Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1832
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10791
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 756
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
OK YAYDAN ÇIKTI-SEVGİYLE YOĞRULAN BİR ASKERİN ÖYKÜSÜ-

  

 OK

YAYDAN ÇIKTI

 

 

 

 

 

 

Bu vatan,

Toprağın kara bağrında

Sıra dağlar gibi

Duranlarındır.

Bir tarih boyunca

Onun uğrunda

Kendini tarihe verenlerindir...

 

      (Orhan Şaik GÖKYAY)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


HEY BENİM ASLANIM

 

Mustafa, İsmail, Osman, Ali ve Mesutların ellerini kınalayan; Zeynep, Gülsüm, Fadime, Ayşe ve Aysel anaların yürekleri yaşattı bizi... İşte böyle var olduk...

 

Nermin Öğretmen, kitabını bırakıp çantasını karıştırmaya başladı. Bir şey arıyor gibiydi. Nihayet buldu, bize döndü ve elini uzattı. Avucunun ortasında Türk Bayrağı rozetleri vardı. Şöyle dedi:

 

Sizlere küçük birer hatıram olsun. Kabul ederseniz, sevinirim.

 

Kenarları altın sarısı, içi kıpkırmızı ve ay yıldızları bembeyaz iki güzel rozet. Uzandık, teşekkür ederek aldık. Mustafa, zaten açık olan cüzdanına rozetini koyarken özlem dolu sesiyle konuştu:

Türk; öğün, çalış, güven. ATATÜRK

 

–Ne güzel renkleri var değil mi Metin Ağabey? Bu renkler birbirine ne çok yakışıyor. Zeynep’e de beline kırmızı kurdele bağladığı gelinliği işte böyle çok yakışmış, melek gibi olmuştu. Yerlere kadar sürünüyordu etekleri. Sandığa koyup sakladı onu. “Alamayan birisine verelim.” dediysem de dinlemedi beni. Kıyıp da veremedi. Bir gelinlik kızı daha sevindirseydi keşke!

 

Öyle güzel anlatıyordu ki. Yanaklarında küçük gamzeler oluştu. Dudağının kenarını yine ısırdı. Duygu dolu sesini yeniden duyduk:

 

Onu, ilk gördüğüm gün sevmiştim biliyor musun? Komşu kasabada bir arkadaşımın düğününde rastlamıştım. Bırakmadım peşini. Ağabeylerinden çok çekiniyordu. Bir iki defa gizli gizli buluştuk. Baktım ki olmayacak, annemi gönderip istettim. Önceleri biraz nazlandılar. Babam, “Üzülme oğlum, kız evi naz evi!” dedi. Ben de biraz gözdağı vermek için, şakanın dozajını kaçırarak çektim bir kenara Zeynep’i ve  “Seni başkasına yâr etmem!” dedim.

 

Delikanlının son cümlesinden ürpermiş, şaşırmıştım:

 

Bu nasıl sevmek Mustafa? Kıza hiç seçme hakkı bırakmamışsın ki?

 

–Öyle değil Metin Ağabey. O da çok seviyordu beni.

 

Yine de yanlış yapmışsın, insan sevgisini öyle mi ifade eder?

 

–Ama annesi hep aramıza giriyordu. Kızının aklını çelecek sandım. “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur!” demiyordu. Neyim eksikti ki benim? Taşı sıksam suyunu çıkarırım. Neyse, boş ver! Erdim işte muradıma. Düğün akşamı annem kulağıma eğilip dedi ki: “Oğlum, dünürler çok uğraştırdı bizi. İlk günden bağır, çağır da karın korksun senden. At sahibine göre kişner, sonra baş edemezsin.” Dönüp baktım ona. “Anacığım, o benim eşim, karım artık. Benden korkmasına ne gerek var ki! Böyle terbiye mi olurmuş?” dedim.

 

– İyi demişsin, aferin.

 

–Aylar hızla geçti. Şimdi el üstünde tutuyorlar beni. Hiç de altta kalmıyor, her ihtiyaçlarına koşturuyorum. Kaynanam; “Benim damadım bir tane!” diyor. Zeynep de, saklıyor hâlâ gelinliğini. Düğündeki bayrakla birlikte saklıyor. Bizde adettir, üç gün boyunca düğün evine asılır bayrak. Kapıda davul zurna çalar, yukarıda o, kırmızı beyaz renkleriyle dalgalanır durur.

 

–Bayrağımızdaki renklerin başka anlamları da var Mustafa. Kırmızı, atalarımızın kanlarını, beyaz ise, dürüstlük ve temizliği simgeler. Sen biraz önce Nermin Hanıma bayrağı tarif ederken “Bayrak, namustur!” demedin mi? İşte bayrak gökyüzünde özgürce dalgalandıkça namusa leke çalınmaz ve milletimiz hep özgür kalır. Biz millet olarak gücümüzü bu ay yıldızdan aldığımıza inanırız. Nazlı bir edayla dalgalanan bayrağımız gözlerimizi doldurur, içimizi titretir. Bu bayrak altında doğan bizler, yine bu bayrak altında, Çalışır, övünür, güveniriz!” Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın haklı gurur ve onuru bu bayrak altında coşkuya dönüşür, anlam kazanır.

 

Kendimi birden nutuk atar gibi hissettim. Sanki bir orduyu savaşa hazırlıyordum. Üstelik bu durum hoşuma da gitmişti. Yine devam edecektim ki takındığım komutan edasını delikanlının tebessümü bozdu:

 

–Hayrola Metin Ağabey, askere ben gidiyorum, sana ne oluyor? Tertip miyiz?

 

Gülümsedim. Öğretmen Hanım da, kitabının sayfalarını çevirmeyi bırakmış, bizi dinliyordu. Başını kaldırdı:

 

–Metin Bey doğru söylüyor Mustafa. Vatan, üzerinde yaşadığımız ülkemiz, yurdumuzdur. Atalarımızın bizlere emanet ettikleri topraklardır. Vatanımıza karşı maddî ve manevî bir bağlılık duymak, içimizden gelir. Bizi yaşatan şey, bu toprakların üzerindeki ortak kültür değerlerimiz, anılarımızdır. İşte bu yüzden bayrağımızı ve vatanımızı severiz. Onları korumak uğruna çalışır, gerektiğinde canlarımızı feda ederiz.

 

Mustafa aniden topuklarını birbirine sertçe çarptı ve başını hızla öne eğip kaldırdı:

 

Askerliğimin ilk selâmını sizlere veriyorum. Vatana millete hayırlı olsun!

 

Akıllı bir delikanlıydı. Bizi incitmeden iğnelemeyi iyi beceriyordu. “Zaten yeterince gerginim, bir de siz gelmeyin üstüme!” demek istemişti herhalde. Nermin Hanım da, ben de onun bu şakasından hoşlanmıştık.

 

Arka koltuktaki yaşlı adam da gülümsedi. O, otobüse bindiğimiz dakikadan itibaren herkesi, her şeyi, yorgun; ama tecrübeli gözleriyle izliyor, inceliyordu. Bu koca çınarın yıllara meydan okuyan iri kulaklarının, büyük bir dikkatle bizleri dinlediğini de biliyordum. Türlü bahanelerle arkama döndüğümde göz göze geliyorduk. Kim bilir neler geçiriyordu aklından. Nihayet o da dayanamadı: “Biraz sonra otobüsümüz mola verecek. Eğer çaylarımızı beraber içersek sevinirim.” dedi.

 

Sohbeti tatlı bir adama benziyordu. Böyle bir davet kaçırılmazdı. Memnuniyetle kabul ettik. Görevli delikanlı elindeki mikrofondan mola verecekleri yeri ve zamanı anons etti. Çok geçmeden otobüs yavaşladı ve dinlenme alanına girdi.

 

Dikkatimi çeken ilk şey, neredeyse her yerden duyulabilen müzik yayını oldu. Son günlerin çok sevilen bir türküsü, uygun bir tonda bize hoş geldiniz diyordu. Müziğin, ruhun gıdası olduğunu söyleyenler doğru lâf etmişler. Bu türkü yüreğimin tellerine dokunarak rahatlatmıştı beni. Hayatı, sadece acıdan, ayrılıktan, ibaret göstererek ağlatıp, sızlatan ve insanların içini karartan garip şarkılara benzemiyordu. Demek ki her insanın gıda anlayışı biraz farklıca oluyordu.

 

Buraya gelinceye kadar yol boyunca geçtiğimiz kimi yer bozkır kimi yer de yeşildi, oysa burası yemyeşildi. Plânlı bir çalışmanın ürünü olduğu belliydi. Her ayrıntı düşünülmüştü. Çocuklar için salıncak ve kaydırakların olduğu bir eğlence parkı, alışveriş merkezi, lokanta kısmı, bahçe, manav renk cümbüşü içerisinde birbirini tamamlıyordu.

 

Otobüsten yeni inmiştik ki, oyun parkından bize doğru plastik bir top yuvarlandı. Mustafa hemen ustaca bir hareketle ayağından dizine kaldırıp, sektirmeye başladı topu. Bu arada göz ucuyla da bizi süzüyordu. Birkaç tekrardan sonra yere düşürdü. Hiç bozuntuya vermeden eğilip aldı ve parkta oynayan çocuklara doğru attı. Kibirli bir tavırla “Aslında daha çok sektiririm; ama top biraz hafifti. Üstelik çocukları da bekletmemek lâzım.” dedi.

 

Çay salonunda buluşmak üzere sözleştik. Osmanlı mimarisi tarzında yapılan çeşmenin suyundan hem içtim, hem de elimi yüzümü yıkadım. Bazı ülkelerde daha tuvalet bile yokken, atalarımın hamamlar inşa ettiği geldi aklıma. Saçlarımı düzeltirken başımı kaldırdığımda kuşları gördüm. Özgürlüğün tadını çıkarıyor, güneşin ışıklarıyla dans ediyorlardı. Tek sıra dizilen otobüsler neşeli görevliler tarafından yıkanırken, sıçrayan sular, serinlemeye çalışan bu küçük kuşların kanatlarını ıslatıyordu.

 

Eve elim boş gitmek istemedim. Bu yöre, lokumu ve kuruyemişi ile ünlüydü. Karışık iki paket yaptırdım. Çay salonuna girdiğimde öğretmen hanımı, Mustafa’yı ve henüz adını bilmediğim yaşlı adamı hoş bir sohbet içerisinde buldum. Çaylarımızı beklerken, Mustafa bizi tanıştırdı. Adının “Gürbüz” olduğunu öğrendim. Etkileyici bakışları vardı. Yıllar ona beyaz saçlarla birlikte nice anılar da vermiş olmalıydı. Sözü dolaştırıp otobüste konuştuğumuz konulara getireceğini biliyordum. Gülümseyerek etrafına bakındı:

 

-  Hakikaten bravo! Bir teşekkür yazıp atacağım şu girişteki kutuya. Tuvaletler, lavabolar tertemiz. Bu güzelim tesise tam not verdim. Onlar da masraf yapmış; ama hakkını da vermişler doğrusu. İnsan kendi evinde bile bu temizliği zor sağlar. Burada bunca insana aynı özeni göstermek, aynı hizmeti vermek hiç de kolay değil. Bakın personel ne kadar şık giyinmiş. Hepsi de pırıl pırıl. Hepsi de işinin ehli görünüyor. Keşke hayatta, en küçüğünden en büyüğüne kadar her iş, gerçekten işinin ehli insanlara teslim edilse!

 

Garsonun masamıza bıraktığı çaylardan dumanlar tütüyordu. Yaşlı adam eline bir kesme şeker alarak ikiye böldü. Parçalardan birini diline koyup çayına uzandı. “Bizim oralarda buna kıtlama derler; ama bu şekerler çok çabuk eriyor.” dedi. Biz biraz soğusun diye beklerken o nerdeyse bardağını yarılamıştı. Mustafa kendi dili yanmışçasına buruşturdu yüzünü. İhtiyar, oralı bile olmadan kaldığı yerden devam etti konuşmasına:

 

-  Ellerindeki temizlik bezleri bile özenle seçilmiş. Açıkta bir tane çöp, yerlerde bir tane izmarit yok. Bakın şu tatlı bölümündeki kızımıza! Lastik eldivenler takıp, saçlarını özenle taramış. Ağzından “Efendim!” kelimesini düşürmüyor. İşini severek, isteyerek, benimseyerek yapıyor. Dolapta servise hazır bütün yiyeceklerin üzeri şeffaf koruyucularla kapatılmış. Ne de güzel olmuş.

 

Döndük baktık. Eli yüzü küçücük, hafif kısaca, yanakları al al, fındık kurdu bir kızcağız, arı gibi çalışıyordu. Mustafa da alıcı gözle baktı kıza:

 

–Gerçekten güzel kızmış. Parmağında yüzük de yok. Allah sahibine bağışlasın. Kara gözleri kömür gibi maşallah! Gidip yakından görsem, bir tatlı da ben mi yesem acaba? Yok yok! Aman Zeynep duymasın. Çok kıskançtır, küser bana.

 

Gürbüz Bey tebessüm ederek sözlerini sürdürdü:

Hayatta muvaffak olmak için üç şey lazımdır; dikkat, intizam, çalışmak. ATATÜRK

 

 

–Bunca uzaktan kızın parmağında yüzük olup olmadığını nasıl anladın? Ne keskin gözlerin varmış! Aslında şaşırmamak gerekir! İnsan daima görmek istediğini görürmüş ya!

 

Otobüsteki konuşmalarınıza kulak misafiri oldum. Kusura bakmayın. Meraklandım ve dinledim. Anladım ki, aramızda ortak bir şeyler var. Hepimiz bu ülkeyi çok seviyoruz; ama sadece sevmek yetmiyor. Bu sevgiyi göstermenin yollarını bulmak lâzım. Bence her insan; içinde bulunduğu durum ya da yaptığı iş her neyse, biraz da ülkesi adına görev çıkartmalı.

 

Mustafa’nın ağzı yine kulaklarındaydı. Konuşunca bu sebepsiz gülücüğün sebebini biz de anladık:

 

–Bu anlattıklarınızı bir ezberleyebilsem; âlim olurdum; ama böyle hepiniz birden gelmeyin üstüme, korkuyorum!

 

Bizi de güldürmüştü. Yaşlı adam devam etti konuşmasına:

 

Sen bizi bırak, korkacaksan eşinden kork! Neyse ben unutmadan anlatayım diyeceklerimi. Malum yaşlılık var, uçar gider aklımdan şimdi!

 

En büyük değer ülkemize bağlılıktır. Ülkesine bağlı olan, devletine de bağlı olur. Onu kollar, devamı için uğraş verir. Bu da ancak aynaya dikkatli bakmakla mümkün olur! Akşam olduğunda başımızı yastığa koyarken düşünmeli, günün muhasebesini yapmalıyız. Ben bugün neler yaptım? Şöyle bir tartmalıyız kendimizi. Bakalım hangisi ağır basıyor; iyilik mi, kötülük mü? Cevap kötülük ise, uykumuz kaçmalı, o pamuk yastık taş olmalı bize. Etten kemikten ibaret değiliz ki! Ruhumuz, vicdanımız, aklımız, yüreğimiz var bizim. Mustafa yine muzip tavrını takınmıştı. Birden atıldı:

 

–Gürbüz Amca, dörtlüde bir eksik vardı, o da şimdi sizinle tamamlandı. İçimden geldi, bir selam da size vereyim mi? Ya da beraber gidelim askere, sayenizde yalnızlık da çekmem oralarda. Beni kesin erken terhis ederler.

 

 Gürbüz Bey’in bakışları hafifçe dikleşti. Kaşlarından birini kaldırarak sordu:

 

—O nedenmiş?

 

Neden olacak, sayenizde askerliğe bir iki gün erken başladım da!

 

Gürbüz Bey babacan bir tavırla;

 

–Görüyorum ki çok neşeli ve mutlusun delikanlı. Haklısın, yerinde olabilsem ben de mutlu olurdum. Sen vatanı korumaya gidiyorsun, bundan büyük mutluluk olur mu? Vatanı, milleti, memleketin şeref ve namusunu, düşmana karşı koruyacaksın. Arkadaşlarınla bir elin parmakları olacaksın. Bu uğurda nice çaba sarf edeceksin. İçimizdeki birlik ruhu olmasa, bütün bu çaba, bu gayret hepsi de boşa gider.

 

Nermin Hanım çayını karıştırırken ses çıkarmamaya özen gösteriyor, anlatılanların tadına varmaya çalışıyordu. Kısa sessizliği fırsat bilip sohbete katıldı:

 

–Delikanlı takılıyor size Gürbüz Bey. Gençlik değişiyor artık. Keşke bütün gençler Mustafa gibi olsa. İçinde bulunduğumuz çağ da baş döndürücü bir hızla değişiyor ve hayatlarımızın şeklini belirliyor. Bu değişim; en sarsılmaz, hiç bir şey olmaz denilen sistemleri bile derinden etkiliyor. Teknoloji; kolaylıkların, rahatlığın yanında tehlikeleri de beraberinde getiriyor. Bütün bunların özünde sadece insan var. İnsanın sınırsız gücü ve aklı var. Biliyor musunuz, geçenlerde bir kitapta okudum. Yüksek kalitede bir bilgisayar saniyede dört yüz milyonun üzerinde işlem yapabiliyormuş.

 

Mustafa dudağını büzerek baktı:

 

–İnanması zor!

 

–Evet, inanması zor; ama doğru delikanlı. Her saniyede bu kadar çok işlem. Sonra daha da şaşıracağım bir şey okudum; Bu bilgisayarın hiç durmadan çalışıp yüz yılda yapabildiğini beynimizde sadece bir dakikada yapabilecek kapasite varmış. Oysa biz, ne yazık ki beyin gücümüzün sadece yüzde birini kullanıyormuşuz! Şöyle bir düşünsenize vücudumuzdaki diğer organların da sadece yüzde bir performansla çalıştıklarını! Hastaneler dolup taşardı herhalde!” Daha fazla gecikmeden buna bir tedbir almalı, aklımızı akıllıca kullanmayı öğrenmeliyiz.

 

Mustafa konuşmaların yoğunluğundan biraz bunalmıştı. Masanın ortasına bir paket koyup seri hareketlerle açtı:

 

–Annem de tedbir almayı sever öğretmenim. Bu börekleri eşimle beraber hazırladılar. “Anne çok koydunuz!” dedim. “Oğlum, kime nasip olacağı, kime ikram edeceğin belli olmaz, paylaşırsın!” dedi. Haklıymış, afiyet olsun.

Zafer; "Zafer benimdir." Diyebilenin, başarı "başaracağım" diye başlayanın ve "başardım" diyebilenindir. ATATÜRK

Gerçekten de böreklerin maharetli eller tarafından yapıldıkları belliydi. Güzel ve iştah açıcı görünüyorlardı. Geri çevrilecek teklif değildi bu!

 

Mustafa, yaptığı ikramın mutluluğunu yaşıyor, kahverengi gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Paylaşılan o birkaç parça börek, kuş sütü eksik sofralar gibi geldi bana. Çünkü sadece sofrayı değil; sevgi, saygı ve sohbeti paylaşıyorduk. Gürbüz Bey; “Yapanların ellerine sağlık, bu dünyada kimse aç kalmasın, açlıkla terbiye edilmesin!” dedi. Nermin Hanım da devam etti:

 

–Evet, aç kalmasın. Açlık elbette çok önemli. Eğer bir ülkenin ekonomisinde bozukluklar varsa, bu sosyal yapıyı da etkileyebilir. Aile bağları, komşuluk ilişkileri zayıflayabilir. Bilgisiz ve zayıf karakterli insanların, kanunsuz olaylara katılımı artabilir. Gayri ahlâkî yollara sapmalar olur. İşte o zaman güven duygusu azalıp, ümitsizlik oluşur. İnsanların düşünceleri istismar edilir. Gerektiğinde, kazandığı ile yetinebilmeyi öğrenememiş birkaç insan arasında, para için her şeyin kullanılabileceği düşüncesi yayılır. Birlik, beraberlik bozulur.

 

Birden sustu. Parmağının ucuyla bize yerdeki bir zeytin tanesini işaret etti. Sonra sürdürdü konuşmasını:

 

–Şu zeytine iyi bakın. Sadece bir zeytin tanesi deyip geçmeyin. Açlık insana neler yaptırır!  Bilhassa savaş yıllarında açlık daha bir şiddetli olur. Kurtuluş mücadelemizin çetin günlerinde Levazım Bakanlığı şöyle bir emir yayınlamış;

 

“Nasıl tüketileceğine dair bilgi verdiğimiz gıda maddelerinden olan zeytinin, özelliği dolayısıyla kısıtlanarak yenilmesi gerekmektedir. Bir adedinin, üç ayrı lokmada ekmeğe katık edilmesi kararlaştırılmıştır. Alışılanın haricinde olan bu zorunluluğu kıtalara günlük emir şeklinde duyurunuz ve takip ediniz...”

 

Yerdeki zeytine bir kez daha baktı ve sonra yine bize döndü:

 

–Ne günler geçirmişiz. Ne acılar çekmişiz. Yalnız kalmışız. Çaresiz kalmışız. Medine’de kuşatma altında askerini öpen koklayan Fahrettin Paşa da çaresiz kalmış. Hem düşmanla hem de açlık ve sıcakla savaşmış. Bu yiyecek yetersizliğine geçici çareyi çekirgede bulmuş. Günlük emrinde Mehmetçiğe çekirgeyi anlatmış;

 

“Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüyü yok... O da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Bitki ile besleniyor. Serçe gibi huysuz... Yediği şeyleri seçiyor ve temiz şeyler yiyor... Yemen ve Afrika Arapları’nın başlıca gıdası çekirgedir. Romatizmaya da iyi gelir. Doktorlarımıza tetkik ettirdim. Şifalarını saymakla bitiremediler...

 

Çekirge yemeği şöyle hazırlanır. Yağ ile kavrulur, kavurma gibi yenir... Haşlanır, bulgura karıştırılır...”

 

Nermin Hanım, size bir örnek daha vereyim diyerek devam etti;

 

—Kurtuluş Savaşı yıllarında halkımız ve ordumuz o kadar sıkıntı çekmiş ki! Askere bir günlük iaşe olarak; sabah üzüm hoşafı, akşama da yağlı buğday çorbası verilebilmiş. Hatta bazı günler bu iki öğün teke düşürülmüş! Bu şartlara sebat eden askerle kazanmışız bağımsızlığımızı. Şimdiki çocukların yemek seçtiklerini, bamyaya, pırasaya, karnabahara, ya da güzelim ıspanağa burun kıvırdıklarını görüyorum ya, kahroluyorum!

 

Mustafa’nın ağız tadıyla yemeye çalıştığı böreğini elinde beklettiğini gördüm. Taktiği işe yaramamış, öğretmene ikramda bulunmuş; ama susturamamıştı. Nermin Hanım yine yapacağını yapmış, söyleyeceğini söylemişti. Hızını alamadığı da belliydi. Durmaya da hiç niyetli görünmüyordu. Aynı ton ve coşkuyla sürdürdü konuşmasını:

 

–Bu milletin ömrü cephelerde, savaşlarda geçti. Bir başka örnek vereyim size;

 

“Atatürk bir seyahatinde tanıştığı ihtiyarlara sormuş:

 

–Mal mülkle hiç uğraşmadık diyorsunuz. Bu nasıl iş? Bunca yıl ne yaptınız peki?

 

İhtiyarların arasındaki bir köylünün yorgun sesi duyulmuş:

 

–Biz; Yemen, Tuna Boyları,

Balkanlar, Arnavutluk Dağları,

Kafkaslar, Çanakkale ve Sakarya’da

Savaşıyorduk Paşam...”

 

Nefes bile almadan konuşuyordu. Ara verip, soluklandı. Sonra, sanki anlattıkları yarım kalacak korkusuyla devam etti:

 

–Bu millet bağımsızlığını korumak için çok savaştı. Kahramanlık destanları yazan tok gözlü insanlarımız hiçbir zaman mal mülk hırsına düşmedi. Onların gönüllerinde hep vatan sevdası vardı.

 

Nermin Hanımın anlattıkları bana da o çetin günleri konu alan bir kitaptan okuduklarımı hatırlattı;

 

 “Kurtuluş Savaşımız sırasında, o günün çileli, yoksul insanları, yani dedelerimiz ki, yaşayanları hâlâ aramızdadırlar; çorabının tekini, ayağının çarığını, sırtındaki gocuğunu, atını, öküzünü, ambardaki buğdayını, mercimeğini savaşanlarına seve seve vermekten kaçınmadı. Böylece o günün dedeleri, babaları şimdilerin yetmiş milyonunu yarattılar. Bizler o günlerin fedakârlığı ile bunca yıldır huzur içinde yaşıyoruz.

 

Toparlanmamıza, kalkınmamıza içte ve dışta bulunan hasımlarımız fırsat vermediler. Dile kolay! Yıllarca hiç durmadan savaşmışız. Bizlere armağan edilen bu barışı, yoksulu, varlıklısı, herkes korumalı. Kimse; Verecek bir şeyim yok!” dememeli. Kurtuluş Savaşı’ndakilerin nesi vardı? Yine de ayağındaki çarığın birini çıkarıp verdi!”

 

Gürbüz Bey başını sallaya sallaya konuştu:

 

Savaşları kazanarak onurumuzu ve yurdumuzu kurtardık. Bugün de kültürümüzü, ekonomimizi, umutlarımızı daha iyi durumlara getirmek için çalışacak ve geleceğimizi kurtaracağız!

 

Mustafa da tam bu arada böreği kurtarma telaşındaydı. Saygısızlık olmasın diye küçük parçalara bölüp ağzına atıyor, sonra da çiğnemeden yutmaya çalışıyordu.

 

Anlatılanların doğruluğu konusunda hiç bir söz söylenemezdi. Belki de delikanlının sesini çıkartmayıp, kaşlarını çatmamasının nedeni buydu. Daha rahat bir konuşma ortamında olsaydık, onun, söze daha çok katılacağını düşündüm. Buna rağmen kendiliğinden gelişen sohbetimiz, masamıza derin ve ciddi bir hava katıyordu. Şu an burada olmaktan çok mutluydum. Mustafa’nın da gösterdiği bu sıcak ilgi rol olamazdı. İçinden geldiği için yanımızda olduğunu hissedebiliyordum.

 

            Otobüste birbirlerine buruşturulmuş kâğıtları atarak eğlenen gençler, çay salonunda da neşelerinden bir şey kaybetmemişler, yeni şakalar icat ediyorlardı. Boş meşrubat şişesini masanın üzerinde hızla çeviriyor, şişenin ucu hangisini gösteriyorsa, onun çayına taşıncaya kadar şeker doldurup içmeye zorluyorlardı! Çevrelerinde başkalarının olduğunu yine unutmuş, ölçüsüz kahkahalar atıyorlardı.

 

            İçlerinden birisi kız arkadaşına kur yapmaya başladı. Saçlarını bozmaya çalışıyor, kız da izin vermeyince işi pişkinliğe döküyordu. Arkadaşları onu cesaretlendiriyor, o da tekrar deniyordu. Nihayet kız öfkeyle kalktı. Bir şeyler söyledi ve hızlı adımlarla otobüse doğru gitti. Bütün bu olanları benimle birlikte izleyen Nermin Hanım, dinlenmiş, soluklanmıştı. Gözlüğünü düzeltip, saçını kulağının arkasına attı ve konuşmasına devam etti:

 

–Daha dün Çanakkale’de olanları unutabilir miyiz?

 

“Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında başka kuvvetler ve kumandanlar yerimize geçebilir!” Sözü unutulabilir mi?

 

Bu emri alınca, gözlerinin önünde şehit olan arkadaşlarını gördüğü halde, buna zerre aldırmadan ölüm için sıra bekleyen Mehmetçik nasıl unutulur?

 

Alnından vurulacağını bildiği halde, bir an olsun düşünmeden arkadaşlarının yerini alan kahramanlar bugünlerimizin güneşleri olmadılar mı? Onlar, şimdi bize masal gibi gelen yangının tam ortasında kor ateşlerle yanmadılar mı? Kemerlerini kaynatıp suyunu çorba niyetine içmediler mi?

 

Nermin Öğretmeni dinlerken Çanakkale sonrası İngiliz Parlamentosunda yenilgilerine kılıf arayanları hatırladım. İşgal Orduları Komutanı Hamilton, yaptığı konuşmada şöyle demişti;

 

 “Lortlarım! Biz görevimizi yaptık. Hesabımıza göre Gelibolu Yarımadası’nı 2,5 cm. kalınlığında bir levhayla kaplayacak kadar mermi attık. Ne yazık ki karşımızda ölmeyi emredebilen bir komutan ve koşa koşa ölüme gidebilen bir ordu vardı. Biz başka ne yapabilirdik? Elimizden bu kadarı geldi!”

 

İngiltere Başbakanı Winston Churchill de aynı parlamentoda buna benzer bir itirafta bulunmuştu;

 

“Çok üzgünüm. Mağlubiyeti damarlarımda hissetmekteyim. Her şeyi planlamış, Çanakkale bizimdir demiştim! Yanılmışım! Bağrımda İngiliz gururu olmasa Türkleri alınlarından öpmek, ayakta alkışlamak isterim.”

Cumhuriyet Fikren, İlmen Bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister. ATATÜRK

 

Ben aklımdan bunları geçirirken, Nermin Hanım da tatlı sesini titrete titrete anlatmaya devam ediyordu:

 

–“Boğazdaki gemide nöbet tutan Mehmetçiğin, gecenin karanlığını yırtarak gelen torpidoyu gördüğünde, onu kendi vücudu ile karşılayıp parçalandığına...” bugün kaç kişi inanır; ama bu hakikat.

 

Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki Türk askerine duyduğu hayranlığı dile getiren satırlarındaki her bir kelime de hakikat. Şöyle demişti Gazi;

 

“Karşılıklı siperler arası mesafe sekiz metre. Yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekiler hiç biri kurtulamamışçasına yere düşüveriyor. Hemen arkasındakiler onların yerine gidiyor. Fakat nasıl gidiyor biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar kendisinin de öleceğini biliyor; ama hiçbir tereddüt göstermiyor...”

 

Gencecik subayın, köy kahvehanesinin önünden geçerken, seksenlik bir ihtiyarın ayağa kalkıp, ona esas duruş göstermesi ve selama durması da yalan değil, hakikat. Bu davranış, askere saygı. Bu davranış, o genç subayın üzerindeki, orduyu ve milleti temsil eden üniformaya duyulan sevgi.

 

Çünkü biz asker milletiz! Bu sevgi olmasa, bugün bu özgür nefesleri alamazdık. İçimizdeki herhangi bir Mehmet’i “Mehmetçik” yapan şey de işte bu sevginin özünde saklı!

 

Gürbüz Bey, gözlerini tek bir noktaya sabitlemiş, kaşlarını da indirmişti. Anlattıklarını yaşıyormuşçasına heyecanlanan Nermin Hanıma döndü:

 

Koca Seyit’in hikâyesini bilir misiniz? “Havranlı Koca Seyit. Düşman topları Mecidiye Tabyası’nı olanca gücüyle dövmüş. Bir tek Seyit Onbaşının topu sağlam kalmış; ama onun da vinci kırılmış. Bulamış ellerini toprağa bu karayağız Anadolu delikanlısı ve kucaklamış 276 kiloluk mermiyi. Yalpalaya yalpalaya altı basamaklı merdivene tırmanıp, koymuş namluya. Sonra iki defa daha tekrarlamış bunu. Nihayet vurmuş zırhlıyı, devirmiş…”

 

Nermin Hanım’ın dudaklarının arasından çıkan bir cümle yankılanıverdi salonda:

 

Hey benim aslanım!

 

Yaşlı adam da coşkuyla, sesini yükselterek devam etti:

 

–“Aslan ya! Akşam komutanı gelip öpmüş alnından o aslanı. Bir daha kaldır oğul, göreyim demiş. Çamlık köyünden Mehmet oğlu Seyit bakmış bakmış mermiye, cevap vermiş; Daha kaldıramam komutanım! Sonra tahtadan bir maket yapmışlar da ancak öyle çekebilmişler fotoğrafını...” Hey gidi Koca Seyitler. İşte bu Seyitler yaşattı bizi.

 

Mustafa, İsmail, Osman, Ali ve Mesutların ellerini kınalayan; Zeynep, Gülsüm, Fadime, Ayşe ve Aysel anaların yürekleri yaşattı. İşte böyle var olduk...

 

 

 

 

Vatan sevgisi ruhları kirden kurtaran en kuvvetli rüzgardır. ATATÜRK

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ADI NE GÜZEL

BARIŞIN

 

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” diyebilir miyiz? O yılan gelir, günün birinde bizi de sokar...

 

Elimdeki böreğin Mustafa gibi benim de boğazıma dizildiğini fark ettim. Seyit Onbaşının alnından ben de öpmek istedim. Sahip olduğu en değerli şeyi, yani canını sermaye eden bu yiğitlerin gururlarını içimde hissettim. Balkan Harbi’nde Edirne’yi savunan Şükrü Paşa’nın vasiyeti geldi aklıma;

 

“Düşman, hatları geçtikten sonra ölürsem, kendimi şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler.

Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam; kefenim, lifim, sabunum çantamdadır. Beni bu mahalle gömeceksiniz ve gelen nesiller üzerime bir abide dikecekler…”

 

Çay imdadıma yetişti. Zor yutkundum. Bir, iki küçük öksürükten sonra söz aldım:

 

–Bizler üzerimize düşeni yaparsak; ülkemiz, düşmanlarına hep korku salacaktır. Bu konuda sadece kahramanlık göstermek yetmez. Aklımızı kullanmalıyız. Atatürk de; “Biz akıl, mantık ve zekâ ile hareket etmeliyiz.” diyor. Doğru da söylüyor. Çalışmak ve üretmek zorundayız. İnsan emek harcamadan kazanamaz. Akıl ve ilimden bir anlık sapmalar bile karanlıklara davetiyedir. Çünkü “Hayatta en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir.”

 

Gürbüz Bey, kalın kaşlarının altındaki, kim bilir neler görmüş, nelere şahit olmuş gözlerini kırpıştırdı:

 

– Doğru yapmaktan utanılır mı? Mümkün olanın en iyisini yapmalıyız. Aklın ve bilginin üç büyük düşmanı varmış; kötülük, bilgisizlik ve tembellik. Çalışmadan karşılık beklemek boşunadır. Yunus ne güzel demiş; “Bir çeşmenin başına bir testi koysalar, kırk yıl orda dursa nafile dolası değil.” Elbette dolmaz! O testiyi alıp suyun altına tutacaksın ki dolsun!

Kendimizi de işte böyle doldurmalıyız. Bilgiye ve öğrenmeye değer vermeyen insan kendisini koruyamaz ki, ülkesini korusun. İnsan hayatı boyunca bilginin peşinde koşmalıdır. Bu, ona güç verir. İşte o zaman görünmeyeni görür, duyulmayanı duyar. Benim bir torunum, hayatının baharında dağlarda şehit düştü. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” diyebilir miyiz? O yılan gelir, günün birinde bizi de sokar.

 

Yaşlı adamın son cümlesinde titreyen sesi, tüylerimi diken diken etmişti. İçten bir tavırla sürdürdü konuşmasını:

 

–Halk duyarlı olmalı ki; ülkemizi bölmeye, yok etmeye çalışanlar başaramasınlar. Halk duyarlı olmalı ki; demokrasi çiçeği solmasın. O, henüz taze bir çiçek. Büyüyecek, serpilecek, olgunlaşacak. Kat edilen mesafe gün geçtikçe artacak. Halk duyarlı olmalı ki; Cumhuriyet’in erdemleri ya da insan hakları lekelenmesin. Kimse bunları keyfince kullanıp hainlik yapmaya kalkamasın. Halk yürekten inansın ki; anarşi, milleti parçalamak için bir araçtır. Halk yürekten inansın ki; teröre kucak açan ve ondan medet umanlar yarın o batakta kendileri boğulacaklar.

 

Başını kaldırıp, gazete okuyan insanları işaret etti:

 

–Okumuyor musunuz gazetelerde? Sarıyor vücuduna bombayı, her şeyden habersiz, işinde, gücünde masum insanları öldürüyor. Bunun neresi doğru? Kan bürüyünce gözleri, bir dava senaryosu uyduruluyor. Sonra çıkıyor sahneye insan olduklarını unutan kuklalar ve acımasızca yakıp yıkıyorlar.

 

Mustafa bizi dinlerken yorulmuştu. Yine hızımızı alamamış, şu küçük molayı Kuvay-i Milliye toplantısına çevirmiştik. Haklıydı çocuk! "Selâm verip borçlu çıkmıştı!" Böreğin de son dilimi elinde kalmış, yemeğe kıyamıyor gibiydi. Eşinin ellerini ellerinde hissediyor olmalıydı. Buna rağmen anlatılanları dinlediğini göstermek istedi:

 

–Gürbüz Amca, Hepimiz güzel ülkemizin gelişmesi ve kalkınması için çalışıyoruz.. Neden birbirimize daha çok destek olmuyoruz?

 

 

 

Sözlerindeki iyi niyet hemen belli oluyordu. Gürbüz Bey de ona aynı içtenlikle cevap verdi:

 

–Herkes senin gibi düşünse ne güzel olur. Bizi bize bırakmıyorlar ki. Bu ülke hem içerden hem dışardan sürekli tehdit ediliyor. Amaçları insanlarımızı sindirip devleti parçalamak ve topraklarımız üzerinde söz sahibi olmak. Ama biz milli bütünlüğümüzden ve kültürümüzden taviz vermeyeceğiz. Türk vatandaşı olmanın onur ve mutluluğunu da hiçbir zaman feda etmeyeceğiz.

 

Delikanlının yerinde olsam soru falan sormazdım herhalde! Ya da sorduğuma pişman olurdum. Ne de olsa bu sorular oluyordu içimizdeki birikimleri ateşleyip bizi konuşmaya iten. Sanki eteklerimizdeki taşları, fırsatını bulmuşçasına bir bir döküyorduk. İşte şimdi Nermin Hanımın sakin tavrı yine değişmiş, heyecanına hâkim olamadan yüksekçe bir tonla konuşmaya başlamıştı bile:

 

–Bir milletin bütünlüğünü tehlikeye düşürücü davranışların başında bozgunculuk vardır. Bütünlüğümüzü bozacak davranışlara alet olmamak, vatan ve milleti sevmenin temel şartıdır. Gözlerimizi açık tutacak, bizi kimsenin kandırmasına izin vermeyeceğiz. Birlik ve beraberlik içerisinde daha çok çalışacağız, gelişmeleri takip etmek için daha çok okuyacağız. Hayatımızın her safhasında dürüst olacağız. Birbirimizin arkasından kuyumuzu kazmayacağız. Dargınlığı, kini, düşmanlığı bir tarafa bırakacağız. Birbirimize saygı göstererek yaşamaktan başka çıkar yolumuz yok ve olmamalı da.

 

Yaşlı adam bu cümlelere başıyla onay verdikten sonra sanki bütün konuşmalarımızın özetini birkaç kelimeye sığdırdı:

 

– Bir deprem oluyor ya da bir sel basıyor. Sonra çıkıyor ortaya kendini bilmez çıkarcılar ve bu doğa olaylarını bile öylesine yorumlayıp, zor durumdaki insanlara, “Yine ne yaptınız, ne günah işlediniz ki başınıza bu felaket geldi?” diyebiliyorlar! İşte bu yüzden, ilme, akıl ve mantığa aykırı görüş ve fikirleri savunanların, ülkeyi her yönden bataklığa sürüklemeye çalıştıklarının daima farkında olacak ve onlara fırsat vermeyeceğiz.

 

Hayatın telaşıyla uğraşırken, böyle bir sohbeti özlemiş, her ne kadar konuştuklarımız Mustafa’ya biraz ağırca gelse de bu yolculuğu sevmiştim. Bütün bu söylenenleri, orada bulunan ve çaylarını yudumlayan insanların da duymalarını isterdim. Hatta insanlarımızın hepsinin. Belki o zaman içimizden gelen ortak sese daha bir kulak verir, tek yürek olmak için bunca çaba sarf etmezdik. Devleti tükenmez bir nimet olarak düşünmez, ona zarar verecek davranışlardan kaçınırdık. Değerlerimizin kıymetini bilir ve onlara daha da bir sıkı bağlanırdık. Ben böyle düşünürken Gürbüz Beyin babacan ifadesiyle Mustafa’ya döndüğünü gördüm:

 

–Sıkıldın mı yoksa oğlum?

 

Delikanlı, gerçekten nazikti. Kendisinden beklenen cevabı vermekte hiç gecikmedi:

 

–Hiç olur mu öyle şey Gürbüz Amca? Sen ben konuşmazsak, kim konuşacak bunları? Hep başkalarına mı bırakacağız? Hep havadan sudan bahsedip, dedikodu mu yapacağız? Sonra bir bakıyoruz ki, “Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş!”

 

Duyduklarına mutlu olan yaşlı adam, Mustafa’nın omzuna sevgiyle dokundu ve kelimelerin üzerine basa basa, cümlelerin arasında soluklana soluklana anlatmaya başladı:

 

–Haklısın oğlum, çok haklısın. Gün oyalanacak gün değil. Doktorlar, erken teşhisin tedavi için temel şart olduğunu söylerler. Türkiye Cumhuriyeti’ni sarmaya çalışan kanserli dokuları iyi tespit etmemiz gerekir. Bunlar karşımıza türlü türlü isimlerle çıkar. Bazen kılık değiştirir, oyunlar oynarlar. Bazen topraklarımız üzerinde hak iddia eder, başka bir devlet kurmak isterler. Bazen de dinimizi çıkarları için kullanır, saf ve temiz insanlarımızın duygularını hiçe sayarlar. İçimizdeki sevgiyi, yüreklerimizdeki saflığı öldürmeye çalışırlar.

 

Hemen arkamızdaki duvarda lale motifli ebru içerisinde bir hat yani güzel yazı örneği dikkatimi çekti. Aklıma bu konulara meraklı ve kabiliyetli olan arkadaşım Şaban Bey geldi. Bir gün bana atölyesini gezdirirken gazeteden kesip yapıştırdığı sayfayı göstermişti. Şu satırları okumuştum;

 

Bu memleket tarihte Türktü. bugün de Türktür ve ebediyete Türk olarak kalacaktır. ATATÜRK

“Türkiye’de, dört yüz binden fazla yazma eser var. Bütün diğer ülkelerdeki toplam yazma eser ise bunun ancak yarısı. Bu yazılar güzel bir ebru ile çerçevelenmiş ise, sanat değerleri daha da artıyor...” Ama herkes de biliyordu ki çok zordu bu alfabenin eğitimi ve modern anlayışın gereklerine uymuyordu. Arap alfabesini kullandığımız o dönemde okuryazar oranımızın çok düşük olması da bundan kaynaklanıyordu. Hele bir de harf inkılâbından sonra yeni duruma ne kadar çabuk uyum sağladığımız düşünülürse Mustafa Kemal`in haklılığı daha da çıkıyordu ortaya.

 

Bu arada öğretmen hanım da bazen yumuşak bazen hararetle örnekler vermeye devam ediyordu. Bir an dalıp gittim. Artık onu duyamıyordum.

 

Gözlerimin önünde Gazi`nin kara tahta başında, elinde tebeşir, gülümseyen yüzüyle yeni harfleri öğreten resmi belirdi. Verdiği büyük uğraşa değmişti. Çünkü pahalıya mal oluyordu bize eğitimsizlik. Ülkemiz ne zaman şöyle biraz toparlansa, nicedir sönmüş olan zehirli küller hemen alevlendiriliyordu. Kabuk bağlayan nice yara tekrar tekrar kanatılıyor ya da yeni yaralar bulunup açılıyordu. Perde arkalarında saklanıp görünmeyenler, paravan ve maşa örgütlere destek sağlıyor, fırsat kolluyorlardı.

 

Bazıları da, Cumhuriyetimizin temel şartlarından olan lâikliği; dinsizlik, kâfirlik olarak gösterme telaşındaydı. Bu menfi propaganda ile yetinmeyen ve insanları kendi saflarına çekmek için türlü yalan uyduranlar, kimi zaman da Mustafa Kemal’i kendi dar ve sığ kalıplarına göre, yani işlerine geldiği gibi yorumluyorlardı. Yapılan bir halk toplantısında, gençlerden biriyle Gazi arasında geçen kısa konuşmayı hatırladım;

 

–Paşam, size diktatör diyorlar, ne düşünüyorsunuz?

 

Cevap çok kısa; ama bir o kadar da anlamlıydı;

 

Eğer ben diktatör olsaydım, sen şimdi bana bu soruyu sorabilir miydin?

 

Delikanlının seslenmesiyle kendime geldim. Yeni gelen çayımı soğutmamamı söylüyor, parmağı ile işaret ediyordu. Söz, Gürbüz Beye geçmiş, içini döküyordu:

 

Artık savaşlar sadece meydanlarda değil, milli hedeflere de yapılıyor. Nedir bizim hedefimiz? “Çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkmak!” Öyleyse bu hedefe ulaşmak için herkes üzerine düşen görevi yerine getirmeli. Karınca kararınca, payımıza ne düşüyorsa işte!

 

Mustafa gülümsedi:

 

–Benim milli hedefim askerliğimi bitirmek Gürbüz Amca.

 

Yaşlı adam, biraz daha ciddileşti:

 

–Oğlum, bir hedefin milli olması için tüm milleti ilgilendirmesi gerekir. Senin askerliğin daha çok eşini ve aileni ilgilendiriyor. Böyle bir hedef, milli olamaz!

 

Mustafa biraz bozulur gibi oldu:

 

–Şaka yaptım Gürbüz Amca. Mutluyum çünkü sağlığım, sıhhatim yerinde ve askere gidiyorum. Daha ne isteyeyim?

 

Öğretmen hanım havayı biraz daha yumuşatmaya çalıştı:

 

–Bu cümlen çok daha sıcak oldu. Sen şimdi kışlana gidiyorsun. Kendine hedefler belirle. Okuma yazma bilmeyenler bile orada öğrenirler. Sen de unutma, kendine vazife çıkar, birkaç arkadaşına öğret kâğıt kalem tutmasını. Hiç olmazsa bir mektup yazabilsinler ailelerine. Nasıl olsa gerisi kendiliğinden gelir. Bize Ordu–Millet demişler. Çünkü tarih boyunca, askeri güce verdiğimiz önemle birçok devlet kurmuşuz. Askerimiz, her zaman milletimizin huzur, güven ve gurur kaynağı, Cumhuriyetimizin de bekçisi olmuştur.

 

“Ordu miletin ta kendisidir. Tarih boyunca yaşanan toplumsal değişim ve gelişimde olumlu bir mesafe katettiysek bunda askerin payı büyüktür. Çünkü ordu, milletinin gönlünde büyür. Halkının kendisini daima güçlü görmek istediğini iyi bilir. Kışlaya, peygamber ocağı diyen, askere giderken ‘ölürsem şehit, kalırsam gazi’ anlayışını içinde sindiren başka bir ülke çocuğu var mı?

 

Dürüstlük çizgisini hiç bozmadan  değişiklikleri yakından takip eden ordu, birikim sahibidir ve bu birikimi kullanmayı da iyi becerir. Uluslararası görevlerden, örneğin, Somali, Bosna, Kosova, Afganistan gibi ateş çemberlerinden hep bu birikimi sayesinde yüz akıyla çıkmayı başarmış ve parmak ısırtmış, örnek olmuştur.

 

Görev yaptığı bu ülkelerde yeteneklerini sergilemekten de çekinmemiş, hep liderliği hedeflemiştir. Çünkü o inanır ki bu görevler dünya barışı için gereklidir. Cumhuriyetimizin temel ilkeleri arasında da bu anlayış yok mu? Cumhuriyeti kuran kadro ve en başta da Atatürk, hayatının büyük bölümünü savaş meydanlarında geçirerek, savaşın vahşetine yakından şahit olup barışın gerekliliğine yürekten inanmadı mı?  İşte bu yüzden bugün dış politikamızın ana niteliği ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ prensibidir ve “Bir ulusun hayatı söz konusu olmadıkca savaş kesinlikle cinayettir. “

  Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar gibi ateş çemberi bir coğrafyanın ortasında sadece ülke ve millet bütünlüğünü korumak yetmez. Bir görev yüklenip, durumdan vazife çıkarıp, başka ulusların barış çabalarını da desteklemek gerekir.

 

Ordumuz binlerce yıldır süre gelen kurumsal geleneği ve tecrübesi dâhilinde başka orduların binlerce askerine de eğitim desteği verir.”

 

Delikanlı başını öne salladı. Aklından geçenleri anlatmaya başladı;

 

—Ordumuzun güçlü olduğunu biliyorum. Üzerinde bulunduğumuz coğrafyanın da çok önemli bir bölge olduğu söyleniyor. Ülkemizin etrafında çatışmaları sık sık duyuyoruz. Şimdi daha iyi anlıyorum; Ordumuzla birlikte, devletin bütün kurumlarının ve milletimizin de birlik, beraberlik içerisinde ve güçlü olması gerektiğini.

 

 Gürbüz Bey Mustafa`nın ilgisine şaşırdığını belli etmemeye çalışarak, anlatmaya devam etti:

 

Ordumuz ne kadar güçlüyse, biz de o kadar güvendeyiz delikanlı. Çünkü milli çıkarlarımızın kollanması, barış zamanında bile caydırıcı, güçlü bir ordunun varlığını gerektirir. Türkiye Cumhuriyeti; devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Bu bütünlüğe zarar verecek tüm tehditlere, yasaların öngördüğü hükümler çerçevesinde yine ordumuz göğüs gerer. İşte bu yüzden de her zaman güçlü olması şarttır.

Çocuklarınızı size bağlamanın en iyi yolu korku değil saygı ve sevecenliktir. TERENCE

 

 

Gürbüz Bey gülümsedi. Aklıma Türk Ordusu’nun şanlı tarihinde gücünü dosta düşmana gösteren gerçek bir olay geldi.

 

19 ncu yüzyılda Almanya`nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında Fransızlar oturuyordu. Fransızlar, her sene nehrin Almanlardaki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı. O sıralar, milli birliğini sağlayamayan güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyordu. Çareyi Osmanlı sultanına mektup yazıp, imdat istemekte buldular. Mektupta şöyle denmektedir:

 

"Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya nam salmış büyük imparatorluğun sultanısınız. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Mahsulümüzü bu sene olsun toplama imkanı sağlayın.”

 

Çöküş devrine girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah, asker göndermeyi uygun bulmaz; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kafi bulur ve cevabi bir mektupla asker elbisesi dolu üç çuval yollanır. Şaşkına dönen Almanlar, çuvalları alıp mektubu okurlar:

           

"Fransızlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçeri elbiselerini görmeleri kafidir. Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin yakın yerlerinde dolaştırın. Fransızlar için bu kafidir."

 

Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetlerini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyet yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar. Ertesi gün, gelen haber, Almanların sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur: "Osmanlılardan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terk ederek iç kesimlere doğru kaçarlar. Mahsulümüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir."

 

Bu olay, Mülhaym`lilerin gönüllerinde taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini Mülhaym`a bağlı Karlsruhe müzesine koyup ziyarete açarlar. Şehrin en yüksek binasına da Türk Bayrağını asarlar. Ayrıca olayın yıl dönümlerinde karnaval düzenleyip bu olayı temsilen kutlarlar.

 

Mustafa kendini tutamadı: “Vay canına” dedi. Sonra birden asker olduğunu hatırladı.    Omuzları biraz daha dikleşti. Konuşulanlar ona sorumluluklarının büyüklüğünü öğretiyor, aynı zamanda da gururlandırıyordu. Kendisini masadaki bizlerden daha ayrıcalıklı hissetti. Elini göğsüne vurarak konuştu:

 

–Böyle bir ordumuz varken bize ne olur? Sünnet düğünümde Yalçın dayım bana bir asker şapkası getirmiş, düğün boyunca başımdan onu hiç çıkarmamıştım. Aynanın karşısında dakikalarca selam alıştırmaları yaptığımı da hiç unutmam. Aslında kavga etmeyi sevmiyorum; ama askerde ülkemi savunmam gerekirse, düşman benden korksun!

 

Gürbüz Bey`in yüzünde yüreği ferahlamış bir ifade belirdi:

 

–Bakıyorum hemen havasına girdin delikanlı. Ne yani sadece askerde mi korksun düşman senden? Unutma, bu milletin oğlu, kızı, anası, dedesi, hepsi askerdir. İş başa düştüğünde, cepheye hep beraber koşarız. İnşallah buna hiç gerek kalmaz. Çünkü barıştan daha güzeli yoktur. Şair de öyle diyor;

Gök mavi başak sarışın

Adı ne güzel barışın

Fakat senin on savaşa değer,

Ey Yurt bir karışın!”

Yaşlı adam kuruyan dudaklarını bir yudum çayla ıslatarak gözlerinin içine bakan Mustafa’ya tekrar döndü:

 

Barış güzel şeydi. Türk Ordusu çevre ülkeler ve dünya tarafından, bulunduğu bölgenin barış teminatı olarak görülüyordu. Bu konu ile ilgili yakın tarihimizde gerçekleşen “Kıbrıs Barış Harekatı” dünyaya güzel bir örnektir. Türk Ordusu görev yaptığı her yerde huzur hakim olmuştur. Hatta yıllarca soydaşlarına zulüm yapan, masum insanları katleden yabancı toplum ve ordulara karşı bile hem askerliğin gereği olan kahramanlık ve cesaretini göstermiş, hemde her iki topluma insanlığın gereği yapmıştır. Bak sana bu harekat esnasında bizzat Türk Ordusuna karşı savaşan ve tutsak olan bir Kıbrıs Rum vatandaşının naklettiği gerçek bir olayı anlatmak istiyorum.

 

Harekat esnasında Rum Milli Muhafız Ordusunda teğmenlik yapan Hristoforos Mina başından geçenleri şöyle anlatmıştı;

 

“Girne bölgesindeki bir tepeye 15 kişilik bir takımın komutanı olarak görevlendirilmiş. Ama bulunduğu durum gereği bir mermi bile atamadan geri çekilme emri almış. Geri çekilirken Yunanlı subaylar kamyonlara binerek bölgeyi terk etmişlerdi. Bu arada, Bayrak Radyosu, devamlı onlara çağrı yaparak silahları bırakmaları, Türk Barış Kuvvetlerine teslim olmaları yönünde çağrı yapılmış. Çaresiz kalınca teslim olmaya karar vermişler. İlk gördükleri Türk Askeri Birliğine teslim olmuşlar. Onları teslim alan binbaşı katiyen korkmamalarını söylemiş. İlk andan itibaren ona ve arkadaşlarına çok iyi muamele yapmışlar. Fakat hiç unutamadığını ve gözlerini yaşartan olay aynı günün sabahı meydanı gelmiş; sabah kahvaltısında şu anda isim ve adreslerini yanında tuttuğu iki Türk Askeri ona kendi karavana ve tayınlarını  vermişler. Her şey düzelir düzelmez bu iki büyük insanı, merhametli askerleri İstanbul’da ziyaret ettiğini ağlayarak anlatmıştı.”

 

Bir an sessizlik oldu. Yaşlı adam sanki o anı yaşamıştı. Ama sözüne devam etmek istediği her halinden belliydi.

 

Sen de şimdi milli gücümüze destek olmaya gidiyorsun; ama milli güç sadece askerden oluşmaz. Milli güç, ülke olarak, millet olarak sahip olduğumuz her şeydir. Kurtuluş Savaşımız bu gücün ortaya çıkarılmasına sağlam bir örnek olmuştur. Bir milletin el birliğiyle neler yapabileceğini dosta düşmana göstermişiz.  Bununla birlikte, son yıllarda ki milli birliğimize yapılan saldırılar, kundaklarında öldürülen çocuklar ve akıtılan kardeşkanları gibi kötülükler de, zaman zaman millet olarak kışkırtmalara, boş hayallere kandığımızı gösterir.

 

Yarın askerliğin bittiğinde “Benden bu kadar!” diyebilir misin? Sivil hayatında da bu milletin bir parçası olmayacak mısın? Gözlerini dört açıp, ders aldığımız acı hatıraları ömrün boyunca bir daha yaşamayacak, yaşatmayacaksın.

 

Yaşlı adam haklıydı. Doğruları anlatıyordu. Terör türlü amaçlarla zehir zehir yayılırken bilgi ve ilgi eksikliğini fırsat biliyor ve bununla besleniyordu. Bilerek ya da farkında olmadan ona yardım edenler vardı. Kendilerine pazar arayan silah üreticilerinden, terörü destekleyen ülkelere kadar geniş bir yelpazede insanlar boş yere ölüyor, öldürüyorlardı.

 

İbretle dinlediğim bu sözleri, ezberliyordum sanki. Tane tane kelimelerle devam etti;

 

Nar sever misiniz? Nar ağacı gördünüz mü hiç?  Bilir misiniz ki nar ağacı diğer bitkiler için hiç de uygun olmayan koşullarda daha iyi ürün vermektedir. “En tatlı, en sulu, kokusu en güzel narlar taşlı arazide yetişir. Nasıl mı? Nar ağacı suya ulaşabilmek, toprağın derinliklerine inebilmek için önüne çıkan tüm engelleri fedakar bir anne sabrıyla aşar ve bunun sonucunda her nar tanesinin içerisinde bambaşka bir lezzet oluşur.”

Terörle de böyle mücadele edeceğiz işte. Çünkü bu uzun vadeli, sabır isteyen bir konudur. Toplumun teröre karşı direnişi, mücadelenin temel koşuludur. “Halkla iç içe olup, terörün sadece insanlara değil demokrasiye de zarar verdiğini örneklerle göstermek gerekir. Bazıları terörü yok etmenin yalnız askerin işi olduğunu düşünüyor. Oysa ki askerin görevi terörün nedenlerini ortadan kaldırmaya yardımcı olmaktır. Onu tamamıyla yok edecek güç, halkın kendi gücüdür.

 

Teröre destek verenler, ondan çıkar sağlamayı düşünen kişilere sadece basit birer araç olduklarını, kendilerini maşa gibi kullandırdıklarını bilmiyorlar mı acaba? “Rüzgar eken, fırtına biçer!” demiş atalarımız.

 

Neler yapıyor, nelere mal oluyor terör? Bunu görmek için başlarını kaldırsalar yeter. Ülkemizin sanayileşmesini, makineleşmesini, daha çağdaş ve demokratik bir yapıya kavuşmasını hep bu terör belası engellemiyor mu? Amaçlarından biri de bizi biz yapanı  parçalamak değil mi?

 

İstikrarsızlık veya dengesizlik yaratmak değil mi? Terör; anaları babaları gözleri yaşlı bırakmıyor mu, kundaktaki bebekleri yetim komuyor mu?

 

Üç beş çapulcu değil artık terör! Baskın, cebir, şiddet, korkutma, yıldırma veya tehdit yöntemlerini uygulayarak Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenimizi değiştirmek, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, varlığımızı tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya ele geçirmek, temel hakları yok etmek ve kamu düzenini bozmak için yapılan her türlü eylem değil mi terör?

 

Bunları yapmak ve kanlı amaca ulaşmak için terörist; tahrip, öldürme, adam kaçırma, işkence, tehdit, şantaj gibi anarşinin doğal sonucu her ne varsa mutlaka yapar.

 

İnsanları bezdirmek, umutlarını kırmak, dehşet ve korku salmak bu örgütlü hareketin besin kaynaklarındandır. Asla kural tanımazlar, soygun, silah ve uyuşturucu tüccarlığıyla gözü dönmüş patronlara taşeronluk yaparlar. Bu patronların yani sözüm ona lider kadroların çıkarları uğruna pisi pisine ölürler. Maşa gibi kullanıldıklarını bildikleri halde, yine de kanar ve masum yöre halkının ya da tüm ülke insanlarının canına, malına, mülküne kıyarlar.

 

Devletin bölgeye götürdüğü hizmeti  engeller, okulları, iş araçlarını, şantiyeleri, otobüsleri yakar yıkarlar. Memura, öğretmene kurşun sıkar, insanları cahil bırakıp egemenlik kurmaya kalkarlar. Yöreye özgürlük ve refah getireceklerini vaat  eder,  bunun yerine hep göz yaşı, kan ve acı  getirirler.

 

“Vatanı bölmek isteyen ayrılıkçı akımlarla, vatanı korumak isteyen birleştirici düşünce arasındaki büyük fark, bu akımların asıl kaynaklarının taban tabana zıt olmasıdır.” Terör, insanlara üstün meziyetler sağlayan her türlü kutsal ve ahlaki değere de düşmandır.  Devlet, aile, vatan, din gibi kavramlar onu amacından uzaklaştıran etkenlerdir. 

 

Sağduyulu ve gerçeği görebilen insanlarımız, bu hayal tüccarlığına aldanmadıkları ve kendilerini devlete karşı tavır almaya zorlayan, bu  zorbaların peşinden sürüklenmedikleri için eşkıya tarafından hedef gösterilirler.

 

Sevinilecek taraf şu ki; Sözde propagandalara kulak asmayan, teröre yandaş olmayan, geleceği birlik ve bütünlükte gören aklı selim vatandaşlarımız her zaman  doğru yerde yani devletinin yanında yer alıyor ve bu mücadelede devletine büyük destek veriyor. “

 

Ben yerden göğe kadar doğru bu sözler karşısında hayranlığımı gizlemeye çalışırken, Mustafa ciddiyetini hiç bozmadan;

 

-Gürbüz Amca, nar sever misiniz dedin ya. Ben çok severim. Bizim bahçede çok meyve ağacı var. Babam da çok sever narı, kirazı. Bir de şiiri vardır, hep okur;

 

 “Kirazın derisinin altında kiraz,

Narın içinde nar,

Benim yüreğimde boylu boyunca,

Memleketim var.

Canıma, ciğerlerime dek işlemiş

Canıma, ciğerlerime...”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SEVGİSİZ YAŞAYAMAM

 

Islatır biraz halıları, “Her şeyin bir usulü var, zamanla öğrenirsin belki!” der...

 

Mustafa kaşlarını oynatarak yandaki masayı işaret etti. Otobüste futbol kavgası yapan iki fanatik güzel güzel sohbet ediyordu. Karadenizlinin sinirli halinden eser kalmamıştı. Çaylarını yudumluyor, konuşuyorlardı. Sohbet konusunun yine futbol olduğunu düşündüm. Ama artık barış imzalanmıştı. Sesleri duyulmuyordu bile. Birisi diğerine şeker tabağını uzatıyor, diğeri nazikçe önce siz buyurun işareti yapıyordu. Zaten otobüsteki kabalığa kaçan davranışların bir anlık öfke olduğunu düşünmüştüm.

 

Karadenizlinin yüzü çok sevimliydi. Yüzdeki sevimlilik, çoğu zaman yürekteki iyilik demekti. Kim gülüyorsa, kim sevgisini insanlara yansıtıyor, neyi varsa paylaşmaktan hoşlanıyorsa, o insandan zarar gelmezdi. Nazik ve kibar insanlar çevreleriyle daha rahat iletişim kuruyorlardı.

 

Eğitim elbette önemliydi; ama bu insanın içinden gelmeliydi. Mesela bir insan zorla kibarlaştırılamazdı. Davranışlardaki nezaket güven duygusunu da beraberinde getiriyordu. Nazik insanlar, insan ilişkilerini zedeleyen boş konuşmalardan ve dedikodudan kaçınıyorlardı. Üreten bir toplumun insanları olarak, konuşmaktan çok, iş yapıyorlardı. Atalarımız boşuna “Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz!” dememişler.

 

Nermin Hanım okul yaşantılarından etkileyici ve acı örnekler vermeye devam etti:

 

–Bugün bile hâlâ gencecik insanlar sosyal çevre edineceğim diye bu kanlı tuzaklara düşebiliyor, süslü yalanlara, pembe hayallere kanabiliyorlar. Aile içi geçimsizlikler, ekonomik sıkıntılar, sevgisizlik, eğitimsizlik gibi etkenler çocuklarımızı bizden çalıp götürüyor. Bunlara izin vermemeliyiz. Bazı gazete ve televizyonlar da bu olayları sıradan haberler arasında veriyor ve durumu farkında olmadan küçümsüyorlar. Bazen de özgürlük perdesi arkasında milli dayanışma anlayışından uzaklaşmalar yaşanıyor.

 

Sesi hesap sorar gibi dikleşti. Gözlerinin önüne düşen saçını kulağının arkasına sıkıştırdı. Anlattıklarını yaşamış bir acıyla titredi ve devam etti:

 

–Daha düne kadar, topraklarımızda vatan içinde vatan arayanlar olmadı mı? Hayal haritalarında, hayal tüccarlığı yapıp, gençlerimizin kanlarını dökmediler mi?

 

Bu son cümlesinde yutkunduğunu gördüm. Başımla ona destek verip, onayladım. Mustafa bilgiç bir tavırla konuştu:

 

–Uçsuz bucaksız bir dünyadayız. Herkese ekmek var bu memlekette, hayat sürüp gidiyor, neyi paylaşamıyoruz? Biz karışmayız böyle şeylere, olur biter!

 

İnsanlarımızın terörü küçümsemeleri, “Nasıl olsa bir şey olmaz, benden uzak olsun, ben karışmayayım!” anlayışları ve kendilerini bu konuda görevli saymamaları problemin daha da büyümesine yol açıyordu. Biraz önce Gürbüz beyin anlattıkları daha taptaze duruyordu kulaklarımda. Delikanlıya ben cevap vermek istedim:

 

–Mustafa, küçük bir kibrit nasıl büyük bir ormanı yok ediyor? Nasıl birkaç damla petrol binlerce litre suyu içilmez hale getiriyor? Çürük elmalar ayıklanmasa, kasadan hayır gelir mi? Önlem önceden alınmazsa, sonuçlarına bütün bir millet olarak katlanmak zorunda kalırız Evet, dünya büyük; ama bir denge sistemi üzerinde duruyor. Bu dengeleri sağlayan ülkelerden birisi de bölgede önemli bir güce ve konuma sahip olan Türkiye`dir. Ülkemiz petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarının ve önemli ulaşım hatlarının kesiştiği bir bölgede bulunmaktadır. Ülkemizin Doğu-Batı ve Kuzey-Güney arasında köprü görevi yapması jeopolitik önemini arttırmaktadır. Bizler birlik ve beraberlik içerisinde olduğumuz ve birbirimize kenetlendiğimiz takdirde, zaten sınırlarımızdan içeri kimse giremez. Buna cesaret bile edemezler.

 

–Metin Ağabey ben şu kelimenin anlamını bilmiyorum. Söylemesi bile zor, jeo...!?

 

Barışı korumanın yolu savaşa hazır olmaktır. WASHİNGTON

–Jeopolitik. Türkçe bir kelime değil tabii. Anlamı; bir toprağın ya da coğrafyanın bölge veya dünya siyasetindeki konumu demektir. Türkiye’nin Asya ve Avrupa kıtaları arasında yer aldığını biliyorsun. Üç tarafımızın denizlerle çevrili olduğunu da biliyorsun. Akdeniz ve Karadeniz arasındaki geçişi sağlayan ve okyanuslara çıkışı kısaltan İstanbul ve Çanakkale Boğazları da bizde. Bütün bunlar, jeopolitik konum açısından çok az ülkede bulunan önemli özellikler.

 

–Biz neymişiz Metin Ağabey?

 

–Daha bitmedi ki. Ayrıca zengin petrol kaynakları bulunan Orta Doğu’ya hâkim bir konumda bulunması, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra kurulan Türk Cumhuriyetleri, ülkemizin önemini daha da artırmakta. Zengin turizm değerleri, binlerce yıllık kültürü, iklim ve bitki örtüsünün çeşitliliği, yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarının varlığı ve daha nice özelliğinden dolayı Türkiye, iştahları kabartan bir pasta gibi! Bütün bunların yanında, güçlü bir Türkiye’nin bölgesinde lider konumunda olmasının pek çok ülkeyi rahatsız ettiğini de hepimiz biliyoruz.

 

Mustafa’nın gözleri şaşkın bakıyordu. Parmaklarını masanın üzerine sırayla vurdu. Alt dudağını dişleriyle hafifçe ısırdı. Köşeye sıkışmış gibi fısıldadı:

 

–Maşallah, ansiklopedi gibisin Metin Ağabey. Bunca şey nasıl kalıyor aklında? Bir sınava falan mı hazırlanıyorsun? Yine kafam karıştı benim. Bazen kendime “Acaba zor mu anlıyorum?” diye soruyorum.

 

Gürbüz Bey Mustafa’nın sözlerinde bir açık bulmuştu. Ona biraz takılmak istedi:

 

–Hayır, Mustafa oğlum! Gayet iyi anlıyorsun, “Nöbetçi asker!” gibisin.

 

Mustafa yakalanmıştı, beklenen cevabı verdi:

 

–Nasıl yani?

 

–Bak anlatayım. “Gazi, gittikleri askeri bölgeye yaklaştıklarında araba bozulunca şöyle demiş;

 

–Yürüyelim, otomobil yapılınca arkadan gelir.

 

Yürümüşler, ilerden nöbetçi çıkıp bağırmış.

 

–Dur, kimsin?

 

Hemen durmuşlar. Asker uzaktan seslenmiş:

 

–Buralara atamız gelecek, geçmek yasaktır.

 

Gazi gülmüş:

 

–İyi bak, Atatürk bana benzer mi?

 

Nöbetçi gözlerini parlatarak yaklaşmış. Daha önce fotoğraflarını gördüğü adama dikkatle bakıp, söylenmiş;

 

Benzemeye benzer; ama askerlik bu, bir de onbaşım görsün!”

 

Masada bir gülüşmedir koptu. Mustafa da gülüyordu. Nice sonra anladı ki, anlatılan hikâyede kendisine de pay var. Aldırmadı, gülmeye devam etti. Ortalık biraz durulunca Gürbüz Bey delikanlının omzuna dokundu.

 

–Mustafa üzerine alınmadın değil mi? Aslında bu hikâyede Mehmetçiğin kıvrak zekâsını bulmak lâzım. Sorumluluğu nasıl da üstleriyle paylaşıyor. Hani ne olur ne olmaz hesabı!

 

Yaşlı adam gülerken yorulmuştu. Mendilini çıkarıp terleyen alnını sildi. Nermin Hanım da gülen gözleriyle söze girişti:

 

–Üzerine gitmeyelim delikanlının. O bizim oğlumuz artık!

 

Mustafa’nın gülerken sallanan elinden, masaya birkaç damla çay döküldü. Görevli delikanlı, hemen gelip lekeleri sildi. Genç askerimizin yüzünde bir durgunluk hissettik. Kendi kendine konuşuyormuş gibi mırıldandı:

 

Zeynep elinden süpürgeyi hiç düşürmez. Kıyı köşe bırakmadan, tek toz görse, sinmez içine, bir daha temizler. Pırıl pırıl yapar her yeri. Yorulup oturduğunda hemen annem kapar süpürgeyi. Sanki temizliği beğenmemiş gibi bir de o süpürür. Islatır biraz halıları, “Her şeyin bir usulü var, zamanla öğrenirsin belki!” der. En çok Nurcan ablam anlaşır Zeynep’le. Bize her gelişinde arkadaşlık yapar ona. Bilmediklerini gösterir, yardım eder, moral verir, destek olur.

 

O sırada içeriye, kıyafetlerindeki rahatlıktan ve simalarından yabancı oldukları anlaşılan bir grup girdi. Kadınlı erkekli hemen hepsinde ya bir fotoğraf makinesi ya da bir el kamerası vardı. Ülkemizin bacasız sanayisiydi turizm. Memnun ayrılan her turist, gelecekte ekonomimize yeni bir artı demekti. Dört mevsimi aynı anda yaşayan Türkiye’de bir turistin isteyebileceği her şey vardı. Turizm gelirleri de ülkeye her açıdan önemli yararlar sağlıyordu.

 

“Mimar Sinan’ın Selimiye Cami’sinin kubbesini o genişliğe oturtmak için karmakarışık bir denklemi, matematiğin bilinen dört ana işleminden farklı beşinci bir işlem bularak çözdüğü söylenirdi. Ayrıca minarelerin şerefelerine çıkanların merdivende birbirlerini görmemeleri ise büyük bir dehanın ürünüydü. Almanlar aynı sistemi meclislerinin önündeki dev kürede kullanmışlardı.


            Mimar Sinan, bu sistemi iki metre çapındaki minarelere monte edebilecek bir dehaya sahipti. Almanların dehası ise, o metal yığınına Selimiye’den fazla turist çekebilmelerindeydi.”

 

Bu misafirleri gelip geçici bir gelir kaynağı olarak görmemeliydik. Türk insanının dillere destan konukseverliğini, bulduğumuz her fırsatta göstermeliydik. Etraflarına bakınarak iki masayı birleştirip oturdular. Kimi, küçük defterine bir şeyler yazıyor, kimi de hayran hayran tatlı ve kurabiye çeşitlerini inceliyordu. Yüzlerinin gülmesinden mutlu oldukları anlaşılıyordu.

 

Sırtı dönük olanlardan biri kalktı. Bizim masanın hemen arkasına gelip normalden birkaç kat fazla büyümüş çiçeğin fotoğraflarını çekti. O anda fark ettim. Üzerindeki kırmızı tişörtün ön yüzünde bir ay yıldız vardı. Bu ince bir davranıştı. Nermin Hanım da görmüş olmalı ki; belli belirsiz “Misafirperverliği tam hak ediyor!” dedi. Bu tesadüf,  okuduğum bir hatırayı canlandırdı gözlerimde. Masadakilere döndüm:

Olgun kişi, güzel söz söyleyen değil, söylediğini yapan ve yapabileceğini söyleyen kişidir. KONFÜÇYÜS

 

–Uzun yıllar önce Amerika’da ihtisas yapan bir doktorumuzun başından geçenleri okumuştum.

 

Bu doktor kan vermek için hastanın kolunu sıvar. Sonra da gördüklerini şöyle anlatır;

 

“Baktım, pazusunda bir ay yıldız dövmesi var. Merak ettim. Kendisinin Avustralyalı olduğunu söyledi. Türk olduğumu öğrenince bana kolundaki Türk Bayrağı’nın hikâyesinden bahsetti;

 

–“1915 yılında Çanakkale’de savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletler asker topluyordu. İngilizler, bize Türkler, Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacak. Birlik olup o barbarların üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir dediler. Biz de inandık. Bizi Çanakkale’ye getirdiler. Türkleri ilk defa buradaki savaşlarda tanıdım. Cesaretlerine hayran kaldım. Bu gücün kaynağının vatan sevgisi ve kültür değerlerine saygı olduğunu, başımdan geçen olay daha da perçinledi.

 

Bir çatışma sırasında aldığım dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda, onların arasındaydım. Yaralarım temizlenmiş, sarılmıştı. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, ilgi gösteriyorlardı. İyice kendime geldim. Bu defa da zaten az olan yiyeceklerinden ikram ettiler. Kendileri yemeyip bana veriyorlardı.

 

Buralara düşmanlık için geldim. Oysa bu Türkler bana misafir gibi davranıyorlar. Ne büyük hata yaptım! diye düşündüm. Memleketime dönünce de bu iyiliği hayatım boyunca unutmamak için koluma Türk Bayrağı dövmesi yaptırdım...”

 

Otobüslerin yıkandığı yerin önünde uzunca bir direğin tepesinde nazlı nazlı salınan bayrağımız da gülümseyerek bize bakıyordu. Böyle bir kültüre sahip olmanın onuru yüreklerimizi gururlandırmalı, yüzlerimizi güldürmeliydi. Savaşta bile insanlık dersi veren, merhamet ve iyilikle yoğrulmuş bir neslin çocuklarıydık biz.

 

Gürbüz Bey, gülücükler dağıtan turistlere bir kez daha sevgiyle baktı. Terleyen alnını bir kez daha kuruladı ve bize döndü:

 

–Gülmek güzel şey. İnsanı mutlu ediyor. Hayatı gülen insanların yanında geçirmek daha bir mutluluk. Çünkü gülmesini bilmeyenler mutsuzluklarını yanlarındaki insanlara da bulaştırıyorlar. Böyle bir ömür çekilmez doğrusu. Rahmetli eşimin kahkahaları evin duvarlarında çınlardı. Bu sesler ondan hatıra kaldı bana. Sevgisiz yaşayamam! Gülmeden yaşayamam!” derdi. Tam kırk yıl aynı yastığa baş koyduk. Hastalık alıp götürdü onu benden. Bitkin, yorgun yatarken bile,  “Ben çok iyiyim, torunlarımı özledim sadece!” diye mırıldanırdı.

Çocuklar geldiğinde unuturdu acısını. İlaçların yapamadığını, onların sevgi ve ilgisi yapardı. Ayağa kalkmaya çalışır, iyi olduğunu göstermek isterdi. Güler, şakalaşır, yastığının altından şekerler, harçlıklar verirdi. İnsan yaşı geçince besleyip büyüttüğü çocuklarından para pul beklemiyor. Bir güler yüz, bir bayram ziyareti, bir telefon edip gönül alma yetiyor.

 

Gürbüz Bey’in bu son cümlesinde eli ister istemez yorgun kalbine gitti. Biraz soluklandıktan sonra derin bir iç geçirip devam etti. Bu arada radyodan gelen şarkının sözleri onun anlattıkları ile garip bir tezat oluşturuyordu;

 

“Güz gülleri gibiyim,

Hiç bahar yaşamadım.

Ya sevmeyi bilmedim yıllarca,

Ya sevince geç kaldım…”

 

–Ne güzel bir aileydik. Evlendiğimizde resmi nikâh yapıncaya kadar inat etmiş ve bir süre konuşmamıştı benimle. Eş seçimi çok önemli. Biraz şans, biraz da dikkat. Kolay değil aynı yastıkta ömürleri tüketmek. Bunun iyi günleri kadar, kötü günleri de var. Hastalığı, parasızlığı var. Hiç kolay değil ev geçindirmek. Yuvayı dişi kuş yapar! diye boşuna söylememişler. Halden anlamayan, aile terbiyesi almamış insanlara rastlasaydık nice olurdu halimiz?

 

Mustafa söylendi:

 

–Bazen anlaşamıyoruz Zeynep’le, atışıyoruz.

 

Yaşlı adam, döndü delikanlıya:

 

–Bazen biz de atışır, sudan sebeplerle kızardık birbirimize. Küçük küçük kavgalar eder ama sonunu hep tatlıya bağlardık. Biraz nazikçe olur hanımlar. Allah böyle yaratmış. Küsmeleri bile bir tatlı olur. Anlamak lâzım onları. Duygularını görmek, hissetmek lâzım. Olur olmaz şeyler için büyük çekişmeler yaşanmaz. Hele hele iş, vurmaya kırmaya hiç dökülmez. Evliliğin tuzu biberidir bu küçük takılmalar. Dozunu iyi ayarlayıp ev dışına taşırmamalı. Kötü söz söylemeyip kadir kıymet bilmeli. El kaldırıp da sonra acı çekmemeli. Bir adam kıyıp da nasıl vurur eşine? Nasıl acıtır canını? Son pişmanlık fayda etmez! diyenler doğru söylemişler. “Sevgi denilen şey, ne kadar derinlerde olduğunu ayrılık zamanına kadar bilinmezmiş.” Ne diyor Mevlana;

 

“Sevgide güneş gibi ol,

Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol,

Hataları örtmede gece gibi ol,

Tevazuda toprak gibi ol,

Her ne olursan ol,

Ya olduğun gibi görün,

Ya da göründüğün gibi ol.”

 

Bir süre daldı ve sonra kaşlarını kaldırarak devam etti:

 

–Birden çok eşi olanları da gördüm. İnsan, bu konuda iyi düşünüp, kendini kontrol etmesini bilmeli. Sevgisini nasıl taksim eder? Yüreğini nasıl paylaştırır, nasıl böler dilimlere? Ben eşimin ölümünden sonra bile evlenmek istemedim. Zaten almıştım yaşımı başımı. Çok sevmiştim onu, hatırasının incinmesine dayanmazdı yüreğim. Sağlığında bile kırmadım ki gönlünü sonrasında kırayım. Uçup gitti şimdi. Sevgisini içimde bırakarak uçup gitti. Şöyle diyor bir köşe yazarımız; “Aşkın sadece gençlikte yaşanacağına inananlar var. Hiç de öyle değil! İnsan hangi yaşta olursa olsun, âşık olma yeteneğini kaybetmez! İyi ki de kaybetmez.” Ben de öyle düşünüyorum; ama isterim ki, öteki dünyada da nasibim, kısmetim, eşim o olsun.

 

Bir duygu bulutu çökmüştü masamıza. Bu bulut gözlerimize sis ve yağmur bırakmıştı. İhtiyar adamın, yüreğimizin tellerine şöyle bir dokunuşu; “Sevgi doğanın ikinci güneşidir, onunla ısınmayı bilenler hiç üşümezler! dersini vermişti bize. Artık saç ve sakalının boşuna beyazlamadığını anlamıştık. Ne görmüş, ne yaşamışsa onu anlatıyordu. Günümüzde böyle sevgiler öylesine azalmıştı ki! Artık insanlar çoğunlukla hayatlarını daha rahat koşullarda geçirmek adına, yüreklerinin değil çıkarlarının sesini dinliyorlardı. Sıcak sesiyle sürdürdü konuşmasını:

 

Eş seçimlerimize dikkat etmeliyiz. Bu bir oyun değil. İnsan evliliğini sağlam temellere oturtmalı ki, toplum da sağlam olsun. Eşlerin birbirlerini önceden tanımaları da çok önemli. Zıt karakterler evlendikten sonra çok acı çekiyorlar. Yuvaları dağılıyor, aile itibarları zedeleniyor. Çocukları da ortada kalıyor. Böylece ilk temel eğitimini aileden alan bu çocuklar çok olumsuz etkileniyor.

 

Nefes aldı. Etrafına bakındı:

 

Elbette hepsi için söylenemez; ama aralarında kendini toparlayamayan çocuklar da çıkıyor. Bunlar iyi yetişmiyorlar! Asi oluyor, kural tanımıyor, kavgacı oluyorlar. Ailede iş bölümü yapmayı öğrenmiyor, aile bütçesine katkı yapmayı istemiyor, aile üyelerinin düşüncelerine saygı göstermiyorlar. Keder ve sevinci de paylaşmıyor, sevgisiz büyüyorlar. Çiçek açamayan, meyve veremeyen kuru dallar gibi çıplak kalıyorlar.

 

Nermin Hanım dayanamadı:

 

–Bazıları daha da ileri gidiyor!

 

Gürbüz Bey, bu cümleyi başıyla onayladı. Sonra sanki bir zaman tüneline girmiş gibi birbiri ardına döküldü ağzından sözcükler:

 

–Evet, ileri gidiyor. Terk ediyor evini, kaçıyor. Sanıyor ki, her şey daha güzel olacak! Oysa rüyalar hiç de uzun sürmüyor. Ya kaybedip namusunu bedenini satıyor, ya da batakhanelerde kolları şırıngalardan morarmış sersefil bir hayat sürüyor.

 

Yaşlı adam, konuşurken gözlerini kısıyor, anlattıklarını yaşıyor gibiydi. Yüzündeki derin çizgilerle otobüsün aynasında fark ettiğim kendi çizgilerimi karşılaştırdım. Ömrümüz geçiyor, renklerimiz gitgide soluklaşıyordu. Bildiğimiz, inandığımız şeyleri bizden sonrakilere aktarmak için vakit geçirmemeliydik. Bu genç asker de sanki benim ev ödevim olmuştu. Onu kendi oğlum gibi görüyordum artık. Gözlerim yüzünde takılmış olacak ki, sordu:

 

–Metin Ağabey bana bakıyorsun, yanlış bir şey mi yaptım?

 

–Hayır, Mustafa, şu kısa sürede sana kanımız kaynadı, içimiz ısındı. Sen, pek çok delikanlıdan farklısın. Bak oturmuş biz ihtiyarlarla sohbet ediyorsun.

 

Son cümlem, Nermin Hanımın pek hoşuna gitmemişti. Kaşlarını çatıp, yüzünü astı. Hanımlar, yaşları konusunda bizden daha hassastılar. İş büyümesin diye fark etmemiş gibi yapıp devam ettim:

Millete efendilik yoktur, hizmet etmek vardır. Bu Millete hizmet eden onun efendisi olur. ATATÜRK

–Bize ayak uyduruyor, nazımızı, şakamızı çekiyorsun, aferin sana! Bıkmadın mı bizden?

 

Mustafa, soruma yine bir soruyla cevap verdi:

 

–Siz benden bıktınız mı? Ben, bugün sizlerden öğrendiklerimi, bu kadar kısa sürede başka nereden öğrenebilirdim? Kim anlatırdı bana bunları. Kim vakit ayırırdı? Asıl ben sizlere teşekkür ediyorum.

 

Nermin Hanım döndü Mustafa’ya;

 

–Kömür gözlü, kara kaşlı, kıpır kıpır bir öğrencim vardı; Ahmet Çermeli. Okulun en haşarı öğrencilerindendi. Bir türlü başedemezdik. Aklı fikri oyundaydı. İşini iyi bilirdi. Derslerinde de açık vermezdi kerata. Önemli okullarda okudu, büyük adam oldu. Sen de hatırlasana çocukluğunu delikanlı. Arkadaşlarınla oynadığın oyunları hatırla. Saklanbacı, uzun eşeği, çelik çomağı, körebeyi, sekseği, yakar topu ya da tek kale futbolu hatırla.

        

Eşleşirken nasıl da adil davranırdık. Taraflar birbirine denk olsun diye adım sayardık. Bir biz, bir karşı taraf alırdı. İşte bu demokrasi idi. Yardımlaşma, paylaşım, hoşgörüydü. Peki ya bugünün çocukları sanal denilen içi boş, içi saman dolu dünyada, seviyesiz televizyon görüntüleriyle büyümüyorlar mı? İlkokulu bitirene kadar bir çocuk, televizyon karşısında kaldığı süre içerisinde on bine yakın cinayet görüntüsüyle karşılaşıyormuş biliyor musun?. İçler acısı değil mi? Aynı çocuk, şiddeti, öldürmeyi, saldırmayı aşılayan bilgisayar oyunlarıyla diğer çocuklara yabancılaşmıyor mu? Ne olacak bu garibanların hali?  Zaten yedikleri her şey hormon. Domatesin, salatalığın plastikten farkı mı kaldı? Kokusu yok, tadı yok! Çocuklarımızın, beden sağlıklarını şansa bıraktık, bari ruh sağlıklarını koruyalım!


            Zaman çok değişti. Ne kadar sağlıklı olduğumuz, Ne kadar yaşayacağımız önemli elbette ama daha da önemlisi nasıl yaşadığımız. Hepimiz bir yerlerde yaşıyoruz yaşamasına da, o yerleri ne kadar  hakkıyla yaşıyoruz?


            “Toros’ların suyunu içmeyen, Şavşat-Kars yolculuğunu yapmayan, Çorum’da leblebi, Amasya’da elma, Afyon’da lokum yemeyen, Ziganalar’ı otobüsle geçmeyen, Karadeniz’de hamsiyi tavaya atmayan, Ege’nin ipek halıyı andıran bereket ve ihtişamını yaşamayan, Mardin’in taş evlerindeki serinliği hissetmeyen, bir gençliğin, bu yurda sahip çıkmasını, sevmesini, kollamasını beklemek haksızlık değil mi?

            Ankaralı delikanlı, Ankara Kalesi’ni hiç gezmemiş, Hitit Müzesine adım atmamış. İstanbulluyum diye geçinen, Topkapı Sarayı’nı bilmiyor. Egeli, Efes’i görme zahmetine bile katlanmamış. Bursa’nın, Trabzon’un yanından dahi geçilmemiş. Ezberlediğimiz birkaç şiirle yurt mu sevilir?

 

Tatili, sadece kızarmış tavuk gibi güney sahillerinde güneşlenmek sayanlar, gitmeli tarih kokan mekanlara. Ne bileyim; bi Çanakkkaleye gitmeli mesela! Solumalı oradaki havayı, geçmişi içine sindirmeli. Yaşananlardan ders çıkarmalı ki bir daha yaşanmasın…”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MUHTAR ONBAŞI

 

Sizin köye özel bir düşmanlıkları,  garezleri mi var?

 

Nermin Hanımın bu sözlerini, elimde imkân olsaydı eğer, binlerce kâğıda yazar her bir duvara yapıştırırdım. Gelen geçen okusun, okusun da artık farkına varsın bir şeylerin diye! Sohbet konumuzun pek sıradan olmadığını ben de fark etmiştim. Sudan sabundan değildi! Konuşmaya konuşmaya dolmuştu içimiz. Yine gözlüğünü düzeltti, gülümsedi:

 

–Bakıyorum, karşılıklı iltifatlara daldınız biraz önce?

 

Mustafa çocuksu ve saf tavrını tekrar takındı:

 

–Doğru söylüyorum öğretmenim. Çok sevdim ben bu sohbeti. Bizim oralarda bu konuları konuşmayanların nasıl yanlış şeyler yaptıklarını gördüm. Dönüşte uygulayacağım hepsini.

 

Nermin Hanım tekrar gülümsedi:

 

Ben, sıkılmanı istemedim. Sanki çapraz ateşe tuttuk seni!

 

Mustafa etrafına bakındı:

 

–Hani nerede tabancalar, tüfekler? Nasıl çapraz ateş bu? Şaka şaka! Gerçekten hiç sıkılmıyorum. Her anlattığınızı dinliyor, dersler çıkartıyorum. Belki yarın kendi oğluma da anlatırım bunları.

 

Nermin Öğretmenin güzel yüzü yine gülümsedi. Sanki bir eksiği kapatmak arzusuyla devam etti:

 

–Peki, sen bilirsin. Konuşmaktan bıkmam ben. Nerede kalmıştık, ülkemizi bekleyen tehlikelerden bahsediyorduk değil mi? Bakın, bir konu daha var; Biz dinimizi hep yürekten yaşadık. Diğer dinlere de hep saygılı olduk. İşte bu hoşgörüyü kıskanıyorlar. Anadolu üzerinde, tarih boyunca oyunlar oynanmış. Bu oyunlar hiç durmadan ve dönem dönem pusuya yatarak daha da azmış. 

 

Aslında tehlike çok planlı ve programlı! Bu oyunlar cumhuriyetin ilk yıllarından beri hep oynanıyor. Din ve ibadet özgürlüğümüzü hiçe sayarak Cumhuriyetimizin yerine farklı rejim getirmek ve ülkemizi parçalamak isteyenler var. Bunlar din sömürüsü ve ticareti yaparak halkımızın temiz duygularını istismar ediyorlar. Ne yazık ki bilgisiz ve iyi niyetli bazı vatandaşlarımızı etkilemeyi ve kandırmayı da başarıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir. Yazık değil mi onu yıpratmaya?

 

Nermin Öğretmen konuşurken ben de onu sanki İstiklal Savaşı yıllarımızda meydanlarda kürsülere fırlayıp coşan ve coşturan Halide Edip’miş gibi gördüm. Aynı coşku vardı yüzünde, sesinde;

 

—Ne diyor anayasamız Cumhuriyetimizin nitelikleri açıkça belirtirken; "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, Anayasanın başlangıcında belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal hukuk devletidir." Bu sistem içerisinde herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kimse devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar amacıyla istismar edemez ve kötüye kullanamaz.  Laiklik bu yönü ile din ve devlet işlerinin ayrılmasıdır.”

 

Benim de aklıma, bu konuda okuduğum satırlar gelmişti. Paylaşmak istedim:

 

–Sizlere, gazetedeki bir makalenin özetini yapayım. Şöyle yazıyordu; “Lâiklik nedir diye soranlara sadeleştirerek bir kere de şöyle anlatalım. Anlamak niyeti olanlar için iş kolay; ama inadına zorlaştıranlar için lâf kâr etmez. Söylenecek söz şudur: Kimseyi dinsizlikle suçlamaya hakkın olmadığını bilecek, kimseye lâf etmeyeceksin kardeşim!” Çünkü iyi insan, Vicdanına danışır, aklıyla muhasebe yapar, kendi kendini kandırmaz, başkalarını da aldatmaz.”

Medeniyet; Öyle kuvvetli bir ışıktır ki ona bigane olanları yakar,  mahveder. ATATÜRK

 

Mustafa, anlatılanları anladığını göstermek istercesine aldı sözü:

 

İşine gelmeyenler, akıl ve ilim yerine başka şeyleri ortaya sürüyorlar. Din, hiçbir amaç için kullanılmamalıdır. Kullanılırsa birliğe değil bölünmeye götürür. Bunları unutuyorlar herhalde!

 

Mustafa’nın berrak gönül penceresinden süzülmüştü bu sözcükler. Yarasına tuz basılmış gibi haykırmıştı. Kurduğu düzgün ve anlamlı cümlelerle şaşırtmıştı yine bizi. Gürbüz Bey masadan başını kaldırdı:

 

–Aferin Mustafa oğluma. İslam dini bir devlet modeli olarak gönderilmemiştir. O insanların iç dünyalarıyla ilgilidir. Kendilerine menfaat sağlamaya çalışanların dini sömürmeleri, tarikat, cemaat kurmaları İslam’ın yanlış anlaşılmasına neden olmaktadır. Lâik devlet düzenine yapılan saldırıların gerçek amacı sosyal temellerimizi yıpratmaktır. Din bir baskı aracı değildir ki, oy toplama malzemesi olsun. İktidar için onu kullananlar aslında bindikleri dalı kesiyorlar. Şeriatla yönetilen ülkelerde demokrasi yoktur ve olamaz. Demokrasi olmayınca da özgürlükler ortadan kalkar.

 

–Nasıl engelleriz bunları Gürbüz Amca?

 

–Dinimizi, gerçek kaynağından öğrendiğimizde yalancıların maskeleri zaten kendiliğinden düşecektir. Bu konuda şöyle diyor Mustafa Kemal: “Tarihimizi, okuyunuz, dinleyiniz. Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden kötülükler hep din perdesi arkasındaki dinsizlik ve kötülükten gelmiştir. En doğru ve en hakiki yol medeniyet yoludur.”

 

Tarihimizi bilmek kadar tarihi eserlerimize de sahip çıkmamız gerekir. Tarihi eserlerimiz sadece miras değil aynı zamanda gelecek nesillere aktarmamız gereken birer emanettir.

 

Nermin Hanımın gözleri bir noktaya takılmıştı. Meraklandık, döndük biz de baktık. Çay salonunun hemen önüne park eden bir araçtan inenler, konuştuğumuz konulara canlı birer örnek olmuşlardı. Bir adam garip giysisiyle, kendisine yönelen bakışlara aldırmadan lavaboya doğru ilerliyordu. Başında sarığa benzer bir şey vardı. Uzun sakalları dağınıktı.

 

Onu takip eden iki hanım, yazın bu en sıcak günlerinde, boydan boya simsiyah örtülerin altına saklanmışlardı. Gözleri belli belirsiz seçiliyordu. Onlar, önlerinde yürüyen adam kadar pervasız değillerdi. Ürkek davranıyor, arabalarında kalmayı tercih eden bir tavırla yürüyorlardı. Kalabalıktan rahatsız olmuşlardı. Hiç inmemeyi istedikleri belli oluyordu. Zorunluluk olmalıydı. Birisinin kucağında da bir kız bebek vardı. Sanki o da saklanmıştı! Bu kız büyüyüp okula giderse gerçekleri daha iyi görür umarım dedim kendime. Nermin Hanımın gözleri onları lavaboya girinceye kadar takip etti ve bize döndü:

 

–Arkadaşlar, hangi devirde yaşıyoruz Allah aşkına? Yazık değil mi bu kadınlara. Bakın size, “Ahlâk, beynin, yüreğin dışındadır!” diyen bu ilkel anlayışa bir örnek anlatayım. Vakti zamanında öğretmenler Ankara’da bir toplantı yapmış ve toplantıya birkaç bayan öğretmen de katılarak ayrı bir yere oturmuş. Meclisin o zamanki sarıklıları, bayan öğretmenlerin toplantıya katılmalarını hoş karşılamayıp, Gazi’ye şikâyete gitmişler.

 

Delikanlı sabırsızlandı:

 

–Ne olmuş sonra?

 

–Çok kızmış ve hemen öğretmenler cemiyeti başkanını çağırtmış. Gelir gelmez de onu gürleyen bir sesle azarlamış; Ne ayıp şey bu!” Adamcağız cevap veremeyince, şikâyetçiler çok mutlu olmuşlar. Gazi devam etmiş; “Toplantıya hanımları çağırmış ve onları ayrı sıralara oturtmuşsunuz. Sizin kendinize mi güveniniz yok? Türk hanımının erdemine mi? Bir daha böyle ayrılık görmeyeyim!” Biraz önce gülümseyen sarıklıların ne duruma düştüğünü siz hayal edin artık.

 

Mustafa, ikram ettiği böreklerin masadaki kırıntılarını topluyordu. Elinde bir kâğıt mendil vardı. Garson çocuk hızlı adımlarla geldi. “Zahmet etmeyin, ben yaparım.” dedi. Bizim delikanlı duymamış gibi temizliğe devam etti. Bu arada Herkes kendi evinin önünü süpürse, sokaklar tertemiz olur! diye söyleniyordu. Göz ucuyla şöyle bir etrafa bakındım. Başkalarının aynı hassasiyeti göstermediği masaların durumundan açıkça belli oluyordu. Yere düşen bir iki parçayı da ben aldım ve gülümsedim:

 

–“Aslan yattığı yerden belli olurmuş! Hiç pikniğe gitmediniz mi? Hani şu hafta içinin yoğunluğundan sıyrılıp biraz olsun kendimizi tabiatın kollarına bıraktığımız piknikler. Evlerde ne güzel hazırlıklar yapılır. Köfteler, piyazlar, salatalar, dolmalar, meyveler. Bir hevesle kırlara, ormanlara koşulur. İp atlamalar, tavla oynamalar, mangal dumanları.

 

–Ağzım sulandı Metin Ağabey.

 

–Daha şimdi yedin böreği. Neyse, akşam olduğunda içimiz burkularak, o güzelim yeşilliğin, karpuz kabuklarıyla, naylon poşetlerle kirletildiğini görürüz. Kaç defa, bütün aile ellerimizde poşetlerle başkalarının bıraktıklarını temizledik. İnsanların bize “İşiniz mi yok sizin!” şeklindeki alaylı bakış ve konuşmalarına aldırmadık! Daha da kötüsü, yanık bırakılan ateşlerin, söndürülmeden atılan sigara izmaritlerinin, biricik nefes kaynaklarımız ormanlarımızı kül ettiklerine şahit olduk. Tabiatı, sonu gelmez bir nimet olarak görenler, yarın gölgesinde oturacak bir ağaç bile bulamayacaklar.

 

Çaylarımız tazelenirken yol arkadaşlarımın ışıldayan gözlerinden içime tuhaf bir sıcaklık aktı. Bu sıcaklığın verdiği mutluluk elimde olmadan sesime de yansıdı:

 

–Ağaç dedim de aklıma geldi. Başımdan geçen bir olayı anlatayım size; Görevdeyken, yakın iki köy arasındaki görüntü farkı beni çok etkilemişti. Toprak aynı toprak, hava aynı hava olmasına rağmen birbirlerine benzemiyorlardı. İlkinde, her yer tertemiz ve evlerin duvarları beyaz badanalıydı. İnsanları tarlasında, bahçesinde, işinde gücündeydi. Türlü meyve ağaçları, üzüm bağları, köye ayrı bir güzellik katıyordu.

 

Mustafa yanık bir iç geçirdi:

 

–Aynı bizim oralar gibi Metin Ağabey.

 

Hiçbir ulus yoktur ki ahlaki temellere dayanmadan yükselsin. ATATÜRK

 

–Doğrudur, ne mutlu size. Neyse, toz kalkmasın diye yollara çakıl serpiştirilmiş, tam ortasından akıp giden küçük derenin kenarlarına bile set çekilmişti. Üstelik bu taşlar, köyün çalışkan gençleri tarafından bin bir emekle dağlardan getirilmişti. El ele vererek köylerine bambaşka bir görüntü kazandırmışlardı. Bu, “İmece” dedikleri, ne güzel bir alışkanlık ne güzel bir davranış diye düşünmüştüm. Çünkü güçler birleşince hiçbir engel tanımıyordu.

 

Diğer köy ise inadına farklıydı. Daha girer girmez kötü kokudan burnumu kapatmıştım. Oysa yeşillendirme de vatan savunmasının bir parçasıydı. Gazeteden okumuştum. Jandarma, ‘tarihimizi koruyalım, çevremizi temiz tutalım’ kampanyası başlatmış. İlkokul öğrencileri ile çevre temizliği yapmışlar. İyi biliyorlar ki yarın büyüyecek o çocuklar. Çevre kirliliği, erozyon ya da doğal hayat nedir bizden iyi öğrenmeliler. Ot bile yetişmez denilen nice yer, askerlerimizin bakım ve sulama çalışmaları sayesinde yeşile bürünüp neredeyse orman olmuştu.  Tabi olur, toprağa hangi ağacın daha uygun olacağını tespit edersen, diktiğin fidana bebeğinmiş gibi özen gösterirsen, suyunu, ilacını zamanında verirsen o bozkır olur sana cennet! Çocuk doğduktan sonra onu kendi haline bırakıyor muyuz? Emziriyoruz, altını temizliyoruz, sarıp sarmalıyoruz.  Fidan da aynen öyle işte. Bakarsan bağ, bakmazsan dağ.

 

 Neyse, çöp birikintilerinin üzerinden atlaya atlaya gittim kahvehanelerine oturdum. Boş sandalye yok gibiydi. Muhtar burada mı?” dedim. Orta yaşlı, tıknaz, kasketli bir adam, Muhtar benim, buyurun! dedi. Üst dudağını tamamen kapatan bıyıkları, sigaradan sararmış, birkaç günlük sakalı da diken diken duruyordu. Hayattan bezmiş, bunalmış görünüyordu. Cevizde yaşayan bir kurt için bütün hayat kabuğun içinden ibaretmiş ya, aynen işte öyle! Bizi temsil edecek, hakkımızı savunacak insanlara oy verip seçerken, muhtar da olsa, dikkat etmeli,  oturup düşünmeliydik. Hemen o an aklıma, çağdaş, ilkeli ve akılcı yöneticilere ihtiyacımız olduğunu belirten, öğrencilik hatırası geldi

 

“Ben üniversitede öğrenciyken yurtta kalıyordum. Yurdun sobaları yanmazdı. Bütün kış titreşir dururduk. Bir gün yurt müdürüne çıktık. İşi anlatmak istedik. Daha ilk cümlemizde kükredi:

 

Ne soğuğu be nankörler! Görmüyor musunuz, sobalar gürül gürül yanıyor.

 

Gerçekten sıcaktan terlemiş, yakasını bağrını açmıştı. Zannediyordu ki; bütün odaların sobaları böyle alev alev yanıyor!”

 

Bizim muhtar da sanıyordu ki; köyü sadece kahvehaneden ibaret! O gün konuştuğumuz birkaç cümle, insanlardaki anlayış farkını ortaya koyması bakımından ne kadar da önemliydi. Beklentileri kalmamış bu adama sordum:

 

–Askerlik yaptın mı Muhtar?

 

–Yaptım, onbaşıydım.

 

–O zaman sen mıntıka temizliği de yaptırmışsındır.

 

–Mıntıka bitmeden içtimaya çıkarmazdım.

 

Pencereden, evlerin ve sokakların içler acısı haline bir kez daha bakıp muhtara tekrar döndüm:

 

Peki, neden şimdi köyünde mıntıka yaptırmıyorsun?

 

Sustu, şaşırdı, yutkundu, cevap vermek istedi, veremedi. Elimle işaret ettim:

 

–Şu karşıki köyü görüyor musun?

 

–Görüyorum.

 

–Köyün evleri ağaçlardan seçilmiyor, tepeyi de çamlar sarmış, gördün mü?

 

–Gördüm.

 

–Sizin burada toprak nasıl, ağaç tutar mı?

 

–Elbette tutar. Aynı toprak, tuz yok. Fidan hemen boy salar.

 

–Peki, suyunuz var mı?

 

–Su bol, nereyi iki metre kazsan su fışkırır.

 

–Ağaç dikmeyi bilir misiniz?

 

–Hangi köylü bilmez!

 

Peki, neden bu köyde hiç ağaç yok?

 

Bir süre yine cevapsız kaldı. Sonra aradığını bulmuş gibi konuştu:

 

Ama bana gittiğinde de mıntıka yaptır, ağaç diktir demediler ki Mühendis Bey! Üstelik "Eski köye yeni adet mi getireceksin?" Bizim burada tarım yapılır. “Eğer ağaç dikersek kuşlar gelip, bütün ürünü yermiş!” Böyle duyduk biz! Bu yüzden var olan ağaçları da kesip tarla yaptık. Bu saatten sonra, “Arı kovanına çomak mı sokalım?" şimdi.

 

Şaşırma sırası bendeydi. Hiçbir gerçeğe dayanmayan bu uydurmayı başka köylerde de duymuş, inanamamıştım. Muhtar Onbaşıya sordum:

 

–Şu karşıdaki köyde kuş yok mu muhtar? Onlar tarım yapmıyor mu? Bu kuşlar sadece sizin ürünlerinizi mi yiyor? Sizin köye özel bir düşmanlıkları, garezleri mi var? Neden böyle şeylere kanıyor, tabiatın güzelim dengesini bozuyorsunuz?

 

Sonra aldım kahvehanedekileri yanıma, arabamdaki fidanları bir bir diktik tarla sınırlarına. Saatlerce ağacı, yeşili, kuşları anlattım. Bunlar birbirleriyle dost, biri olmadan diğeri olmaz dedim. Söz verdiler bana; “Bu fidanları büyüteceğiz, gözümüz gibi bakacağız!” dediler.

 

Mustafa gülümsedi:

 

–Askerde onbaşı olmayı ben de istiyorum; ama dönüşte o muhtar gibi tembellik yapmayacağım. Zaten, bizim oralarda böyle tembellere pek rastlanmaz. İşini gücünü aksatan olduğunda, yaşlı amcalar onları çeker bir köşeye, nasihat eder. Ben bu konularda hiç büktürmedim kulağımı. Hiç fırsat vermedim kimseye. Hiç sevmedim, sevemedim tembel tembel yatmayı. Bir gün küçük bir kaçamak yapayım dedim. Kanaldan su vermem gerekiyordu tarlaya, zoruma gitti, almadım elime küreği. İki gün sonra akşam babam gözlerimin içine baktı ve dedi ki:

 

“Mustafa, galiba unutmuşsun tarlaya su vermeyi! Az kaldı kuruyormuş mahsuller. Sıramız da geçmiş. Neyse ki, komşu yardım etti ve suyundan verdi bize!” Başımı bile kaldıramamış, babama bakamamıştım. O an ne kadar utandığımı bir ben bilirim, bir de Allah!

 

Delikanlıyı utandıran temiz yüreğiydi. “Çalışmazsam, hasta olurum!” Diyenler geldi aklıma. Hiç yoksa ellerine örgülerini alan hanımlar geldi. İşinden evine döndükten sonra, kanepede uyuklamayıp; musluğunu tamir eden, bahçedeki çiçeğine bakan, çocuğunu ders çalıştıran babalar geldi. Zaman geçmiyor diye feryat ederek içlerine sıkıntı dolduran tembellere içimden gülmek geldi.

 

Yapılan anons mola saatimizin dolduğunu bildiriyordu.  Masadan kalktık. Garsona yöneldim. Hesabın ödendiğini söyledi. Gürbüz Bey, kaşla göz arasında sıkıştırmıştı eline parayı. Teşekkür ettik. “Afiyet olsun, belki askerden sonra Mustafa’nın evine ziyarete gider, eşinin tavşankanı çaylarından içeriz, belli mi olur!” dedi. Delikanlının yüzü yine kızardı. Masadan kalkarken Gürbüz Bey, tesis çalışanlarına teşekkür yazısı için, giriş kapısının yanındaki kutuya doğru ilerledi. Bu arada Mustafa da ona hararetle eşi Zeynep’in gerçekten çayı, böreği, baklavayı çok güzel yaptığını anlatıyordu.

 

Ölülerden medet ummak, medenî bir toplum için ayıptır. ATATÜRK

Birden yüksek sesle bağırarak konuşan kişiler dikkatleri üzerlerinde topladılar. Bağırışların geldiği yöne baktık. Karadenizli yine hırçın dalgalar gibi coşmuş, sarıya kaçan saçları dimdik olmuştu. Yüzünün açık teni kıpkırmızıydı. Kulakları ve burnu daha da koyuydu. Renkli gözleri cam gibi parlıyor, garsonun kolundan sıkıca kavramış, çekiştiriyor, bırakmıyor, yol arkadaşını da itekleyerek bağırıyordu;

 

“Çay paralarını ben vereceğim. Sen nasıl benim yanımda hesap ödemeye kalkarsın. Bak yine fena oluyorum. Kızacağım şimdi sana. Almayacağım otobüse! Koşarak gelirsin sonra arkamızdan!”

 

Bir yandan gülümsüyor bir yandan da şairin dörtlüğüne hak veriyordum;

 

“Mecliste arif ol kelamı dinle,

El iki söylerse, sen birin söyle,

Elinden geldikçe iyilik eyle,

Hatıra dokunup, yıkıcı olma…”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GÖNÜL GÖNÜLE

 

Korkmayın öğretmenim, ben sizi korurum. Ben askerdeyken siz rahat rahat uyuyun!

 

Yerlerimize oturduk. Mola işe yaramıştı. Sigara tiryakileri, çay salonunun kendileri için ayrılan ücra köşesinde, dumanlara boğularak sözüm ona rahatlamışlardı. Üzerlerine sinen derin kokuyu şimdi otobüsteki diğer yolcularla paylaşıyor, bütün kötülüğüne karşın, bile bile bu illetin tutsağı oluyorlardı. Sigara, yasal bir uyuşturucuydu. Onu bırakmak, bırakamıyorsak azaltmak gerekiyordu.

 

Uçup giden bu dumanlar arasında birkaç nefeslik sahte bir zevk için, çocuklar sakat doğuyor, insanlar erken yaşlanıyordu. Sindirim, solunum, dolaşım ve sinir sistemimize zarar veriyor, kanser riskini de artırıyordu. Alkole ve diğer uyuşturuculara açılan bir kapıydı. Toplum ahlâkını, insan sağlığını, sahip olduğumuz en büyük gücü, yani aklımızı tehdit ediyordu.  Üzerinde ‘sigara öldürür’ yazmasına rağmen kendisini kaybedecek derecede kullananlar azalmıyor, alışkanlık hâline getirenler, mutlaka bir kılıf buluyorlardı. Bu zehrin zararlarına aldırmayan nice insan, işyerlerinde arkadaşlarına, evlerinde çocuklarına bu dumanları keyifle üflemeye devam ediyorlardı. Bir tiryaki arkadaşım da kendini kandırır, sigara öldürür yazısı moralini bozuyor diye elindeki kalemle onu ‘sigara güldürür’ şeklinde değiştirirdi! Sanki verdiği zararı da değiştirebilecekmiş gibi!

 

Pencereden baktım. Zapt edilmesi zor bir çocuk, otobüse binmemekte kararlı görünüyor, kilolu babasını peşinden koşturuyor, yoruyordu. Şoförümüz kornaya bastı. Adam daha da telaşlandı. Çocuk hemen kaykaya tırmandı. Yakalanacağını anlamıştı. Son bir kez daha denemek istiyordu. Kaydı, duramadı, kumlarda yuvarlandı.

 

Mustafa gülümsedi:

 

Bu çocuktan sağlam komando olur!

 

Tam o anda babası, yaramazı ensesinden yakaladı. Apar topar soktu otobüse; ama kan ter içerisinde kaldı. Oğlan sırıtıyor, ayaklarını yere sürtüyordu. Buna rağmen adam hiç elini kaldırmadı çocuğuna, hiç canını yakmadı. Belki çocukluğunda kendisi de böyle yaramazdı ve belli ki, “Dayak cennetten çıkmadır!” gibi bir yalana da inanmıyordu. Arabayı beklettiği için özür dileyen bakışlarını hissettim. Onlar da yerlerine oturunca yola koyulduk. Şoförümüzün neşesi yine yerindeydi. Radyoyu açtı. Görevli delikanlı limon kokulu kolonyayı dolaştırmaya başlamıştı bile. Nermin Öğretmen bize döndü ve dert yandı:

 

–Bir zamanlar, ülkede yaşatılan terör ortamından dolayı, insanlar yolculuk yapmaya bile çekinirlerdi. Bakın şimdi ne kadar huzurluyuz. Kimse biraz sonra ne olacak tedirginliği yaşamıyor. Bunların tekrarlanmasına izin vermemeliyiz.

 

Gürbüz Bey yorulmuştu. Başını sallayıp kısa konuştu:

 

–Merak etmeyin Nermin Hanım. Bizim çocuklarımız güçlüdür. Onlar Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz!” prensibini iyi bilir ve kim ne yaparsa yapsın, bu ülkenin bölünmesine izin vermezler.

 

Mustafa hafif yana döndü. Alçak bir tonda sordu:

 

–Gürbüz Amca, tehlike bir değil ki. Her yerden geliyor. İçten, dıştan, her yerden! Nasıl becereceğiz?

 

Aslında yaşlı adam biraz dinlenmek istiyor gibiydi. Yine dayanamadı ve çattı kaşlarını. Buruşuk göz kapakları birkaç kez kapanıp açıldı:

 

–Oğlum, biz işgal günlerinde bile umutsuzluğa, karamsarlığa kapılmadık. Şimdi her şey yolunda giderken mi çekineceğiz mücadeleden. Her türlü küçüklük bir araya gelse, bir büyüklüğü örtemez derler ya! Kurtuluş Savaşı başladığı sırada, içinde bulunduğumuz zor durumu bilip umutsuzluğa kapılanlar da, Atatürk’e şöyle demişler;

 

“–Nasıl mümkün olur! Ordu yok?

 

Hemen vermiş sorunun cevabını;

 

Yapılır!

 

–İyi; ama ordu için para lâzım. O da yok?

 

Bulunur!

 

–Diyelim ki bulduk, düşman çok?

 

Yenilir!”

 

O, bütün söylediklerini yaptı. Yapamayacağı hiçbir şeyin sözünü vermedi. Önce hayal etti, sonra da gerçekleştirdi. Şimdi sıra bizde!

 

İhtiyar haklıydı. Benim de hayallerim olmuştu gençlikte. Bunların bazıları kişisel, bazıları da ülkem ve insanlarımızla ilgiliydi. Kimi gerçekleşmiş, kimi de hayal olarak kalmıştı;

 

 Ülkemi daha zengin görmek istiyordum. İnsanlarımın hayat pahalılığından, geçim sıkıntısından kurtulmalarını diliyordum. Bir zamanlar çok gerilerimizde olan ülkelerin bugün medeniyetin beşiği gibi çalım satmalarını içime sindiremiyordum. Devletim, ordum daha güçlü olmalıydı. Kanun ve kurallara daha çok uyulan, dürüstlüğün bir erdem olduğuna daha çok inanılan, saygı ve sevginin kardeşçe daha çok paylaşıldığı bir ülkede refah içinde yaşamalıydık. Ne eksiğimiz vardı ki bizim? Her zaman ak ve açık değil miydi alınlarımız? Şairin mısralarını hatırladım;

 

Memleket isterim;

Yaşamak sevmek gibi gönülden olsun.

Olursa bir şikâyet, ölümden olsun...”

 

Nermin Öğretmenin tatlı sesi beni daldığım rüyadan bir kez daha uyandırdı:

 

Biz el ele, gönül gönüle, diz dize verdikçe kimse genç Türkiye’yi uygarlık yolundan saptıramaz. Buna ne içimizdeki maşaların gücü yetecek, ne de sözüm ona komşumuz ya da dostumuz geçinen ülkelerin ihtirasları. Biz, sadece petrolle ayakta duran bir ülke de değiliz. Biz, bilim ve teknolojiye kucak açmış, modern bir ülkeyiz. Artık ok yaydan çıkmıştır. Bu ok uçacak ve hedefin kalbine düşecek. Hedef belli; çağdaş uygarlık. Bizi bu hedeften kimse saptıramayacak!

 

Mustafa her cümleyi kelime kelime kaydediyordu. Omuzlarını daha da dikleştirdi:

 

–Korkmayın öğretmenim, ben sizi korurum. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve bir Türk olmaktan her zaman gurur duyacağım. Size söz veriyorum. Ben askerdeyken siz rahat rahat uyuyun.

 

Delikanlı, yine aralamıştı gönül sayfalarımızı. Mustafalar böylesine yürekten söz verdikten sonra içimizde endişeden eser mi kalırdı? Bu temiz yüreğin örnekleriyle dolu değil miydi tarihimiz? Çanakkale Savaşları’nda yaralanmış bir Fransız generali geldi aklıma. Bu generalin anlattıkları Avrupalıya insanlık dersi olmuştu. “Unutamam!” dediği hatırasını okumuştum bir kitapta;

 

“Bu general, yaralı ve ölülerin arasında savaş alanını geziyormuş. Yırttığı gömleğiyle yerde yatan Fransız askerinin yaralarını saran bir Mehmetçik görüp, şaşırmış. Yanındaki tercüman aracılığıyla sormuş:

 

–Neden öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun?

 

Mehmetçik cevap vermiş:

 

–Bu asker cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Herhalde annesinin resmiydi. Benim kimsem yok. İstedim ki o kurtulsun ve anasının yanına dönsün.

 

Generalin emir subayı Mehmetçiğin yakasını açmış. Hepsinin de gözleri dolmuş. Çünkü askerimizin göğsünde tutam tutam ot tıkanmış derin süngü yaraları varmış. Biraz sonra ikisi de göçüp gitmişler.” Yabancılar arşivlerinde bu kahramanlara hayranlıklarını şöyle dile getirmişler:

 

Malzeme yoksulluklarını kanlarıyla telafi ediyor, düşmana atacak mermi bulamadıklarına üzülüyorlardı. İngilizler, yoğun ateşle dümdüz olan siperlere, hayatın yok edildiğini sanarak yaklaşıyor, işte o zaman da yanıldıklarını anlıyorlardı. Toprak yığınları arasından fırlayan Türkler, süngü takıp saldırıyor, ölüme de aldırmıyorlardı...”

 

Düşmanını, demir çizmeler altında kalma pahasına durduran bu mert askerlere şairin hediye ettiği mısralar çınladı kulaklarımda:

 

 

“Dur yolcu!

Bilmeden gelip bastığın bu toprak,

Bir devrin battığı yerdir.

Eğil de kulak ver,

Bu sessiz yığın

Bir vatan kalbinin attığı yerdir...”

 

Para ile satın alınan sadakat, daha fazla para ile de satılır. SENECA

Seddülbahir ve Conkbayırda da başka kahramanlar vardı. Bunlardan biri de  bombacı Mehmet Çavuş değil miydi? “Bu kahraman Anadolu çocuğu, İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca yakalar ve karşı tarafa atardı. Bir süre sonra İngilizler bunu anladılar. Bombaları birkaç sayı saydıktan sonra fırlatarak iadeyi önlemeye çalıştılar. İşte böyle bir bomba, Mehmet Çavuşun sağ elinin bileğinden kopmasına sebep oldu. Bu yiğit delikanlı, vazife şuuruyla hastaneden tabur komutanına yazdığı mektupta şöyle diyecekti; “Kumandanım, sağ kolumu kaybettim, zarar yok, sol kolum var.  Onunla da iş görebilirim. Beni üzen şey düşmanla çarpışmama mani olan yaramın henüz kapanmamış olmasıdır. Geç kaldığım için beni af ediniz muhterem kumandanım...”

 

Sen bizi affet yiğidim…Sen bizi bağışla...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAHRAMANLAR

ŞEHİT OLDU

 

Onun hasret dolu gözleri, şimdi sadece Zeynep’i görmek istiyordu...

 

Sessizliği Nermin Öğretmen bozdu. Önce gözlüklerinin camını sildi ve sonra elini çantasına atıp yine kitabını çıkardı:

 

Damarlarımızda asil bir kan dolaşıyor. Bu kanla elbette gurur duyacağız. Size bir şey anlatacağım; ama belki isimleri karıştırır, hata yaparım. O yüzden sıkışırsam bakacağım kitabıma;

 

“1951 yılının Kasım ayında, Amerika’nın Sesi Radyosu Haber Ekibi’nin, Kore Türk Tugayı’na geleceği öğrenilir. Radyonun amacı Türk Tugayı’nın kahramanları ile birer röportaj yaparak bu kahramanlar mangasını dünyaya tanıtmaktır. Böylelikle değişik bir habercilik örneği vermeyi düşünürler.

 

Radyonun isteği, bütün bölüklere duyurulur. Kısa bir süre içinde her bölüğün, en kahraman askerini seçip bildirmesi gerekmektedir. Kendisine organizasyon görevi verilen Sayılan Yüzbaşı zor durumdadır. Çünkü her bölükten hemen hemen aynı cevabı almaktadır:

 

Hangi birini gönderelim?

 

Bir bölük komutanının telefonda söyledikleri ise şunlardır:

 

Şu tepeyi de alalım! İstersen saat tut. Fakat ne olursun bunu isteme!

 

Yüzbaşı Sayılan’ın “Geç kalıyoruz, hâlâ kahramanını göndermedin” dediği diğer bir bölük komutanı da şu cevabı verir:

 

Tamam! Cepheyi bırakıp bütün bölüğümle geliyorum!

 

Bölük komutanlarının sitem ateşi altında kahramanların tespiti uzamakta, Tugay Karargâhı’ndan gelen “Ne oldu?” telefonları karşısında Yüzbaşı Sayılan buram buram terlemektedir. Komutanların hiçbiri bir askerini diğerlerine tercih edememektedir.

 

Son telefon Tahsin Yazıcı Paşa’nın kendisinden gelir.

 

–Evlatlarım hazır mı Yüzbaşım?

 

            Paşa’nın üzülmesini hiç kimse istememektedir. Derhal “Endişe buyurmayınız!” cevabı verilir.

 

Sonunda bin bir güçlükle seçilen bir çavuş, iki onbaşı ve yedi er Yüzbaşı Sayılan’ın karşısına dikilirler. Tıraş olmuşlar, yıkanmışlar, yeni elbise giymişlerdir. Yüzbaşı onlara takılır:

 

Siz bu kadar yakışıklı mıydınız?

 

Hepsine görevlerini anlatır. Hiç birisi aynı kelimeleri tekrar etmeyecektir. Herkes ayrı bir şey söyleyecek, sonunda ortaya tam bir metin, tek bir anlam çıkacaktır. Bir kaç defa da deneme yapılır.

 

Yüzbaşı Sayılan, ilk konuşma görevini çavuşa vermiştir. O çavuş ki, Bölük Komutanı “Ancak bir kahraman gidecek seçimi size bırakıyorum.” dediğinde bütün parmaklar anında onu göstermiştir. Amerika’nın Sesi Radyosu’nda ilk olarak işte böyle bir çavuş konuşacaktır.

 

Ses alma mandalı açılmıştır. Herkes merak ve dikkatle çavuşun konuşmasını beklemektedir. Fakat kahraman çavuşun ağzından bir kelime bile çıkmaz. Yazıcı Paşa, bir ara Yüzbaşı Sayılan’a bakar. Yüzbaşı’nın yüzü kıpkırmızı olur. Çavuşa sokulup:

 

Konuş aslanım!  der.

 

Çavuş sapsarı kesilmiştir. Dudakları titremektedir. Parmakları avucunda kenetlenir, konuşamaz.

Aklın ve ilmin üç büyük düşmanı vardır; kötülük, bilgisizlik ve tembellik. HAECKEL

 

Sıra diğerlerine verilir. Onlar hikâyelerini tane tane anlatırlar. En sonunda mikrofon Yazıcı Paşa’ya uzanır. Paşa kısa ve öz konuşur:

 

–Ben daha ne söyleyeyim? Destan onların destanıdır...

 

Radyo ekibi cihazlarını toplarken Yüzbaşı Sayılan sıhhiye çadırına gider. Doktor, “Endişe etmeyin, asker kendine geldi.” der.

 

Çavuşun başı öne düşmüştür. Komutanının yüzüne bakamamaktadır. Çocuk görünüşlü, manalı, tertemiz bir yüzü vardır. Sayılan Yüzbaşı yanına yaklaşır:

 

–Geçmiş olsun çavuşum... Senin hiçbir şeyden korkmadığını bütün tugay biliyor. Fakat neden mikrofon karşısında yıldın?

Çavuş hâlâ ürkek bakışlarla komutanına bakmaktadır. Onun yüzünde uzaklara dalmış gibidir. Yutkunur:

 

Komutanım, ben kahraman değilim...

 

Başını yere yıkar. İçini çekerek devam eder:

 

–Birinci mangam, ilk hücumlarda yarı yarıya eridi. Hemen takviye ettiler. İkinci mangamla yaptığım hücumlarda dört şehit, üç yaralı verdik. Ben yine sağ kalmıştım. Manganın komutanı olduğum için en önde hücuma kalkarım. Bana kurşun değmedi. Kahramanlar şehit oldu komutanım! Onlar hep beni korudular. Asıl kahraman onlarken mikrofon karşısında “Ben Kahramanım!” diyemedim, diyemezdim. Bu, bana çok ağır geldi, konuşamadım. Sizi de mahcup ettim, affedin beni.

 

Mehmetçik ağlamaktadır. Sayılan Yüzbaşı yanaşır çavuşa, alnından ve yanaklarından doya doya öper, doya doya sarılır...”

 

Nermin Hanım kitabını kapatırken yanaklarından süzülen damlalara da engel olamadı. Şu sözcükler döküldü ağzından:

 

–Arkadaşlık, dostluk... Bunlar ne güzel şeyler. “Bağır ki, söylediğini herkes duysun. Fısılda ki, söylediğini yakınındaki duysun. Sessiz kal ki, söylediğini yalnızca arkadaşın duysun!”

 

Gürbüz Bey dolu dolu olan buğulu kara gözleri ile baktı bize ve belli belirsiz mırıldandı:

 

–Uğrunda ölünmese, bu vatan olmazdı. Birbirimize sıkıca kenetlenelim. Bize bizden başka dost yok! Düşmanın ekmeğine yağ çalmayalım. Onu kendimize güldürmeyelim. Arkadaşlarımızla kardeş olalım. Bu kahramanların hürmetine bir daha aynı acıları yaşamayalım Çünkü onların; kanları bayrak, hayatları destan, inançları da şiirlere mısra, şairlere ilham oldu:

 

“Bayrakları bayrak yapan;

Üstündeki kandır,

Toprak, eğer uğrunda

Ölen varsa vatandır...”

 

Gözlerimi kapayıp alnımı şoför koltuğunun sırtına dayadım. Otobüs ilerliyordu. Gürbüz Beyi birisine benzetiyor, çıkaramıyordum. Düşündüm ve nihayet buldum. Çocukluğumdaki mahalle bakkalımıza çok benziyordu. Mustafa’nın koluna dokunup, yavaşça fısıldadım:

 

–Mustafa, Gürbüz Bey çocukluğumdaki mahalle bakkalımız Ali Amcaya benziyor. Kaşı gözü, boyu posu, sakalının beyazı bile aynı. Ne tatlı, ne hoşgörülü adamdı. Bir defasında mahalle arkadaşlarımızla hadi şeker alalım diye anlaştık.            Ali Amcanın dükkânında cam fanuslar içerisinde türlü şekerlemeler olurdu. Hepimiz koştuk. Aramızdan sadece iki kardeş katılmadı bize. Dönüp sordum; “Siz gelmiyor musunuz?” Büyük olan “Sonra alacağız” dedi. Babaları ölmüştü. Kimi kimseleri yoktu. Anneleri çamaşıra giderdi. Çocuk aklımla paralarının olmadığını düşünemedim. Dükkândan elinde şekerle ilk çıkan da ben oldum. Çocuklardan küçük olanın yere eğilip bir şeyler aldığını gördüm. O dükkâna doğru gelirken herkes şekerini kapıp, oynamaya başlamıştı bile.

 

Dükkânın kapısından ayrılmadım. Çocuk içeri girdi. Cebinden biraz önce yerden aldıklarını çıkardı ve bankonun üzerine koydu. Parmak uçlarıma basarak yükseldim ve gördüm. Bir gazoz kapağı ve renkli bir cam kırığı! Korkarak sordu; Ali Amca bu kadar paraya şeker olur mu?” O yüreği güzel adamın cevabı kulaklarımda hâlâ. Dışarıdakilerin bile duyabileceği yüksek bir sesle şöyle söyledi; Oğlum bu paraya iki şeker de alabilirsin.” Çocuk elinde şekerlerle dışarı çıktığında dünyalar onun olmuştu. En büyüklerinden iki horozlu şeker! Birini hemen ağabeyine uzattı diğerini de yalamaya başladı. Şimdi anlıyorum ki, eğitim insanın kendi içinde başlıyor. O mahalle bakkalı bizden on kere daha eğitimli!

 

Nermin Hanım, anlattıklarımı duymuştu. Bize döndü:

 

            –Ali Bey  ne büyük adammış. “Kendimizi yetiştirmemiz birkaç üniversite bitirmekten çok daha zorlu bir iştir.” Bu kültür elbette sadece okumakla öğrenilmiyor. “Elbiseler vardır, içlerinde insan yok; insanlar vardır, üstlerinde elbise yok!” diyen şair de okumanın tek başına yetmeyeceğini şöyle anlatıyor;

 

“İlim ilim bilmektir,

İlim kendin bilmektir

Sen kendin bilmezsin

Ya nice okumaktır...”

 

            Bu dörtlüğü ben de biliyordum; ama öğretmen hanım daha güzel okumuştu. Altta kalmak istemedim:

 

–Bu hoşgörü insanımızın yaradılışında var. Bir örnek de ben anlatayım size;

 

“Mustafa Kemal bir gün Boğaziçi’nde bir gazinoda dinleniyor, etrafını saran gençlerle sohbet ediyormuş. Sanattan ve onun güzelliklerinden bahsediyorlarmış. Herkes pür dikkat kendisini dinlerken, köşedeki masada oturan bir beyin elindeki bardak şangırtıyla yere düşmüş. Bakışlar, bu yakışıksızlığı yaparak sohbeti bölen adama çevrilmiş. Adamcağız neredeyse yerin dibine girecek. Birden ikinci bir şangırtı duyulmuş. Bu defa gözler, kendi bardağını yere bıraktıktan sonra eli hâlâ havada olan Gazi’nin gülümseyen yüzüne dönmüş. Oradakiler bu ince davranış ve hoşgörüyü uzun süre alkışlamışlar...”

 

Biz boşuna konuşuyorduk. Delikanlı dinlemiyor, aklını Ali Amcanın şekerlemelerinden alamıyordu:

 

–Horozlu şekeri bilmiyorum; ama tatlıyı sevdiğimi söylemiş miydim Metin Ağabey? Zeynep’in çok iyi baklava açtığını söylemiş miydim?

 

Gülümseyerek gözlerinin içine baktım:

 

–Söylemiştin Mustafa. Hem de birkaç defa! Allah sağlıklı ve uzun ömür versin. Zeynep sana daha nice baklavalar açar, afiyetle de yersiniz inşallah.

 

Derin bir nefes alıp iç geçirdi. Cevap vermeden başını sallayıp pencereye döndü. Öylesine baktığını ve hiçbir şey görmediğini biliyordum. Onun hasret dolu gözleri, şimdi sadece Zeynep’ini görmek istiyordu. Yanılmamıştım. Elini cebine attı. Cüzdanını çıkarıp hafifçe üzerine eğildi ve resimlerin arasında kaybolup gitti. Gürbüz Beye doğru baktım. O da bir resim çıkarmıştı. Kendisine döndüğümü hissedince hiçbir şey söylemeden resmi elime tutuşturdu.

 

Koç yiğit bir delikanlının mağrur bakışlarıyla karşılaştım. Şehit torununun resmiymiş bu. Dağ gibi bir komandoydu. Şairin mısraları ne çok yakışıyordu bu kahramana;

 

“Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,

Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş, belli...”

 

Güç olan kahramanca ölmek değil, kahramanca yaşamaktır.  C. ŞAHABETTİN

 

Elindeki tüfeğine, yavuklusuna sarılır gibi sarılmış, ardına uçsuz bucaksız sınır boylarını almıştı. Göğsü gerilmiş bir abide gibiydi. “Yiğidini askere gönderirken sırt çantasına kefen koyacak kadar gözü pek anaların oğullarındandı.” Resmin arkasını çevirdim. Mürekkep yerine kan kullanılmış kelimeler büyüdü büyüdü gözlerimde. Yutkuna yutkuna okudum;

 

“Gittik! Bakmadık arkamıza. Vatan olmaya, bayrak olmaya, toprak olmaya gittik. Can yerine can almaya, kan yerine kan almaya gittik.  Şahadeti tatmaya, canı vatana katmaya gittik!

 

 Yastığımız mezar taşı

Yorganımız kar olsun

Biz bu yoldan döner isek

Namus bize ar olsun...”

 

Tüylerime kadar ürperip bu resme bir damla gözyaşı da ben akıttım. İleri gözetleyicisi Topçu Üsteğmen Mehmet Gönenç’in, ateş idare merkezindeki telsizinden duyulan son sözleri çınladı kulaklarımda;

 

“Düşman sağdan geliyor... Soldan geliyor... Piyade bölük komutanı şehit oldu... Yaralandım; ama kıymeti yok... Çember daralıyor... Düşman çok yaklaştı... Sarıldım... Taburun ateşini üzerime toplayınız... Vatan sağ olsun...”

 

Hey koca aslan! Senin de, vatanı sağ eden aziz ruhun şad olsun.

 

Çanakkale’ye gitmeyi kafasına koymuş fakat yaşları küçük olduğu için askere alınmamış beş Karadenizlinin hikayesi de unutmak mümkün değildi; “At arabalarını, kağnıları durdura durdura İstanbul’a varmışlar. Oradan da bir geminin ambarında gizlice Çanakkale’de cepheye ulaşmışlardı. Sormuşlar yaralı askerlere, bize en çok nerede ihtiyaç var diye. Seddülbahir demiş asker. Onlar da hemen yönelmişler denilen yere. Bir bakmışlar ki her yer şehit kanı. Çıkarmışlar ayakkabılarını buralara basmak ayıptır diye yalınayak varmışlar  kendi cephelerine…

 

Bir de pamuk nine varmış. Kocası dönmemiş cepheden. Sofraya her gün bir tabak fazladan koyarmış. Torunları dayanamamış bir keresinde; yapma nine, dedem öldü demişler de almışlar hemen cevaplarını. Dedeniz ölmedi, ya dönecek ya da şehit oldu yavrularım...” (Genelkurmay Başkanlığı sitesinden alınmıştır)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gençken bilgi ağacını dikmezsek, ihtiyarlığımızda gölgesinde barınacak ağacımız olmayacaktır. CHESTERFİELD

 

 



Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.