mutabakatı temin etmeleri ve her iki kesimin de görevlerini, görevlerinin gerektirdiği metotlarla gerçekleştirmeleridir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DİN-SİYASET İLİŞKİLERİNDE ÇATIŞMA NEREDE BAŞLIYOR?

 

Toplumu ve insanları en çok etkileyen iki kurum/değer  din ve devlettir.

Din siyaset ilişkilerinde ilk çatışma da burada başlamaktadır.

Din ve siyasetin bu özelliklerinin en basite indirgenmiş durumu, bir toplum üzerinde etkili olan ve liderlik mücadelesi içinde bulunan iki kişinin hükmetmek için yaptıkları mücadeleye benzer.

Ancak din ve siyaset çatışması derken asıl meselenin dini temsil edenlerle devleti temsil edenlerin çatışması olduğunu bilmek gerekmektedir. Çünkü din, bir bilim olan siyasetle çatışmaz. Keza siyaset de esasta bir dinle çatışmaz. Çünkü, din hem bu dünyada hem öbür dünyada insanlara mutlu olacağı yolu gösterirken siyaset de, siyasetin yön verdiği devlet de aslında insanların mutluluğu ve refahı için uğraş verir.

Teoride durum böyleyken, bu gün çoğu ülkede görülen dini temsil edenlerle ülkeyi yönetenler arasındaki çatışmanın temsil ettikleri kurumların çatışması olarak görülmesi doğru değildir. Ancak ne var ki her dönemde din siyaset ilişkileri açısından çok karmaşık bir durumla karşı karşıya kalmaktayız.

 

xxx

 

Türkiye’de ise din siyaset ilişkileri hala daha asıl mecrasında yürümemektedir.

Gerçi, din siyaset ilişkilerinde hiçbir zaman tam bir mutabakat beklemek doğru değildir. Ancak, esasta anlaşması gereken bir ilişkiler silsilesi zaman zaman ortaya çıkabilecek sorunları en azından toplumu sarsmadan çözebilecek özellikleri bünyesinde taşıması lazımdır. Biz Türkiye olarak asıl mecraya yaklaşmak yerine giderek uzaklaşan ve ciddi bir çatışmayı getirecek bir ortamı yaşamaktayız.

Din siyaset ilişkilerinde ilk çatışma her bir gücü elinde bulunduranların, bu güçlerini tek başına kullanmak istemelerinden kaynaklanmaktadır.

Bu durum bir İslam devleti yönetme iddiasında olanlarda da görülmektedir. İslamiyet’te ki mezheplerin doğuşu, Hz. Ali’nin Kur’an hükümlerine göre şehit edilmesi hep hükmetme arzusundan kaynaklanmıştır. Yani dini temsil edenlerin iktidar olmak için kendi aralarındaki mücadele, bu defa dini yorumlamadaki  farklılıklarla yürütülmüştür.

Laik sistem ortaya çıktıktan sonra da, bu defa, bu mücadele laikliğin dini benimseyip benimsemediği, dışladığı, karşı olduğu noktalarında devam etmektedir. “Din dışı” “ dine uygun” eksenlerinde kavga, ideolojik hale getirilmektedir.

Demokrasi ile idare edilen ülkelerde siyasetin iktidar olmak için geliştirdiği ideolojiler zaman içine dinler gibi kendi inançlarını meydana getirmeleri, din-siyaset ilişkilerindeki çatışmanın devamlılığını getirmiştir.

Bunun yanı sıra bu ideolojilerin toplumdaki hakimiyetini görenlerin bir bölümü de bu defa dini bir ideoloji gibi algılamaya ve algılatmaya başlamışlar ve çatışmayı dönülmeyecek bir mecraya sürüklemeye doğru gitmişlerdir.

 Bunlar, din-siyaset ilişkilerinde kesin bir bütünleşmenin yolunu din adamlarının devleti yönetmesine bağlamışlar ve meseleyi böyle çözmek istemişlerdir. Buna günümüzdeki tipik örnek İran’dır.

Öte yanda din siyaset ilişkilerinde  kesin çözümü  dini tamamen pasifleştirmeye bağlayan Marksizm gibi ideolojiler olmuştur. Buna yakın tarihte Sovyet Birliği tipik bir örnektir.

Aslında her ikisi de, hele dini pasifleştirme politikası tamamen yanlıştır.

Doğru olan dinlerin hedeflediklerine ters düşmeyecek bir yönetimi oluşturabilmektir.Bu durum ancak  karşılıklı iyi ilişkileri fonksiyonlara göre kurabilecek bir nizamı tesis etmekle mümkün olabilir. Din adamları görevlerini hiçbir müdahale görmeden  yapabilmeleri ama öte yanda siyasete karışmamaları, temel mutabakatın anahtarını teşkil edecektir.

Çünkü inançlarla davranışlar arasında her zaman bir bağ vardır. Böyle olmasaydı işçilerin hepsi Marksist veya benzeri hareketlerin içinde olurlardı.

İnançlarla davranışlar arasında bu bağ, elbette ki devleti yöneten siyasetçilerde de dine yatkın veya dine uzak uygulamaları getirmektedir. Ancak bu durum Din-siyaset ilişkilerindeki çatışmanın veya mutabakatın oluşmasında temel bir faktör olmaktan uzak kabul edilmelidir. Bu durum zaten var olan bir çatışmayı veya mutabakatı derinleştirme özelliğinden öteye geçmemektedir.  

        

xxx

 

Din siyaset ilişkilerinde en önemli faktörlerden biri de  İslamiyet’in halk arasında algılanma ve anlama biçim olmaktadır. Eğer halk, mesela, devlet başkanının Cuma namazını kıldırmasını İslami bir farz olarak görüyorsa din-devlet ilişkilerinde, bu görüşü dikkate almamak mümkün olamaz. Mesele böyle bir farzın olup olmadığının din adamlarınca halka anlatılmasıdır. Burada din adamlarının rolü ortaya çıkmaktadır.

Yine bu gün halk arasında en çok tartışılan hususların biri de bu gün mevcut olan kanunların Allah’ın kanunlarının olmadığı ve Allah’ın kanunlarının değişmeyeceği hususudur. Mevcut kanunlarımızın bir kısmının Türk toplumuna uyup uymadığı meselesini bir kenara koyarsak Allah’ın kanunları bir kenara  bırakıldı, beşerin kanunlarıyla idare ediliyoruz demek ne kadar doğrudur ki?

“Kur’an da yer alan Allah’ın kanunlarının değişmeyeceğiyle ilgili ifadelerin bizim bildiğimiz hukuk kuralarıyla hiçbir ilgisi yoktur.”(Milliyetçilik Din ve Laklik. Halit Can Sayfa:122 Paragraf:2)

Bu konuyu halka anlatacak ve gerçekleri gösterecek olanlar sadece din adamları olmaktadır. Burada din adamlarının görevlerinin devlet yönetimi açısından ne kadar önemli olduğu görülmektedir.

Din adamlarının  toplundaki statülerini hangi yönde kullandıkları devlet açısından önemli olmalıdır.

Öte yandan din adamlarının bazı temel konulara işaret etmeleri de devlet tarafından yanlış algılanmamalıdır. Din adamlarının toplumdaki değer boşluğuna işaret etmeleri, bu paralelde siyasetçilerden bazı tedbirler istemeleri devletin işlerine karışmak şeklinde anlaşılmamalıdır.

Mesela bu gün ülkemizde bir değerler aşınması yaşanmaktadır. Kesimler arası kültür farklılaşmaları giderek büyümektedir. Bu durumlar din adamlarının bazı uyarılarını kendiliğinden getirmektedir. Böyle bir toplumsal karmaşada devletin görevi, sorunları akılcı bir şekilde çözmek olmalıdır. Yoksa din adamları, devletin yapısını zorlamaktadır diye meseleyi kestirip atmamalıdır. 

Bütün bu gerçekler din- siyaset ilişkilerinde  bir bunalım varsa ilk bakılacak konu ya da ağırlıklı sorun dini yorumların farklılığının yanısıra politik ve ekonomik  nedenler de olmalıdır.

        

xxx

        

Din adamalarıyla devlet adamlarının çatışması, ilk olarak görev alanı belirlemesinden kaynaklanmaktadır.Görev alanı belirlemesindeki karmaşa ise hedef ve metot belirlemesinin yanlışlığından doğmaktadır. Bu yanlışlıkların tümü de dini ve ilmi ölçülerin dikkate alınmamasına dayalıdır.

Halbuki din adamları ve devlet adamlarının hedefledikleri arasında “insan” ve “vatandaş” ayırımının getirdiği farkın dışında bir ayrılık yoktur. Din adamlarının hedefi bütün dünyadaki insanlardır. Devlet adamlarının hedefi ise yönettiği ülkedeki insanlar;”vatandaş”lardır.

Din ve siyasetin hedefleri açısından farkı esasta şu olabilir:

         Siyaset/Devlet  yönettiği toplumda her yurttaşının iyi bir vatandaş olmasını ister. Siyaset ve devlet adamları bunun için çalışır.

         Din ise bütün  insanların iyi insan olmasını ister. Din adamları bunun için çalışır.

         İyi insanların yaşadığı ülkelerde siyasetçilerin/devletin işi çok kolay olur.

         Ama iyi vatandaşların yaşadığı ülkelerde bu vatandaşların hepsi iyi insan olmayabilir. Kötü vatandaşların ise iyi insan olmaları çok zordur. İyi insanlardan da kötü vatandaş pek çıkmaz.

         İşte bunun içindir ki din ve siyaset/devletin ilişkilerinin uyum içinde olmaları gerekir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DİN İSTİSMARI/ DİN ADINA HAREKET EDENLERİN DURUMU İLE LAİKLİĞİN İSTİSMARI

 

Din-siyaset ilişkilerinde çatışmayı veya mutabakatı sağlayan iki etkenden biri din adına hareket edenlerin durumudur.

Din adına hareket edenlerin, Allah ile kul arasında bir “aracı” durumuna düşmeleri veya toplum nezdinde çok saygın duruma gelmeleri ve giderek güç kazanmaları ve bu güce ekonomik ve politik sahalarda da sahip olmaları din-siyaset ilişkilerinde en aşılmaz sorun olmaktadır. Çünkü böyle bir gücü, din adamlarının uzun bir süre iktidara sahip olmaya yöneltmemelerini kabullenmek ve bunu beklemek, gerçeklere terstir. İnsan yapısı buna müsaade etmez. Din adamlarının böyle bir güce sahip olmaları sadece din adamları açısından sorun teşkil etmemektedir. Aynı zamanda siyasetçilerin  çoğunun da dindar gözükmek zorunluluğunu doğurmaktadır. Çünkü din adına hareket edenlerin, halkın yönetene karşı çıkmasını sağlayacak bir büyük güce sahip olduklarını gören siyasetçiler, yönetmek ve seçilmek uğruna böyle bir yolu tercih edebilmektedirler. Böyle bir durum ise meseleyi çok daha karmaşık bir hale sokabilmektedir.

Çünkü, din, siyasi otoriteyi derecesi ne olursa olsun her zaman etkilemektedir. Bu etkiyi sıfırlamak mümkün değildir.Çünkü bu gün hiçbir ülke yoktur ki inançsız olanların çoğunluğunda bir halka sahip bulunmuş olsun. İnancın olduğu bir toplumda etkileşimin olmamasını kabul etmek mümkün değildir.

Böyle olunca din-siyaset ilişkilerinde ilk önemli konu dini temsil edenlerin siyasi otoriteyi elinde bulundurup bulundurmadıkları veya siyasi otoriteye otorite olup olmadıkları ya da ortak olup olmadıkları hususları olmalıdır. Çünkü din-siyaset ilişkilerindeki makul çizgi öyle çok kolay bir şekilde yakalanamamaktadır.

Aslında hayatın hiçbir alanı dinin dışında değildir. Ancak ortaya çıkan problemler ve laiklik arayışı hep dini temsil edenlerin saltanat heveslerinden ve ayrıca dini, yönetenler ve yönetilenler açısından  tam yorumlayamamalarından kaynaklanmaktadır.

 

 

 

 

xxx

 

Yönetenlerin aynı zamanda din adamı olmaları ise devlet yönetimi açısından birden çok sorunu beraberinde getirmektedir. Önce bu meseleye genel olarak bakmak lazımdır.

Neden din adamları aynı zamanda devleti de yönetmemelidirler?

Önce şunu söylemek durumundayız ki bir din adamının aynı zamanda iyi bir siyasetçi ve yönetici olup  Cumhurbaşkanı, başbakan veya bakan ve milletvekili olması meselesi ayrıdır, din adamlarının bir bütün olarak devleti yönetmesi meselesi ayrıdır. Çünkü demokratik bir sistemde, her kesimden herkesin siyasetçi ve yönetici olmaları hakkı vardır ve bunun din-siyaset ilişkileri açısından esasta bir sorun teşkil edecek bir durumu yoktur. Bizim burada üzerinde duracağımız husus devleti yönetmede temel kıstasın din adamı ve din eğitimin esas alınmasıdır.

Bir din adamı yetişme şekli açısından daha çok  insanların manevi dünyalarına yönelik olmaktadır. Burada dinler sadece insanların manevi yönleriyle, öbür dünya ile ilgili buyrukları içermediği hususunu dile getirmek kafi değildir. Elbette ki dinler insanlara hem bu dünyadaki yaşamları ile ilgili buyrukları taşır hem de öbür dünya ile ilgili bilgiler verir. Ancak bir din adamının mesela iyi bir ekonomist gibi bir öğretimi görmesi ve sahasında çalışarak tecrübe edinmesi çok zordur ya da bu çok uzun bir zaman gerektirir. Din adamlarını daha çok yoğunlaştığı veya yoğunlaşması gereken alan manevi alan ve bununla birlikte öğretmeye, aydınlatmaya, yönlendirmeye yönelik alanlardır. Bunun içindir ki İmam Gazali  bir toplumu hem maddi alanda hem de manevi alanda sadece peygamberlerin yönetebileceğini  belirtmektedir. Bu tez çok akılcı  ve günümüz şartlarına da uygun bir tezdir. İmam Gazali bu belirleme ile kalmamakta, toplumun idaresinde görev dağılımı esasına dayanan açıklamalarını yapmaktadır. Gazali’ye göre krallar sadece toplumu maddi yönde, ulemalar toplumu manevi yönde yönetmeliler ve hatta din adamları ve müezzinler de halkın avam tabakasına dini öğretileri vermelidirler. Bu mantık daha çok doktorların sağlıkla, hukukçuların adaletle, mühendislerin bayındırlıkla  uğraşmalarının toplumun tekamülü açısından ne kadar gerekli olduğuna paralel bir mantıktır. Elbette ki bu mantıkta hiçbir din adamı, hiçbir doktor siyasetçi olamaz görüşü yoktur. Ama bütün din adamlarının yönetici olmamaları veya en azından böyle bir mücadele ve çabanın içinde olmamaları gerektiği görüşü vardır.

Demokrasilerde mesele, İslam’la siyasetin yapılmamasıdır. Ama İslami kimlikle siyaset yapmanın  ve yine bir din adamının siyasetçi olmasının bir sakıncası yoktur.

Tefsir’ul Kur’n adlı eserinde Tırmızi’e göre Hz. Peygamberimizin bir hadisi şöyledir:” Din adamlarının serbest bıraktıkları helal, karşı olduklarını haram görmek onları ilahlaştırmaktadır.”

Din adamlarının aynı zamanda yönetici olduklarını düşünürsek bu toplumda bu “ilahlaştırma” hadisesinin ne kadar çabuk ve ne kadar derin bir şekilde gerçekleşebileceğini kestirebiliriz. Ayrıca her iktidarın derecesi ne olursa olsun bir saltanat sürme tarafı vardır. Saltanatı tamamen uzaklaştırabilen bir iktidarın oluşması çok zordur. Bu gerçeğe bir de “ilahlaşma”nın getireceği saltanatın ilave olduğunu düşünürsek, saltanat boyutunu hesap etmek zorlaşır. Ancak burada “saltanat”tan sadece lüks ve şaşaalı bir yaşam düşünülmemelidir. Bunun yanı sıra, topluma her bakımdan hükmetmenin kendiliğinden oluşturduğu saltanatı ve “baş döndürme”yi de düşünmek gerekir. 

“İktidara talip olanların öncelikle ve sadece topluma hizmet aşkı ve toplumu adaletle yönetme sevdası ve ideali içinde bulunması lazımdır. Bunun dışında başka bir ideali; toplamların çok değer verdiği değerleri yaşatmak ya da geliştirmek amacını taşıdıklarını söyleyerek hareket etmeleri yanlıştır. Bir toplum sadece kendi alanında çalışan iyi din bilginleri, sadece kendi görevlerini yapan iyi yöneticiler, sadece kendi görevlerini yapan iyi askerler, sadece kendi görevlerini yapan iyi doktorlar, mühendisler, iktisatçılar.... sayesinde güçlü olur, mutlu olur, yükselir ve medeniyetler meydana getirir. İstismarın her türlüsü tek başına bir toplumun geri kalması için kafidir.” (Kur’an devrimi  üzerine bir inceleme. Cemal El-Benna. Tercüme ve yorum:Dr. Adem Akın, Rıza Müftüoğlu)

Ayrıca İslamiyet’in kulun kula kulluk ettiği bütün saltanatları yıkmaya geldiğini düşünürsek, İslam öncesi duruma, bu defa İslamiyet adına geri dönülebileceğini bile söylemek mümkün olabilmektedir.

Elbette ki saltanat kurma sadece dini esaslara dayanarak gerçekleşmemektedir. Siyasetçilerin de saltanatından başka saltanatlardan da bahsetmek mümkündür. Ama en zor yıkılabilecek saltanatlar aynı zamanda inanca dayanan saltanatlar olmaktadır.

Din adamlarını aynı zamanda toplumu yöneten pozisyonlarda olması  dini açıdan da bazı sakıncaları doğurabilir. Bu gün bazı din alimleri İslam’daki şeri kaidelerin  dörtte üçünün doğrudan Kur’an’a  ve sünnete değil ulemaların içtihatlarına dayandığını söylemektedirler. Bu sebeple de bu içtihatların kesin doğruluğunu bir anlık bir kenara bırakıp, bunların tekrar gözden geçirilmesi ve yeni arayışlara, araştırmalara gidilmesi gerektiğini vurgulamaktadırlar. Böyle olunca din adamlarının aynı zamanda yönetici olmaları, bırakın eski içtihatların tekrar gözden geçirilmesini, temeli olmayan yeni içtihatları beraberinde getirebilecektir. Çünkü toplumu ve devleti yönetirken  çoğunlukla hiç hesapta olmayan sorunlarla karşılaşılmaktadır. Bu tür zorluklarda sadece zorlukları aşmak için yeni ve uyduruk içtihatların yönetim uğruna oluşması mümkündür. Böyle olunca da İslamiyet’i yönetim uğruna zedelemek ihtimali çok yüksek olmaktadır.  

 

xxx

 

Demokratik bir toplumda, din istismarının devlet açısından sakıncası, bu tür istismarlarda devlete karşı bir güç oluşturmak niyetinin var olmasıdır. Önce güç oluşturmak ve sonra da siyasi otoriteyi elde etmek ve devleti ele geçirmek amacı  devletle din adamlarını karşı karşıya getirmektedir.

Pek tabidir ki din istismarının hangi niyeti taşırsa taşısın, istismarcıları hak edilmeyen bir noktaya getirmesi, hem din hem de yönetim açısından sakıncalı ve yanlış olmaktadır.

İslamiyet, şahsi menfaatleri için dini kullanmayı çok büyük günah saymaktadır. Bunun içindir ki bazı din adamları bir din adamı ile bir sade vatandaşın işlediği aynı günahın cezasının farklı olduğunu, din adamının daha büyük cezaya çarptırılacağını söylemektedirler.

Tırmızi’ye göre bir hadis-i şerif’te ise şöyle buyrulmaktadır:” Ahır zamanda dünya menfaati için dini alet eden riyakarlar çıkar. Sözleri baldan tatlıdır. Bunlar kuzu postuna bürünmüş birer kurttur.”

Sıfın savaşında Muaviye’nin askerlerinin kılıçlarına Kur’an ayetlerini asmalarını İslam dünyasındaki ilk din istismarı olarak görenler vardır. Gerçekten bu örnek, çok önemli bir kıstastır. Günümüzde iktidar mücadeleleri, saltanat kurma yolları kılıçla değil çoğu sözle olduğuna göre kılıç yerine sözlere taşınan Kur’an ayetlerini günümüzün Sıffın savaşları olarak görmek mümkündür.

 

xxx

 

Bir güç oluşturmak ve bu gücü devlete ve yönetime yönelik bir amaç uğruna harcamak ile bir siyasetçinin gerektiğinde dini ağılıklı mesajlar vermesi aynı mıdır ve istismar mıdır?

Atatürk’ün  7 Şubat 1923 tarihli Balıkesir hutbesi din istismarı mıdır? PKK ile mücadele edilirken Silahlı kuvvetlerin Güneydoğu Anadolu’da uçaktan attığı mesajlarda dini  içerikli çağrıların yer alması dinin istismarı mıdır? Ya da siyasi liderlerin bazı konuşmalarında Allah, Peygamber, Kur’an’dan bahsetmeleri dini istismar mıdır?

Ya da bazı Batı’lı ülkelerin İslamiyet’e düşmanlığı sebebiyle İslamiyet’i savunmak din istismarı mıdır?

Bütün bu ve benzeri olaylara bakış tarzımız şu olmalıdır. Bütün bu örnek olayların amacı nedir?

Amaç istismar etmek suretiyle güç kazanmak ve bu gücü yönetimi ele geçirmek için kullanmak ise ortada din istismarı vardır. Ama bu durumlar belli tehlikelerden kurtulmak, belli düşman güçlerine karşı kuvvet oluşturmak ya da bazı gerçekleri açıklamak ise tartışılabilir olsa dahi ortada bir din istismarı yoktur diyebiliriz.

 

xxx

 

Demokrasilerde din özgürlüğünün olması sebebiyle dini talepler çoğu defa gündeme getirilmektedir. Her dini talebi veya din özgürlüğünün gereği olan açıklamaları, din istismarı olarak görmek doğru olmamaktadır. Ancak şu da bilinmelidir ki din özgürlüğü ile dini istismar arasında her zaman kalın çizgiler de yoktur.

         Din adamlarının iktidar olma niyetleri sebebiyle yaptıkları çalışmalar veya toplumdaki dini ağırlık sebebiyle siyasetçilerin dini istismar etmek suretiyle taraftar ve oy toplama faaliyetleri dini istismar olurken, öte yanda vatandaşların veya sivil toplum örgütlerin bazı dini talepleri ve talepleri siyasetçilerin dile getirmeleri karşısında “laiklik elden gidiyor, devlet hemen tedbir almalıdır” şeklindeki feryatlar da laikliği istismar edip dine karşı tavır alma gayretleri olmaktadır. Yine laiklik konusunda hassas olan kesimlerden destek ve oy almak için bazı konuları büyütüp “laiklik elden gidiyor” feryatları da laikliğin bir başka türlü istismarı olmaktadır.

         Aslında demokrasilerde her türlü istismar  halkı kandırmak demektir. Dinin istismarı, laikliğin istismarı, fakirliğin istismarı, vatanseverliğin istismarı halkı kandırmak açısından aynı şeylerdir. Ancak, din ve devletin toplum üzerindeki etkisi diğerlerinin yanında çok üst seviyededir. Bunun içindir ki demokrasilerde “din istismarı” üzerinde çok durulmaktadır.

         Zaten bir değerin istismar edilip iktidar olunduğunda bu istismarın yöneticileri ve toplumu nereye götüreceğini kestirmek bile zordur. Yine bir değer üzerinde yoğunlaşarak iktidar olunduğunda da sadece bu değer etrafında hareket etmek zorunda kalınmaktadır ki bu her açıdan bir felaket getirmektedir. Hitler’in, Mussolini’nin getirdiği felaketler, bu felaketler türündendir. Çünkü bir tek “değere” yoğunlaşmak toplum yönetimi açısından doğru değildir.Toplumda, sıralaması bazılarına göre değişse de, değişmese de birden çok “değer” vardır. Hatta bir toplum içinde bir kesim için hiç dikkate alınmayan bir “değer” başka bir kesim için önemli olabilir. Toplumu yönetmek demek, toplumu, bütün “değer”leriyle yönetmek demektir. Bazı “değer”lerin ilk sıralarda olması da diğer “değer”leri yok kabul etmeyi gerektirmez.

         Toplum yönetiminde tek “değer” e yoğunlaşmak toplumu geriye götürür. Bir Ticaret ve Sanayi odası seçimi düşünelim. Bu seçimde başkanlık için iki adayın bulunduğunu var sayalım. Eğer bu kesimde diyelim ki mezhepçilik ön değerse, adaylar tabi oldukları mezheplerine göre tercih edilirler. Bu durum da başkanlığı daha iyi yapacak bir adayın seçilmemesini sağlayabilir. Neden? Çünkü temel ölçü kabiliyet, bilgi, tecrübe gibi başkanlık için gerekli olan özellikler değil mezhep olmaktadır. Ve mesela bu mezhepcilik , yalnız Ticaret ve sanayi odasında değil her zeminde ve her makamda olmaktaysa o zaman en azından çok sayıda kabiliyetli insanlar, çok sayıda iyi yetişmiş beyinler topluma hizmetten dışlanmış demektir. Bu durum, İslamiyet’in buyrukluklarından olan “emanetin ehline verilmesi” ile “adalet”e ters ve toplum barışına da aykırı olmaktadır.

         Devleti ve toplumu idare edecek olan siyasetçilerin de seçiminde; seçme kriterinde “ din”, “mezhep”, “ırk”  gibi temel değerlerin esas alınması o toplumu geriye götürür. Doğru olan bu temel değerlerin yanısıra siyasetçide olması gereken özelliklerin esas alınmasıdır. Bu durum şuna benzer: Karşınızda iki doktor var. Hastasınız ve bu iki doktordan birini tercih edeceksiniz. Doktorlardan biri çok dindardır ve dini bilgileri çok üst seviyededir ama doktorluğu vasat bir seviyededir. Diğer doktor, dinden uzaktır ama sahasında  bir numaradır ve çok iyi doktordur. Hangi doktora tedavi olursunuz? Tabi ki iyi doktora. Ama bu sahasında bir numara olan iyi doktorun aynı zamanda çok dindar olması en çok tercih edilen olur. Ama sorun sağlık sorunu ise, reçete sadece en iyi doktordur.

         Nasıl ki savaştaki kahramanlığından dolayı çok saygı duyduğumuz, hayran olduğumuz bir albaydan bu sevgi ve saygımızdan dolayı camide de imam olarak bize namaz kıldırmasını istemeyiz, yine çok iyi bir cami imamından sırf çok iyi bir imam olduğundan dolayı savaşta komutan olmasını istemeyiz, devlet yönetiminde, yönetim bilimin ilkelerini uygulamalıyız.   

         Dinin ve devletin istismarının önlenmesi din ve siyaset ilişkilerinin “barış yolu”nda ilerlemesini sağlar.

         Bize göre laik sistemin ana unsuru din istismarını önleyecek tedbirlerin;yasaların bütünüdür.

         Çünkü dinin istismarı önlenirse din adamları kendi görevleri dışına çıkamazlar ve din adamları ile devlet adamları sadece toplum için çalışırlar ve görevlerini en iyi şekilde gerçekleştirmiş olurlar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DİN VE DEMOKRASİ

 

Din ile demokrasi arasında çelişki veya uyum idare edilme şekli meselesi bir yana daha çok bir noktada düğümlenmektedir. Bu düğüm seçilenlerin ve seçenlerin kimlikleri meselesine dayanmaktadır. İslami bakış açısını ortaya koyanların büyük bir bölümü demokrasi ile idare edilen ülkelerde bütün vatandaşların katılımıyla seçilenlerle müminler arasından seçilenler bir değildir demektedirler. Yani dinimizde demokrasinin temelini teşkil eden “seçim”in olduğunu ancak bu seçimin herkesin katılımıyla olmaması gerektiğini vurgulamaktadırlar. Yapılacak seçimin  müminlerin ileri gelenlerince yapılması gerektiğine işaret etmektedirler. Bir bakıma delege sistemine işaret eden bu görüş sahipleri seçenlerin ve seçilenlerin belli bir dini birikiminin olması gerektiğini, dine dayalı elit bir gurubun ülkeyi idare etmesi lüzumuna dikkat çekmektedirler. Bunlar İslami demokrasi ve İslami olmayan demokrasi tabirleri üzerinde durarak din-demokrasi ilişkilerini izah etmeye çalışmaktadırlar.

Bu görüş sahiplerine karşı olanların bir bölümü ise “dinde demokrasi yoktur ama demokrasilerde dine yer vardır” diyerek çok yüzeysel ve farklı bir cepheden meseleye bakmaya çalışmaktadırlar.

İslamiyet’te seçimin olduğunu ama demokrasilerdeki gibi bir seçim şeklini yanlış bulanlar teorik olarak haklı görülebilirler. Zaten meseleye İslami açıdan bakmadıkları halde  bilinçsiz seçmen sayısının çok olmasının mahzurlarını sıralayan çok kişi mevcuttur. Yine demokrasi ile idare edilen ülkelerde sermaye sahiplerinin medyayı istedikleri şekilde yönlendirdiklerini, bu nedenle de seçim yarışında lehlerine olacak büyük haksızlıklar sebebiyet verdiklerin ileri sürenler oldukça fazladır. Bunların da çoğu önceleri “sol” görüşü temsil eden siyasiler ve aydınlar olmaktaydı. Ama günümüzde bu görüş oldukça yaygındır.

Seçilmeye talip olanların ise siyasi partiler tarafından isabetli bir şekilde belirlenmediğini ise çoğu siyasetçi de dile getirmektedir.

Özetle demokrasi ile idare edilen ülkelerde  meseleye hiç de dini açıdan bakmayıp seçenler ve seçilenler üzerinde en az İslami açıdan tenkit edenler kadar tenkitler yapılmaktadır.

Hatta bunların çoğu “Gerçek demokrasi hiçbir zaman var olmamıştır ve olmayacaktır.”(Toplum anlaşması. JJ Rousseau. Çeviren: Vedat Günyol. Sayfa:92. Paragraf:1) diye düşünmektedirler.

O zaman İslami açıdan mevcut demokrasileri tenkit edenler bu tenkitlerinde haklı mıdırlar? İleri sürdükleri tezler doğru mu?

Tenkitleri doğru olmakla birlikte ileri sürdükleri çözüm yolları,  demokrasiye yönelttikleri tenkit konularını fazlsıyla doğuracağı da bir gerçektir. Çünkü “mümin”ler arasındaki seçimde “mümin” olanların nasıl belirleneceği meselesi birden çok soruyu kendiliğinden getirecektir. “Daha iyi mümin” “yoldan çıkmış mümin” “rantçı mümin” gibi kavramların  kafaları karıştırmaya yeteceğini söylemek mümkündür.

Kaldı ki bu meseleye bir başka açıdan bakıldığında da geçmişteki karışıklıkları hatırlatacak durumlar söz konusu olmaktadır.  Dindarlar arsındaki bir seçim yani yönetime getirilecek olanın seçimi, ya da yönetime getirilecek olanları seçeceklerin seçimi aynı zamanda şu demektir. En dindarı, uleması, bilgilisi bunlardır. Bu kıstası ve değerlendirmeleri kimler yapacaktır ve nasıl yapacaktır? Böyle bir değerlendirme  seçilmeyen adayların inanç çizgisindeki öfkesine de sebep olur. Çünkü insanlar sadece peygamberlere kendilerini ona kıyaslamadan teslim olmuşlardır. Onun için böyle bir seçim dindarlar ve alimler arasında bir çekişmeye de sebep olur.

Ayrıca İslamiyet’te  çok önemli bir kurum olan “ İstişare” nin  böyle bir “müminler” meclisinde nasıl gerçekleşeceği ise çok tartışmaya açık bir konu olmaktadır.

Yine bir kontrol mekanizması olan muhalefetin böyle bir düzende ne kadar fonksiyon icra edeceği de  ayrı bir tartışma konusu olacaktır.

Bu konuya daha değişik açıdan bakanlar demokrasiye İslamiyet’le bağdaştırmayanlar da vardır.

 

 

 

 

 

 

 

 



Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.