Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1832
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10788
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 756
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
MEHMED AKİF ERSOY

 

 

HAYATI

Fatih`te Millet Kütüphanesi`nin bitişiğindeki Ahmet Emin Efendi Sokağından Kıztaşı’na doğru inerek ve Sarı güzel`e doğru ilerleyerek Sari Nasuh sokağına vardınız mı, Fatih yangınında kül olan ve bu gün meçhul bir şahıs tarafından ekildiği göze çarpan bir arsa ile karşılaşırsınız . Mehmed Akif’in doğduğu ev, burada idi. Bu ev Akif`in annesi Emine Şerife Hanım`a aitti, Hala da Akif`in veresesi ile hemşiresi Nuriye Hanımı’nın uhdesindedir.

Mehmed Akif’in Validesi

Akif`in doğduğu sırada bu ev yedi sekiz odalı, beşyüz arşın bahçeli bir konakcıktı ve bu konakcık, Akif`in annesine, ilk kocası Şirvan`li Derviş Efendi`den kalmıştı.

Akif`in annesi Emine Şerife Hanım aslen Buhara`lıdır. Bizzat Akif`in ona dair verdiği malumata göre bundan bir buçuk asır kadar evvel Hekim Hacı Baba isminde bin, Buhara`dan Anadolu`ya gelerek, Boyabat`ta evlenmiş, sonra karısını alıp Tokat`a gitmiş ve orada yerleşmişti. Akif`in anneannesi, bu ana babadan Tokat`ta dünyaya gelmişti. Akif`in anneannesi, evlenme çağına gelince Buhara`dan gelen tacir Mehmed Efendi` ye varmış ve annesi bu izdivacın mahsülü olmuştu. Akif`in annesi, hem baba tarafından, hem ana tarafından Buharalı`dır Fakat kendisi Anadolu`da doğmuş ve büyümüştür.  Akif`in annesi, Tokat`ta yetiştikten sonra Şirvan`lılardan Derviş Efendi ile evlenmiş, sonra kocasıyla birlikte Amasya`ya, daha sonra İstanbul`a gelerek Sarıgüzel`deki evine yerleşmişti.

Şerife Hanım`ın Derviş Efendi`den iki erkek, bir kız çocuğu doğduysa da, erkeklerin vefatından sonra babaları da rahmet-i Hakk`a kavuşmuş ve Şerife Hanım genç yaşta dul kalmıştı. Akif`in baba sı, Mehmed Tahir Efendi, bu sıralarda ona talip olmuş ve onunla evlenmişti. Emine Şerife Hanım  tam manasıyla, İslam Türk kadını idi. Sağlam bünyeli, sağlam seciyeli, anlayışlı, tecrübeli ve derin görüşlü bir kadındı. İtikadı bütün bir Müslümandı. Beş vakit namazını ihmal etmez, ibadetlerinden haz duyar, itikatlarını yaşar, feragat ruhunu canlandırır, iyilik etmekten, iyilik etmek için koşmaktan bahtiyarlık duyar, ince hisli, yüksek ruhlu bir insandı.

Emine Şerife Hanım İpek`li Tahir Efendi ile evlendikten sonra, ilk kocasının son yadigârı olan kızını da kaybetmiş, fakat Şerife Hanım bu acıya da tahammül ettikten sonra, Akif`i doğurmuş, bu  oğlunun doğması ona en büyük teselliyi vermiş ve geçen matemlerini unutturmuştu

 

Mehmed Akif’in Babası

Akif`in babası Mehmed Tahir Efendi, Fatih dersiasamlarındandı. Kendisi İpek`in Şusişe köyündendi ve Nureddin Ağa`nın oğlu idi. Tahir Efendi, İpek`te biraz okumuş, sonra İstanbul`a gelmiş, Yozgatlı Mahmut Efendi`den ders görmüş ve icazet almıştı. Onun Şerif Efendi`den mücaz olduğunu da, eski Diyanet İşleri Reisi Profesör Şerafeddin Yaltkaya söylemişti. Yani İpek`in köylüsü ve Akif`in (ASIM)  adlı eserinde, Köse İmam`ın Mübalağalı diliyle anlattığı vechile, (ümmi, yarı vahsi adamın oğlu, kendi sa`yü gayretiyle, kendi sebat ve ikdâmıyle büyük bir gayeyi gerçekleştirmişti:   Çünkü 0 zamanın telakkisine göre ilim Fatih`te idi ve Fatih müderrislerinden olmak,gıptaya değer bir gaye idi.İlim, Fatih` ten öteye, mesela Şehzadebaşı’na veya Beyazıd`a inmeye tenezzül etmezdi. Buralara ancak ilmin serpintileri var olabilirdi. İlmin asıl kaynağı ise Fatih`te idi. Bu telakkiyi göz önünde tutacak olursak, Ipek`in köylüsü ünmi, yarı vahşi bir adamın oğlu olarak İstanbul`a gelen, hiçbir hamisi bulunmayan ve yalnız kendi emeğine, kendi gücüne ve kendi seciyesine güvenen Tahir Efendi`nin Fatih Müderrisliğine yükseldiği günü, hayatının en bahtiyar günü saymak icap eder Çünkü Ipek`in köylüsü, verese-i enbiya (nebilerin varisi) makamına ermiş ve köyünden çıktığı gün tasarladığı gayeye varmıştı. Kuvvetli bir adam olduğu muhakkaktı.

Tahir Efendi`nin arkadaşları arasında şöhreti, onun seciyesi hakkında bize mühim bir ipucu veriyor çünkü aynı adı taşıyan Tahir`lerden ayırt edilmek için Temiz Tahir Efendi)) diye anılıyordu. Demek ki tahsil için medresede geçirdiği seneler sırasında temizlik ile temayüz etmişti. Medrese hayatında temizlik ile temayüz etmek ise kolay bir iş değildi. Çünkü bu temizliği, bizzat temin etmek ve onun icap ettirdiği bütün zahmetlere doğrudan doğruya katlanmak zarureti vardı. Üstünü başını yıkamak, velhasıl temizliği bütün zahmetlerine  katlanmak lazımdı. Tahir Efendi, bunların hepsini yaptı işin arkadaşları arasında temizliğiyle temayüz etmiş ve sonuna kadar Temiz Tahir Efendi diye tanınmıştır. İhtimal ki, onun Emine Şerife Hanımla evlenmesini kolaylaştıran en belli başlı sebep bu adın dan kazandığı  şöhrettir.Çünkü Emine Şerife Hanım da her inanışıyla temiz bir kadındı ve karı koca her bakımdan birbirlerine denktiler.

 

AKİF`İN DOĞUMU:

Tahir Efendi ile  Şerife Hanımın evlenmelerinin ilk semeresi, Mehmed Akif`ti. Akif Hicretin 1290 (1873) yılında, şevval ayında demin tarif ettiğimiz evde doğdu. Babası, ebced hesabiyle Ragiyf  ismini vermiştir.Ev ve mahalle halkı bu ismi anlayamamış ve onu Akif`e çevirmiştir. Yalnız Akif`in babası onu ((Rağıyf)) diye çağırmaya devam etmiştir.

 

AKİF`İN TAHSİLİ:

Merhum Akif, tahsil hayatı hakkında şu malumatı veriyor:

İlk tahsile Emir Burhan  mahalle mektebinde ve dört yaşımda başladım. Hocamı şahsen hatırlarım; fakat ismini hatırlayamıyorum. Burada iki sene kadar bulundum. Fatih`te muvakkithanenin yanı başındaki iptidai mektepte ilk tahsile devam ettim. Bu mektep, Maarif Nezaretine bağlı bir mektepti. Birçok hocaları vardı. Hem bu mektebe gidiyordum, hem de pederim bana yavas, yavaş Arapça okutuyordu. Bu mektebe sene devam ettim.(Rüşdiye mektebim, Fatih`te Otlaklı Yokuşunda bulunan Fatih Merkez Rüşdiyesi`dir) Buradaki muallimlerinden hatırladıklarım, başmuallim Hoca Süleyman Efendi, ikinci muallim Mustafa Efendi, üçüncü` muallim Hafız Osman Efendi. Diğer hocalar seyyar idiler. Bu seyyar hocaların en mühimi, son sınıfta kendisinden Türkçe okuduğum Hoca Kadri Efendi`dir. Hoca Kadri Efendi, Abdühamit devrinin hürriyetperver şahsiyetlerindendir. 0 devirde evvela" Mısır`a kaçtı. Orada Kanun-i Esasi gazetesini çıkardı. Sonra Paris`e gitti. Paris`te Harbi Umumi ortalarına kadar yaşadı. İlmen ve ahlaken çok yüksek bir zattı. Aslen Hersek`lidir. İngiliz Kerim Efendi`den, Hoca Tahir Efendi`den okumuş; Arapçası, Farsçası çok kuvvetliydi. Fransızca da öğrenmiş, Paris`te ilerletmişti. Bu zat lisan itibariyle üzerimde çok müessir oldu. 0 kadar yüksek bir adamın alelade bir nasihati bile tesir yapar.

Rüşdiye tahsiline devam ederken babamdan yine Arapça okuyordum ve iyice ilerlemiştim. Seviyem, mektep programından çok yüksekti. Babam, o zamanın usulünü ve kitaplarını takip ediyordu. Mektepte okunan Farisi ile iktifa edemezdim. Fatih Caminde ikindiden sonra Hafız Divanı gibi, Mesnevi gibi muhalledatı okutan Esad Dede`ye devam ederdim. Rüşdiye tahsilinde zaten en çok lisan derslerine temayülüm vardı. Dört lisanda (Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca) birinci idim ve şiiri çok severdim.  okuduğum şiir kitabi Fuzuli`nin Leyla ve Mecnun` u dur Babam, bu temayülüme ses çıkarmazdı.

Rüştiyeyi bitirince, pederim, meslek ve mektep tercihini bana bıraktı. Ben de 0 zaman parlak bir mektep olan Mülkiye`yi tercih ettim. 0 vakit Rüşdiye`den Maliye `ye talebe alınırdı, fakat benim Rüşdiye`den çıktığım sene Mülkiye teşkilatı ta dahil olundu. Beş senelik tahsil ikiye ayrıldı. Üç senelik idadi,  iki ahi senelik kısım. Rüşdiye`den çıkınca bu teşkilata göre Mülkiye`nin idadi kısmına girdim. Üç sene sonra şahadetname aldım. Ahi kısmına geçtim. Ahi kısmın birinci sınıfına devam ederken pederimin vefatı, sonra yegane varlığımız olan evimizin yangını üzerine zaruret içinde kalmıştım. İki sene sebat edip Mülkiye`yi` bitirmek kabildi. Lakin o aralık mezunlara ya bir vazife verilemiyor, yahut onları gayet cüz`i bir maaşla istihdam ediyorlardı. Bu sırada, ilk defa olarak Mülkiye Baytar (Veteriner) Mektebi ihdas olundu. Birkaç arkadaş bu mektep yenidir, çıkanlara memuriyet verecekler  diye Mülkiye`yi terk ettik, yeni mektebe girdik. 0 zaman Baytar Mektebi iki sene gündüz, iki sene gececi olmak üzere dört senelikti. Biz gündüz  kısmını bitirince Halkalı`dan leyli kısmına geçtik Baytar Mektebi`nde yine en çok lisan derslerinde iyi idim şiirle iştigalim Baytar Mektebi`nin son iki senesinde hızlandı. çok manzum parçalar yazdım. Sonra bunların hepsini imha ettim. Alakamı artırmak için orta ve yüksek tahsilde yeni bir müessir çıkmamış; eski temayülüm inkişaf etmiştir. Baytar Mektebi`nde hocalarımızın çoğu doktordu. Bunlar hem mesleklerinde yüksek, hem dini satabet erbabı idiler. Bunların telkinleri de dini terbiyem üzerinde müessir olmuştur. İclerinde bakteriyoloji muallimi Rıfat Hüsameddin Paşa gibi kıymetli hocalarımız vardı. Baytar Mektebi`ni birincilikle bitirdim.

 

 

MEMURİYET HAYATI

Akif, memuriyet hayatına girişini şu şekilde anlatıyor.

Mektepten çıkınca, beni ve benden sonra gelen ikinciyi, ki Simon Efendi isminde bir Ermeni genciydi. Ziraat Nezareti Umur-u Baytariye Şubesinde alıkoydular, yedi yüz elli kuruşluk bir memuriyete tayin ettiler. Vazife merkezi Nezaret olmakla beraber, dört sene kadar Rumeli`de, Anadolu`da, Arabistan`da sari hayvan hastalıkları işi üzerinde hayli dolaştım. Köylü ile de bu müddet zarfında gayet sıkı temas ettim. Akif, memuriyet dolayısıyla, Rumeli`de dolaştığı sırada İpekteki akrabasıyla temas etmek üzere bu taraflara uğradı ve amcalarından birkaçını buldu. Bunlar onu izaz etmişler ve amca oğullarından Fazil Efendi namında biri İstanbul`a gelerek medreseye yerleşmek istediğinden, Akif, İstanbul`a döndükten sonra onu getirtmiş ve medreseye yerleştirmişti. Akif`in memuriyet hayati 1893 ten başlar ve 1913 tarihine kadar devam eder. 1913’te memuriyetinden istifa ettiği zaman, Umur-u Baytariye Müdür Muavini idi. Bir taraftan da Halkalı Ziraat Mektebi`nde kitabet ve Darulfünun (üniversite) de edebiyat dersleri veriyordu Balkan Harbinden sonra Ziraat Nezaretindeki memuriyetinden ve Darülfünun`dan istifa etmiş, yalnız Halkalı`daki vazifesine devam etmişti.

 

 

EVLENMESİ

Akif, 1314 senesinde İsmet Hanım`la evlendi. İsmet Hanım Tophane-i Amire veznedarı Mehmed Emin Beyin ve Hamdi Efendi kızı Hasibe Hanımın kızıdır. Mehmed Emin Bey, hali vakti yerinde, kibar ve değerli bir adamdı. Hırka-i şerif`teki konağı Veznedar Konağı diye maruftu. Akif`le İsmet Hanımın düğünleri bu konakta yapılmış, karı koca bu konakta bir ay kadar yaşamışlar, daha sonra kendi evlerine, yani Emine Şerife Hanım`ın, yangından sonra müceddeden inşa olunan evine geçmişler ve izdivaçlarının ilk yılında birinci çocukları olan Cemile doğmuştu. İsmet Hanım, tam manasıyla kibar bir İstanbul kızıydı. Alımlı, derin duygulu, ince ruhlu, zeki ve görgülü bir kadındı Akif`le evlendikten ve çocukları doğduktan sonra, Şerife Hanımın küçük evi aileye dar geldiğinden, karı koca bu evden ayrılmak zorunda kalmışlar ve İstanbul`un muhtelif semtlerinde ikamet etmişlerdir. Merhum Akif, İstanbul`da ikamet etmediğim bir semt kalmadı diyerek sık sık ev değiştirdiklerini anlatırdı.

İsmet Hanım, ilk çocuğu olan Cemile`yi doğurduktan sonra, Feride`yi, sonra Suat`ı doğurmuş, daha sonra sıra erkeklere gelmiş, evvela İbrahim Naim`i doğmuşsa da bu çocuk bir bucuk yaşında ölmüş   daha sonra Emin ile Tahir`i doğurmuştur. Akif`in bütün hayatında ona eş ve can yoldaşı olmuş ve evlilik hayatları kırk sene kadar devam etmiştir.

İsmet Hanım Akif`in 1936 da vefatından sonra  1944 senesinin 19 Nisan günü akşamüzeri vefat etmiştir.

 

 

ÇALIŞMALARI

Akif tahsil hayatı sırasında mektepte öğrendikleriyle kanmayarak, mektep dışında ve evinde de çalışarak tahsilini tamamlamaya bilgisini genişletmeye uğraştığı gibi, memuriyet hayatına geçtikten sonra da resmi vazifelerini ifa ile iktifa etmedi. Resmi vazifelerini yaptıktan başka, muallimlik ederek ve şiir yazarak, edebi vazifeler ifasına da gayret etti. Fakat onun neşriyat a1emine girişi daha fazla Meşrutiyetin 1908 de ilanıyla başlar.

Akif, 1908 senesine kadar yığın yığın yazdı. Fakat yazdıklarının birçoğunu ya kendine, yahut mahdut tanıdıklarına neşretti. Meşrutiyet, Mehmed Akif`i gazete sütunlarına, mecmua sahifelerine kavuşturdu ve Türk halkının karsına çıkardı. Gerçi Mehmed Akif, Resimli Gazete`de bazı şiirlerini neşretmişti, fakat daha sonra tam on sene matbuat aleminden çekildiğini ve 1324 Meşrutiyetine kadar bir şey neşretmediğini görüyoruz. Meşrutiyet, onun   hayatında bir yeni doğuştur. Onun en kıymetli eserleri bu devirden itibaren intişara baş1adı.

Meşrutiyetin ilanı üzerine şiirlerini Sirat-ı  Mustakim`de neşre baş1amakla beraber, memuriyetine devam ediyor, ders veriyor, Arapça`dan kitaplar tercüme ediyor ve onun bu faaliyeti fasıla ve tatil tanımıyordu. 1913’te memuriyetinden ayrılması dahi onun resmi vazifelerine nihayet vermemişti.Çünkü mekteplerde ve medreselerde muallimlik ediyordu.  Hatta Mısır`da geçirdiği son on sene zarfında dahi buna muvaffak olamadı. Çünkü orada da Mısır Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkçe Müderrisliği (Profesörlüğü) ne tayin olundu ve bu işle meşgul olduğu senelerde vaktinin en büyük kısmını Kuran tercümesine ayırdı.

 

 

SAFAHAT ŞAİRİ

Meşrutiyetin ilanı, Osmanlı imparatorluğunu dertlerinden kurtaramadı. Memleket, bu yüzden güçlüklerle, buhranlarla karşılaşıyordu ve kurtuluşu ve çaresini arayıp bulmak, bu çareye dört elle sarılmak  en büyük meselesini teşkil ediyordu. Bu mesele, Mehmed Akif`i SAFAHAT şairi olmaktan ayırdı ve vatan şairi yaptı. Onun için birinci SAFAHAT`tan sonraki bütün eserleri, vatan eserleridir. Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım;  hep vatan eserleridir ve bu sanat eserlerinin hedefi memleketin kurtuluş çaresini belirtmek, bu çarelere başvurulmasını, bu çarelerin gerçekleştirilmesini temin etmektir.

Akif, bütün eserlerini, memuriyet, muallimlik, muharrirlik vazifeleri arasında yazıyor, bir milletin bütün ızdıraplarını yürekten haykırıyor, yol gösteriyor, gecenin karanlığından sabahın aydınlığına kavuşmak için çırpınıyordu.

 

SEYAHATLERİ

Akif merhum, tahsilini bitirdikten sonra, memuriyetleri  dolayısıyla, iki sene kadar Rumeli`de, iki sene kadar Arnavutluk`ta, Arabistan`da dolaşmıştır. Daha sonra geçen Harbi umumiden kısa bir zaman önce Mısır`a gitti (23 birinci kanun 1328).

Kendisiyle bu Mısır seyahati esnasında Kahire`de tanıştım. Memuriyetleri mani olmasaydı Mısır`da daha fazla kalacak, Medine`den sonra Mekke`ye gidecek ve doya doya gezdikten sonra geri dönecekti. Fakat koparabildiği izin, galiba bir aydan ibaretti.

Akif bu seyahatlerinden geri döndükten birkaç ay sonra Umumi Harp koptu ve kendisi bu harp sırasında  sırasında ikinci seyahatini yaptı. Birinci Seyahatinde Berlin`i görmüştü ikincisinde Necid`e gitti ve Necid`den Medine`ye uğradı. Bu iki seyahat de Türk ve İslam menfaatlerine hizmet için yapılmıştı. Çanakkale Harbi, onun Berlin`de bulunduğu sıraya tesadüf etmiş ve sair o günlerin ızdırap ve heyecanını orada yaşamıştı. Şair, bu iki seyahati iki ölmez eserle yaşatmıstır. Berlin hatıra1arı , Necid çöllerinden Medine`yedir.

Umumi Harbin son senesinde, muhterem dostu Profesör İsmail Hakki İzmirli ile birlikte Lübnan`a gitti ve orada Mekke Emiri Ali Haydar Paşa`nın misafiri oldu.

 

 

MÜ`TAREKE VE MİLLİ MÜCADELE

1914 Harbi, 1918 de imzalanan Mütareke ile nihayet bulduktan sonra, galip devletler, Osmanlı Devletini tasfiye ile kalmayarak, yurdu parçalamak niyetiyle hareket ettiklerini göstermişler ve Türk yurdunun her tarafına saldırmağa başlamışlardı. Umumi Harpten son derece bitkin bir halde çıkan Türk milleti, bu muameleyi mukavemetle karşılamak zorunda kalmış ve bu yüzden memleketin her tarafında ayaklanmalar olmuştu.

Akif, bu ayaklanmaların değerini anlatmakta dakika kaçırmayarak evvela Balıkesir`e koşmuş ye oradaki mücahitlerle görüşmüş, orada hitabeler iradet etmiş; halkı ayaklanmaya ve istiklalini kurtarmak savaşmaya çağırmıştı. İstanbul Hükümeti onun bu hareketinden kuşkulanmış, onu Darül-Hikmet`den azil ile mukabelede bulunmuştu. Fakat Akif, derslerine ve yazılarına devam ediyordu.

Anadolu kıyamının ve Milli Mücadele ruhunun bütün memleketi kaplaması üzerine, Anadolu`ya iltihaka karar verdiği gibi erkenden yola çıktı. Üsküdar Parkında yol arkadaşlarıyla buluştu ve Memda  yolunu tuttuktan sonra deniz kıyısına vardı, oradan bulduğu vasıta ile İnebolu`ya çıktı ve İnebolu`dan  Ankara` ya hareket etti. Bir Müddet sonra Ankara`da çıkan yeni Günde onun muvasalat haberini okumuş ve menzil-i maksuda selametle vardığını anlamıştık.

Üstad, Ankara`ya yerleştikten bir müddet sonra ailesinin de Ankara`ya gönderilmesini istedi. Refikasi validesi ve çocukları da yola çıktılar ve ona iltihak ettiler.

Üstad`ın Ankara`ya varmasından sonra Konya isyanı kopmuş o da bu dalaletle mücadele etmek üzere Konya`ya koşmuş; isyanın bertaraf edilmesine yardim etmiş, sonra Ankara`ya gelmiş, Ankara`dan Kastamonu`ya gitmiş, burada Nasrullah Caminde, apayrı büyük bir eser olan, bir mevize irad etmiş ve   galiplerin Türkiye`ye yüklemek istedikleri Sevr Muahedesinin  getirdiği ağır yükü kimsenin kalbinde zerre kadar şüphe bırakmayacak kesinlikle anlatmış, bunu kabul etmenin esaret, zillet ve izmihlali kabul etmekten başka bir şey olmadığını bütün açıklığıyla göstermiş; bütün  Kastamonu muhiti bu sayede layıkıyla aydınlanmış, daha sonra bu çalışmaları basılmış memleketin her tarafına dağıtılmıştır

 

 

İSTİKLAL MARŞI

Akif, Kastamonu`dan Ankara`ya döndü (1336)Kendisi, Burdur Mebusu sıfatıyla Birinci Büyük Millet Meclisine seçilmiş ve bu Meclisin bütün mesaisine iştirak etmiştir.1337 senesinin 17 Şubat günü İstiklal Marşını yazdı ve kahraman ordumuza ithaf etti. Büyük Millet Meclisi 12 Mart 1337 günü bu marşı kabul etti ve Akif, marş için açılan müsabakayı kazanacak olana tahsis edilen 500 lirayı da orduya hediye etti. Sakarya Harbi`nin en buhranlı sıralarında, her ihtimale karşı Ankara`dan hicret başladığı zaman, Sakarya`nın düşmana mezar olacağı hakkındaki kanaati sarsılmamış ve Ankara`dan ayrılmamıştı.

Birinci Meclis`in vazifesinin, zaferi kazanmakla son bulması üzerine, İstanbul`a geldi ve Abbas Halim Paşa`nın daveti üzerine, 1339 da Mısır`a gitti. 0 kışı Mısır`da geçirdikten sonra, baharda döndü, Artık her yıl kışı Mısır`da, yazı İstanbul`da geçiriyordu. Prens Abbas Halim Paşa, onu maişet derdinden kurtarmayı taahhüt etmiş, onun huzur içinde çalışmasını ve istediği eserleri yazmasını temin etmek istemişti. Paşa, bu suretle Türk irfanına ve edebiyatına büyük bir hizmet ediyordu, Akif, Mısır`a ilk gittiği` seneyi, gezip dolaşmakla geçirdi ve ilkbaharda İstanbul`a dönünce, kendi evine çekilip çalışmayı umdu. Fakat burada da esleri dostları imkân vermediler. Aynı yılın kışı yine Mısır`da geçirdi ve çalışmaya başladı. Firavunla Yüzyüze eseri, onun hakikaten çalışamaya başladığını ispat ediyordu. Fakat ertesi yaz İstanbul’a geldiği  zaman, yeni bir resmi vazife ile karşılaştı Diyanet işleri Riyaseti, Kuran Kerim`in tercümesini ona, tefsirlerini merhum Elmalılı Hamdi Efendiye vermek teşebbüsünde idi. Akif`in niyeti, kendi eserlerini, bilhassa  İkinci Asımı  yazmak ve Milli Mücadelemizin destanını yaratmaktı. Birinci Asım`ın intişarı üzerine bizzat kendisi bu tasavvurunu bana söylemiş, Birinci Asım`ın intişarını Tevhid-i Efkar`a yazarken, İkinci Asım`a işaret etmemi istemiş, ben de onun dediğini yapmıştım. Kendi eserini yazmayı, Kuran-ı Kerim`i tercümeye tercih etmesi bahis mevzuu değildi. Fakat bu işi deruhte ederse, bütün vaktini bu işe verirse, muvaffak olamayacak, muvaffak olamamak yüzünden, sarf ettiği vakit ve emek boşa gidecekti. Ondan sonra asıl yazmak istediği eserlere vakit kalıp kalmayacağını Allah bilirdi. Akif, bunu anlatmak için ne kadar uğraştıysa da muvaffak olamadı. Çünkü herkes onun muvaffak olacağına kâniydi ve onun bu işi üzerine alması için ısrar ediyordu. Neticede Akif bu işi üzerine aldı ve bu işi üzerine aldıktan sonra altı, yedi sene çalıştı. Hilvan`da adeta inziva hayatı geçirerek uğraştiıve sonunda memnun olmadı, işi başardığına inanmadığından kendini bu mesuliyetten ibra ettirmek için çalıştı. Diyanet işleri Reisliği de tercüme ile birlikte tefsir işini merhum Elmalılı Hamdi Efendi`ye devretti ve Akif’i ibra etti Bir çokları onun bu sırada mahsus şapka giymemek için Mısır`a kaçtığını yazarlar. Hakikatte Akif, altından kalkamayacak derecede büyük ve ağır bir işe, bütün varlığını vermiş ve altı yedi senesi, bu işin azameti karşısında eriyip gitmişti. Sonunda iyi yapamamış olduğuna inanmış ve bu altı yedi sene içinde yapabileceği iş de ikinsmiş, Mci bir Akif`in yetişmesine kalmıştı. Onu Mısır`da yakalayan ikinci bir reısır Üniversitesinin Edebiyat Fakültesinde Türkçe Profesörlüğü idi.

1926’dan başlayarak, Mısır Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Türk Edebiyatı okuttu. Haftada iki saatten ibaret olan derslerinden geri döndükçe Kur` an tercümesiyle meşgul oluyordu. Kur` an tercümesinin müsveddelerini tamamladıktan sonra eserin üzerinde yeniden çalıştı. Fakat bu sırada, siroz` a tutulmuştu. Hastalığın ehemmiyetini birdenbire anlayamamış ve bunun bir hava tebdili ile geçeceğini  sanarak Lübnan`a gitmiş, buradan ağustos 1936 da Antakya`ya gelmiş, fakat Mısır`a hasta olarak dönmüştü. Artık Mısır`dan da sıkılmıştı ve memlekete dönmeyi özlüyordu. Siroz, onu harap etmiş, bir deri bir kemik haline getirmişti İstanbul `a geldiğinde en yakın dostları bile onu tanımakta

güçlük çekmişlerdi. Bizzat kendisi Canlı bir cenazeden farksızım diyordu.

İstanbul` da gayet ciddi bir tedavi gördü. Hastanede yattı, Mısır apartmanında kaldı, Said Halim Paşa`nın  köşkünde ikamet etti. Fakat hastalığının önüne geçilemedi. Nihayet, Üstad, 27 Aralık 1936 akşamı saat yirmiye doğru fani dünyaya gözlerini yumdu ve ertesi gün Türk Edirnekapı`daki şehitliğe defnedildi.

 

                      kaynak :  ÖMER RIZA DOĞRUL [SAFAHAT]

 

SAFAHAT DIŞINDA KALMIŞ ŞİİRLER

Mehmet Âkif Bey, Halkalı Baytar Mektebi’nin son sınıflarında bulunduğu sıralarda (1891-1893), şiirlerini zamanın dergilerine göndermeye başlamıştı. 1908 sonrasında, yazdıklarını devamlı olarak yayınlamaya başlamadan önceki yıllarda da, önemli bir şair olarak tanınmış ve kabul edilmişti. Gerek dostlarına gönderdiği manzum mektuplar ve gerek diğer manzumeleri, şiir meraklıları tarafından yazılarak elden ele yayılıyordu.

Mehmet Âkif, 1908’den önce yazdığı şiirlerinden birkaçını, 1908’den sonra neşretmekle beraber, beğenmediklerinin hepsini ortadan kaldırmıştır. Kendisinin, ikinci bir Safahat hacminde olduğunu söylediği eski şiirlerinden, sadece 1900 yılından önce yayınlanmış olanlarla, ele geçen mektuplarında bulunanlar ve meraklıların defterlerinde kalanlar kurtulmuşlardır.

SAFAHAT

“Safahat”, Mehmet Âkif Ersoy’un şiirlerini topladığı yedi kitaplık şiir külliyâtının adıdır. İçinde 11.240 mısra tutan 108 şiir bulunmaktadır.

Birinci kitap, yalnız “Safahat” adını taşır. Bundan başlayarak sıra numarası almış bulunan öteki kitapların ayrıca isimleri vardır. Müstakil ciltler hâlinde ve farklı zamanlarda birkaç baskı yapmış olan kitaplar, latin harfli baskılarından önce bir arada, tek cilt içinde yayınlanmamıştır. Yedi kitabın ilk altısının bütün baskıları İstanbul’da, yedinci kitabınki ise Kahire’de yapılmıştır.

Safahat’ı oluşturan yedi kitabın mısra sayıları ile eski harflerle yapılmış baskılarının tarihleri  ve içerikleri şöyledir:

1.     Safahat
44 şiir, 3084 mısra. (Üç baskı:1911, 1918, 1928.)
1908-1910 yılları arasında Sırât-ı Mustakim’de çıkmış şiirlerden dördü dışında hepsi bu eserde yer aldı.  Toplumumuzun sosyal ve siyasi sarsıntılarını, bu sarsıntılar karşısında insanımızın tavrını, çöküntü sebeplerini, günün olayları ile birlikte ele alınmış, son derece mükemmel bir şiir yapısı içinde işlenmiş buluruz. Bu eser bizim hayatımız ve cemiyetimizin ortaya konulduğu bir laboratuar çalışması devresini belgeler. Küfe, Mahalle Kahvesi, Meyhane, Kocakarı ile Ömer, Hasta, Seyfi Baba bu kitapta yer alır.

2.     Süleymâniye Kürsüsünde
Bir şiir, 1002 mısra. (Dört baskı:1912, 1914, 1918, 1928)
Eser, İslam dünyasını dolaşmış bir vaizin, şahsi dostu, Abdürreşid İbrahim Efendi’nin ağzı ile yazıldı. Âkif, bu eserinde, sadece ülkemizin değil, bütün İslam dünyasının durumunu dile getirmiştir. Rusya Müslümanları üzerinde şiddet olduğuna işaret ederek, Türkistan’da Taşkent, Buhara, Semerkant’ın cehaletin kol gezdiği yerler haline geldiğini belirtti. Çin ve Mançurya Müslümanlarının da aynı durumda bulunduğunu ifade etmiş,  eserinin sonunda da İslâmî bir inkılâbın mutlaka gerçekleşmesi üzerinde ısrarla durmuştur. Bu kitapta yer alan fikirler, onun düşündüğü cemiyetin heye­canlı bir beyannamesi görünümündedir.

3.     Hakkın Sesleri
10 şiir, 482 mısra. (Üç baskı:1913, 1918, 1928)
Sekiz ayet ve bir hadisin açıklaması ile milletin düştüğü felaketlerden kurtulma yollarını göstermeye çalıştı. Ayetlerden ve bir hadisten hareket eden Âkif, tembelliğe, hissizliğe, yeise, akılsızlıklara, cehalete ve milletin içine serpilen ayrılık tohumlarına saldırmış, milleti uyandırmaya çalışmıştır.

4.     Fâtih Kürsüsünde
Bir şiir, 1692 mısra. (Dört baskı:1914 (iki baskı), 1918, 1924)

Vaaz şeklinde tek bir şiir olup Hakk’ın Sesleri’ndeki aynı konuları dile getirmektedir.

5.     Hâtıralar
10 şiir, 1314 mısra. (Üç baskı:1917, 1918, 1928)
I. Dünya Savaşı sırasında Âkif’in yaptığı seyahatlerdeki gözlemleri anlatılmaktadır.

6.     Âsım
Bir şiir, 2292 mısra. (İki baskı:1924, 1928)
Ateşli bir müridin sükûnet bulmuş, durulmuş, yeni istikametler gösterecek olgunluğa ulaşmış halini dile getirmektedir. Karşılıklı konuşma şeklinde yazılmış tek bir manzum hikâyedir. Çile döneminden çıkılmıştır. Âsım’ın nesli, toplumu karanlığından, aydınları yanılgılarından sıyırıp, İslâm toplumunu inançla yükseltecektir.

 

7.     Gölgeler
41 şiir, 1374 mısra. (Bir baskı:1933)

İstiklal Savaşı yıllarında ümit ve iman aşılayan şiirleri ile Mısır’da yazdıklarını bir araya getiren eserdir. Daha önceki eserlerde görülmeyen bir lirizmle karşılarız.

Safahat, 1943 yılından itibaren, yeni harflerle de basılmaya başlanmıştır. Şimdiye kadar yüz defadan fazla ve beş yüz bin adet kadar basılmış olan “Safahat”, yurdumuzda en fazla alınan ve okunan, şiir ve fikir kitabıdır.

Safahat
“Safhalar, devreler, dönemler” ve “görünüşler, manzaralar” demektir. (“Kötülük, rezillik…” demek olan “sefahet” kelimesiyle karıştırmamalıdır.) Safahat’ı teşkil eden manzumelerin tamamı “aruz” vezni ile yazılmıştır. Şiirlerin uzunluğu bir kıt’adan, 2292 mısra’a kadar değişmektedir.

Mehmet Âkif, “İstiklâl Marşı”nı “milletin malıdır” diyerek Safahat’a almamıştır. “Çanakkale Şehitleri” adıyla meşhur olan şiir ise “Âsım” kitabında bulunmaktadır.

1.     TEFSİRLER
Mehmet Âkif’in tefsir yazılarının hepsi elli yedi tanedir. Bunların on sekizi manzum olarak yazılmış olup, Safahat’a alınmışlardır. Elli üç tanesi, âyet; dört tanesi, hadis üzerine yazılmıştır. Çoğunun uzunluğu bir sayfadan azdır.

Âkif Bey, memleketin ve halkın o günkü meselelerine hitap eden bir veya birkaç âyet veya hadîsi konu alarak, okuyuculara onlarla yol göstermeye çalışmıştır. Bu yazılar, tefsir ilmi bakımından değil, zamanın meselelerine bakış açısından önemlidir.

2.     VA‘ZLAR
Mehmet Âkif Ersoy’un bir tanesi kitap içinde yayınlanmış, diğerleri konuşma sırasında Eşref Edib tarafından tespit edilmiş olan, dokuz konuşması, va‘zı (mev’izası) vardır.

Bunlardan birincisi, bir kulüpte konuşma şeklinde yapıldıktan sonra, “Mevâ‘ız-ı Dîniye” (Dinî Öğütler) kitabında yayınlanmıştır. Kalan sekiz va‘zın üçü Balkan Savaşı içinde İstanbul’un üç büyük camiinde (Beyazıt, Fâtih, Süleymâniye); birisi Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde; üçü ise Kastamonu’da Nasrullah Camii’nde ve şehrin kazalarında verilen va‘zlardır. Her bakımdan çok önemli konuşmalardır.

3.     MAKALELER
Çeşitli cemiyet, edebiyat ve fikir meseleleri üzerine, makale, sohbet ve hatıra şeklinde kaleme alınmış elli yazıdan ibarettir. Bunların on yedisi “Hasbihâl”, on biri “Edebiyat Bahisleri”, dördü“Eski Hâtıralar”,ikisi “Letâif-i Arabdan” genel başlıkları altında –bazan ikinci bir başlık daha taşıyarak– yayınlanmışlardır. On beşinin ise ayrı başlıkları vardır. Çok samimî bir dille kaleme alınan bu yazılarda Mehmet Âkif’in düşünceleri, bilgisi, kültürü ve irfanı görülmektedir.

 

4.     TERCÜMELER
1908’den sonra, Mehmet Âkif, hepsinin de dergide yayınlattığı ve 268 tefrika devam etmiş olan 55 ayrı tercüme yapmıştır. Bunların birkaçında “Sa’di” takma adını kullanmıştır.
Tercümeler, beşi Arapça ve biri Fransızca yazmış olan altı yazardan yapılmıştır. Tercümelerin yazar ve tefrika sayısı bakımından dağılışı şöyledir:

o        Ferid Vecdi: 7 tercüme, 73 tefrika.

o        M. Abduh: 31 tercüme, 48 tefrika.

o        A. Refik: Bir tercüme, 3 tefrika.

o        Şeyh Şiblî: Bir tercüme, 10 tefrika.

o        A. Câviş: 13 tercüme, 122 tefrika.

o        Said Halim Paşa (Fransızca): 2 tercüme, 12 tefrika.

Kitap olarak basılmış tercümeleri şunlardır
       1. “Müslüman Kadını”, Ferid Vecdi.
       2. “Hanoto’nun Hücumuna Karşı Şeyh Muhammed Abduh’un İslâm’ı Müdâfa’ası”
       3. “İslâmlaşmak”, Said Halim Paşa.
       4. “Anglikan Kilisesine Cevap”, Abdülaziz Câviş.
       5. “İçkinin Hayât-ı Beşerde Açtığı Rahneler”, Abdülaziz Câviş.

5.       MEKTUPLAR
Elli kadar mektubu ve bazı mektup parçaları yayınlanmıştır. Dağınık hâlde, bazı kimselerin elinde, birkaç yüz mektubunun bulunduğunu tahmin edilmektedir. Bunların toplanarak yayınlanması, şairimizin düşünceleri, hayatı ve yakın tarihimiz bakımından çok faydalı olacaktır.

 

BAZI ŞİİRLERİ

 

İSTİKLAL MARŞI

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.

 

Çatma, kurban olayım, çehrene ey nazlı hilal!

Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celal?

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal;

Hakkıdır, Hakk`a tapan, milletimin istiklal.

 

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;

Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.

 

Garb`ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar;

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,

``Medeniyet!`` dediğin tek dişi kalmış canavar?

 

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;

Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.

Doğacaktır sana va`dettiği günler Hakk`ın...

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

 

Bastığın yerleri ``toprak!`` diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

 

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!

Canı, cananı, bütün varımı alsan da Huda,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

 

Ruhumun senden İlahi şudur ancak emeli:

Değmesin ma`bedimin göğsüne na-mahrem eli;

Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli

Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli.

 

O zaman vecd ile bin secde eder ,varsa taşım;

Her cerihamda, İlahi, boşanıp kanlı yaşım,

Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na`şım!

O zaman yükselerek Arş´a değer, belki başım

 

Dalgalanan sen de şafaklar gibi ey sanlı hilal!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihilâl.

Hakkıdır, hür yasamiş bayrağımın hürriyet,

Hakkıdır, Hakk´a tapan milletimin istiklal.

 

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

 

Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar taslar...

                             O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,

 

Vurulmuş temiz alnından uzanmış yatıyor;

Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!

 

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

 

Ne büyüksün ki kanın kurtariyor Tevhid`i...

Bedr`in aslanları ancak, bu kadar sanlı idi...

 

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?

"gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın.

 

Herc u merc ettiğin edvara ya yetmez o kitab...

seni ancak ebediyyetler eder istiab.

 

"Bu, taşındır" diyerek Kabe`yi diksem başına;

Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

 

Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namiyle,

Kanayan lahdine çeksem bütün ecramiyle;

 

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;

Yedi kandilli Süreyya`yı uzatsam oradan;

 

Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,

Uzanırken gece  mehtabı  getirsem yanına,

 

Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

 

Tüllenen magribi, aksamları sarsam yarana...

Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

 

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,

Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin`i,

 

Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...

Sen ki İslami kuşatmış, doğuyorken hüsran,

 

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;

 

Sen ki; a`sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...

 

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber.

 

                                      

 

Ordunun Duası

 

Yılmam ölümden, yaradan, askerim;

Orduma „Gazi“ dedi Peygamber´im

Bir dileğim var, ölürüm isterim;

Yurduma tek düşman ayak basmasın!

 

Amin! Desin hep birden yiğitler.

„Allahuekber!“ gökten şehitler.

Amin! Amin! Allahuekber!

 

Türk eriyiz, silsilemiz kahraman…

Müslümanız, Hakk´a tapan Müslüman.

Putları Allah tanıyanlar, aman,

Mescidimin boynuna ca asmasın.

 

Amin! Desin hep birden yiğitler.

„Allahuekber!“ gökten şehitler.

Amin! Amin! Allahuekber!

 

 

O ŞEHİTİN ARDINDAN

 

Bir leyle-i kadirde düsen din için yere,
Şu matemli kalbimden, o ülkücü şehide...
Saldırtmadan sağ iken mübarek mağbedine.
Uzanan el kırılır bu kutsal dine!...
Yemin ettik ülküdaş, yoluymuş yolun olsun,
İmansız alçaklardan zafer kimin haddine?
Bakma gözlerimize, gözden değildir o yas,
Neden ağlayalım, ölmedin ki ülküdaş`..
Övmeyeceğim seni, çünkü övgü az sana,
Sen ki bayrağın gibi, boyandın bir al kana.
"Düğün gecesi" demiş bu ölüme Mevlana
Bir leyle-i kadirde kavuştun sen Mevla`na
Omuzlarda gitse de albayrak’daki naaş
Sana öldün diyemem, ölmedin ki ülküdaş.
Seninle din yolunda, ölmüştük biz yoldaş.
Sen bizi geçtin ama, yetişiriz ülküdaş
Ne tez geldi yiğidim, genç yasta sana hazan
Şehide su ısıttı, aklaştı kara kazan.
Sen borcunu ödedin sıra bizde ülküdaş"..
Simdi senin dinini bu emin eller bekler
Atom atsalar bile, yaradanı kim terkler?
Ama ne var ki böyle ürüyecek köpekler
Sen şehit oldun yiğit, onlar geberecekler"..

Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna yarab ne güneşler batıyor.

BÜLBÜL
-Basri Bey oğlumuza-
 
Bütün dünyaya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım;
Nihayet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.
Şehirden kaçmak isterken sular zaten kararmıştı,
Pek ıssız bir karanlık sonradan vadiyi sarmıştı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lâl...
Bu istiğrakı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl
Muhitin hâli "insaniyyet"in timsalidir, sandım;
Dönüp maziye tırmandım, ne hicranlar, neden andım!
 
Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd,
Zalâmın sinesinden fışkıran memdûd bir feryâd,
0 müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu
Ki vâdiden bütün, yer yer, enînler çağlayıp durdu.
Ne muhrik nağmeler, yâ Rab, ne mevcâmevc demlerdi;
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûya Sûr-i Mahşerdi!
 
-Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin ?
0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,
Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânmânın şen, için şen, kâinatın şen.
Hazansız bir zemin isterse, şâyed rûh-i ser-bâzın,
Ufuklar, bu`d-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervâzın.
Değil bir kayda, sığmazsın - kanadlandım mı - eb`âda;
Hayâtın en muhayyel gayedir ahrâra dünyâda,
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânmansız serseriyim öz diyârımda!
Ne husrandır ki: Şark`ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu,
SALÂHADDÎN-İ EYYÛBÎ`lerin, FATİH`lerin yurdu.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde OSMAN`ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ`nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma`bedinden YILDIRIM Hân`ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri ORHAN`ın!
Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş, Sür
 
 
 
 

ZULMÜ ALKIŞLAYAMAM,

 

Zalimi asla sevemem, Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Atiyi Karanlık görerek azmi bırakmak, alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak.
Kendi sağlam, hissi, ruhu ölmüş Milletin! İşte en korkuncu hüsranın, helakin, hayberin!
Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile.
Adem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir;
İstemem, dursun o payansız mefahir bir yana...
Gösterin ecdada az çok benzeyen kan bana!
İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yadigar,
Çok değil, ancak Necip evlada layık tek şiar.
Varsa şayet, söyleyin, bir parçacık insafınız:
Böyle kansız mıydı -haşa- kahraman ecdadınız?
Böyle düşmüş müydü herkes ayrılık sevdasına?
Benzeyip şirazesiz bir mushafin eczasına,
Hiç görülmüş müydü olsun kayd-i vahdet tarumar?
Böyle olmuş muydu millet can evinden rahnedar?
Böyle açlıktan boğazlar mıydı kardeş kardeşi?
Böyle adet miydi bi-perva, yemek insan leşi?
Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan...
Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan!...
"His" denen devletliden olsaydı halkın behresi:
Payitahtından bugün taşmazdı sarhoş naresi!
Kurd uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi.
Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi.
Lâkin, aşk olsun ki, aldırmaz otlarmış eşek,
Sanki tavşanmış gelen, yahut kılıksız köstebek!
Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı...
Hasmı, derken, çullanırmış yutmadan son lokmayı!...
Bu hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin üsluba sok:
Halimiz merkeple kurdun ayni, asla farkı yok.
Burnumuzdan tuttu düşman; biz boğaz kaydındayız;
Bir bakin: hala mı hala ihtiras ardındayız!
Saygısızlık elverir... Bir parça olsun arlanın:
Vakti çoktan geldi, hem geçmektedir arlanmanın!
Davranın haykırmadan nakus-u izmihlaliniz...
Öyle bir buhrana sapmıştır ki, zira, halimiz:
Zevke dalmak söyle dursun, vaktiniz yok mateme!
Davranın zira gülünç olduk bütün bir aleme,
Bekleşirken gökte yüz binlerce ervah, intikam;
Yerde kalmış, na`sa benzer kavm için durmak haram!...
Kahraman ecdadınızdan sizde bir kan yok mudur?
Yoksa, istikbalinizden korkulur, pek korkulur.

 



Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.