Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1832
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10791
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 756
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
SEVR`DEN KOPENHAG`A PARÇALANAN TÜRKİYE

 

 

 

                              LOZAN’DA AZINLIKLAR İLE İLGİLİ                                                                                                                                                                                                                      

 

                      OLUŞTURULAN STATÜ VE BUNUN TÜRKİYE’NİN                                                                       

 

                          MİLLİ BİRLİK VE BÜTÜNLÜĞÜ AÇISINDAN

         

                                                        ÖNEMİ

 

I. AZINLIK VE ETNİK GRUP KAVRAMLARI

    İçinde yaşadıkları toplumdan çeşitli bakımlardan farklı olan gruplar her zaman var olduğu için, “azınlık” kavramı, insanların toplumlar halinde yaşamaya başladıkları dönemlerden itibaren görülen bir kavram olmuştur. Tarihi gelişim içinde azınlık kavramı, milletlerarası ilişkiler bakımından önemli bir kavram haline gelmiş ve gerek hukuki açıdan, gerek sosyo-politik açıdan çok çeşitli yorumlara tabi tutulmuştur. Zaman içinde teorik tanımlarla birlikte, çeşitli antlaşma ve yazılı hukuki, siyasi metinlerle kavrama çok çeşitli anlamlar yüklenmiştir. Azınlık kavramı, özellikle son yıllarda “etnisite” veya “etnik grup” kavramlarıyla birlikte anılmaya başlamıştır. Hatta, yeni araştırmaların bir çoğunda “etnik grup” kavramı “azınlık” kavramı yerine kullanır olmuştur.

    Azınlık ve çoğunluk kavramları uzun yıllar politik konuşma ve çalışmaların tamamlayıcısı olarak, fakat türetildikleri Latin kökenli “minör” ve “majör” kelimelerinin anlamlarıyla uyuşmayan manalarda kullanılmışlardır. Kullanımları, mesela İngilizce veya Fransızcada yer alan ve bu kökten türetilmiş kelimelerin ifade ettikleri manalarla da uyuşmamaktadır. Buna rağmen yeni bir anlamda kullanılmaları, yeni ihtiyaçlar ve durumlara çözümler bulmak için Ortaçağ Avrupa’sında geliştirilmiş politik fikir ve kurumlara dayanmaktadır. Görüldüğü gibi, kavramlar batı kaynaklıdır. Çoğunlukla, uzlaştırıcı ve temsili hükümet kavramlarından soyutlanamayan nitelikleri ifade amacıyla kullanılmışlardır.(1)

    Türkçe Sözlük’te kavram “bir topluluk herhangi bir nitelik bakımından ayrı ve ötekilerden sayıca az olanlar ya da bunların bu durumu, çoğunluk karşıtı, ekalliyet…Bir ülkede egemen ulusa göre ayrı soydan ve sayıca az olan topluluk…”(2) şeklinde tanımlanmıştır. Burada olduğu gibi, bazı tanımlarda “sayı” ön plana çıkarılırken, bazı diğer tanımlarda ise objektif bir takım öncelikler sıralanmaktadır; “Devletlerarası antlaşmalar hukukunda, özel bir himaye konusu olan azınlıklar, eski tarihlerden beri, belli bir ülkede yerleşmiş, fakat bünyesine girdikleri devletlerin halkından geleneksel olarak ırk, dil, din vb. bakımlardan ayrılan topluluklardır.”(3), “Bir ülkede egemen çoğunluktan soy, din, dil vb. bakımlardan ayrılan küçük topluluk..”(4)

    Ana Britannica ise, azınlık kavramını, “İçinde yaşadıkları toplumdan kültürel, etnik ya da ırksal özellikleri bakımından farklı olan topluluklar” olarak tanımlamaktadır.(5)

    Azınlık kavramını “sosyo-politik ve hukuksal” olmak üzere ikili bir tasnife tutarak inceleyen Prof. Dr. Baskın Oran, sosyo-politik açıdan kavramı şu şekilde tanımlamaktadır. “Çoğunluktan farklı özellikler taşıyan, sayı bakımından genellikle küçük olan ve kendini çoğunluktan farklı hissetmenin yanı sıra çoğunluk tarafından ezildiği kanısını taşıyan gruptur. Bu tanımda önemli olan “sayı” öğesi değildir. “Baskı” algılama öğesidir…” Hukuksal bakımdan “mutlaka vatandaş ( çünkü, vatandaş olmayan ‘yabancıdır’ ve bu da bambaşka bir hukuksal statü oluşturur) olması gereken azınlıkların statüsü ya ulusal yasalarla ya da uluslar arası antlaşmalarla saptanır. Bu saptama da bizi ‘uluslararası azınlık hakları’ kavramına götürüyor” diyerek, bu süreci anlatan Baskın Oran (6), bir grubun azınlık sayılabilmesi için yedi “ölçüt” sıralamaktadır.(7) Bunlar şu ölçütler veya özelliklerdir.

    “Birinci olarak, toplumun çoğunluğunu oluşturanlardan farklı olan ve onlardan ırk, din ve dil gibi noktalarda ayrılan bir grubun varlığı gereklidir. Grubu diğerlerinden ayırt ettiği gibi, onu bir bütün halinde birleştiren bu ortak özelliklerden birincisi (ırk) aslında, yalnızca renkleri siyah beyaz gibi farklı insanların bir arada bulunduğu durumlar dışında dikkate alınmayabilir. Irk kavramının bilimsel olarak ele alınmasının pek güç olmasından doğan bu durumun yanı sıra, adından metinlerde pek söz edilmeyen başka bir kavram,’tarihsel azınlıklar’ kavramı, daha anlamlı gözükebilecektir. Gerçekten ırk, din ve dil öğelerinin azınlık guruplarını çoğunluktan ayırt etmediği durumlarda tarihsel süreçten başka bir neden bulmak zor olmaktadır.

    “İkinci olarak, sayısal boyut dikkatimizi çekmektedir. Irk, din, dil gibi öğelerle birbirine bağlanan ve çoğunluktan ayrılan azınlık guruplarının sayısı da önemlidir. Bu sayı, gelenek görenek meraklısı bir avuç insanla sınırlı olmamalı, grubun gelenek ve özelliklerini kendi başına koruyabilecek bir sayıya ulaşabilmelidir. Azınlık statüsünün böyle bir avuç insana tanınması ve eğitim gibi alanlarda özel koruma önlemlerinin alınması, devletin kaynaklarının ölçüsüzce zorlanması anlamına gelebileceğinden, böyle durumlarda harcanan çaba ile sağlanacak yarar arasında makul bir oran olması aranacaktır. Buna karşılık, azınlık grubu  çoğunlukla nerdeyse baş başa gelecek kadar kalabalık da olmayacaktır. Yoksa, bir azınlık çoğunluk ilişkisinden değil, bir arada yaşamaya zorunlu kalan toplumlardan söz etmek daha doğru olur. Bu arada azınlık, azınlık grubunun ülkedeki coğrafi dağılımının önemli olmadığını, örneğin ABD’deki siyahların kim bölgelerde çoğunluğu sağlamasının onların bir azınlık olduğu gerçeğini değiştirmeyeceğini de eklemek gerekecektir.

    “Üçüncü olarak, söz konusu azınlık grubun ülkede başat (dominant) olmaması gerekir. Öyle sayıca azınlıkta kalan gruplar vardır ki, korunmaları şöyle dursun, ülkenin çoğunluğunu onlardan korumak gerekebilir.”

    Dördüncü olarak, ancak söz konusu ülkenin yurttaşı olan kişiler azınlık kavramına girebileceklerdir. Başka ülkenin uyruklar, örneğin yabancı işçiler azınlık değil, apayrı bir kavram olan ‘yabancı’ statüsündeki kişilerdir.

    Beşinci olarak,  bu ülke yurttaşlarının kendi devletlerine sadakatle bağlı olmaları, ayrılarak başka devlet kurma gibi onu parçalayacak eylemlerden kaçınmaları gerekmektedir. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun kurmuş olduğu Ayrımların önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt-Komitesi, azınlıkları uluslararası korunması amacıyla yapılacak azınlık tanıma beşinci oturumunda bu noktayı da eklemiş bulunmaktadır.

    Bu nesnel ölçütlerin yanı sıra, altıncı olarak öznel bir ölçütü de getirmek gerekmektedir. Bu da ‘azınlık bilinci’ dir. Ortak ayırıcı özellikleri olan ve sayıca azınlıkta olan bir grup, ancak bu özelliklerini ve niteliklerini korumak ve sürdürmek isteğine sahipse azılık olarak anılabilir. Nasıl sınıf bilinci olmadan sosyal sınıf olmazsa, azınlık bilinci olmadan azınlık da olmaz.

    Son olarak, azınlığın kendini azınlık olarak görmesinin de yetmeyeceğini, çoğunluğun da onu öyle görüp, buna uygun olarak davranmasının gerekli olduğunu söylemek gerekecektir. Başka bir deyişle, azınlık kavramı, ancak kendisine uygulanan bir ‘baskı’ varsa ortaya çıkabilecektir. Baskı öğesinin nesnel olarak bulunmadığı yerde azınlık kavramından değil, ’farklı grup’ kavramından söz etmek daha doğru olacaktır.

    Prof. Dr. Baskın Oran’ın sıraladığı bu ‘ölçütler’ de de görüldüğü gibi, azınlık kavramı sadece ‘sayı’ ile ilgili bir durum olmayıp, içinde yaşanılan toplumlardan kültürel, tarihi ve sosyolojik hatta, psikolojik bir farklılaşma ve aynı amanda bununla ilgili bir bilinçtir.(8)

    Günümüz dünyasında toplumsal anlayış ve toplumsal yapıda meydana gelen büyük dönüşüm ve değişimle birlikte “ aynı mantıksal halk kategorisi farklı okunmakta, geçmişin azınlık terimi bugün etnik grup olarak ele alınıp, farklı bir şekilde değerlendirilmektedir. Geçmişin ırk ve ulus paradigmasından sonra bugün artık etnik grup paradigması yaygın şekilde kullanılmaktadır”.(9) Dr. Aytekin Yılmaz, konuyla ilgili eserinde “etnik grup” kavramını “azınlık” kavramı yerine koyarak kullanmakta ve “etnik” kavramını şu şekilde açıklamaktadır. “Aralarında biyolojik olarak bir farklılık bulunmamasına rağmen, insanlar, etnik kökene dayalı olarak kendileriyle diğer insanlar arasında farklılık görmekte, etnik grup fikri ise biz ve onlar, grubun içindekiler ve dışındakiler ayrımını içermekte, en kuvvetli anlamında, üyeler için kaderlerin ortak bağlılığı ve ortak yazgıyı ifade etmektedir. Kavram eski Yunancada halk (people) anlamına gelen ethnos kelimesinden türeyen ethnik kelimesiyle ifade edilmekte, etnik grup da kişilerin aynı halk olma duygusunu paylaştıkları veya kendilerini özdeşleştirdikleri, geri alınmaz bir bağlılık duyguları ve anlamlı bir tarihi gelenekle ortak kökleri olan insanlar olarak tanımlanmaktadır.”(10)

    Etnik ve azınlık kavramlarının temelde “sosyolojik”  açıdan belirlenmesi gerektiği üzerinde duran Prof. Dr. Orhan Türkdoğan konuyla ilgili önemli eserinde (11)  şunları söylüyor;

 Etnik farklılaşma, her şeyden önce, bir toplum içindeki azınlık ve çoğunluk ayrımıyla yakından ilgilidir. Bir milletin siyasal denetiminde kendi milliyet grubu egemen ise, fert bir çoğunluk grubunun üyesi; eğer ferdin mensubu bulunduğu milliyet grubu egemen değilse, o zaman bu fert azınlık grubu üyesi sayılır. Amerikan sosyolojisine göre, bu anlamda etnik grubu belirleyen ilkeler daha ziyade egemen ve azınlık grupları arasındaki ilişkilere dayanır. Böyle bir ilişkide Sadece azınlık grubu etnik grup olarak kabul etmek sosyologlar arasında tercih görmektedir. Bazıları, özellikle T. Parsons etnik grubu; ‘Ortaklaşa bir soydan veya aynı gruptan geldiklerini kabul eden akrabalık gruplrının bir araya toplanması’ olarak tanımlar. Parsons, akrabalık gruplarını toplum içinde belirli bir sınıflama sonucu olarak incelerken, etnik grupları bu tip akrabalık türünün bir niteliği kabul eder. Mac İver ise, umumiyetle ister karmaşık isterse tecrit edilmiş bir toplumda olsun, etnik grubun üyelerini, bir kuşaktan diğer kuşağa aktarılan ve aynı toplumsal ve kültürel geleneğe ortak olan topluluklar olarak belirler. Bu tanımda esas unsur, sürdürülen ortaklaşa sosyal ve kültürel geleneklerdir. Sadece çoğunluk azınlık ilişkileri değildir. Nitekim, azınlık da bir sosyal grup tipidir. Bu anlamda C. F. Marden, Amerika’nın da bir azınlık niteliğine sahip olabileceği kanısındadır. Keza, günümüz sosyologlarından A. Gren de benzer görüşleri savunmaktadır; ‘Dil, sadakat, mizaç ve mannerizm de kendine özgü hayat tarzını bir dereceye kadar koruyan yabancı bir gruptur.’ Bu anlamda etnik bilinç; ‘Belirli bir gruba duyulan Kültürel ve ırki bir sempatidir.

    “…Tanınmış sosyolog Ptirim Sorokin, milliyet gruplarıyla etnik grupları aynı anlamda tanımlamaktadır. Ona göre, ‘aynı dili konuşan ve aynı kültür değerlerine ortak olan fertler milliyet veya etnik grubu teşkil ederler.’ Görülüyor ki, etnik grup Sorokin’de bir anlamda milliyet grubudur da. Aynı çizgide yürüyen A. M. Rose ise milliyet gruplarını: ‘Ayırt edici bir kültür, ayırt edici bir tarih yolu ve ayırt edici bir duygu’ olarak tanımlamaktadır. Hatta, ona göre ayırt edici dil de milliyet ile birleşebilir. Bu anlamda olmak üzere Sorokin: ‘Devlet yönetimimde, adli kurumlarda, okullarda ve din tesislerinde milliyetlerin başlattıkları eşitlik için mücadeleler, aslına dillerin eşitli için yaptıkları mücadeleler ile başlar’ demektedir.

    “Lynn Smith, ABD azınlık gruplarını sıralarken beşli bir kategori kullanmaktadır: 1) Irki Gruplar (azınlık grubu) Zenciler ve Hintliler; 2) Kültürel Gruplar (Loisiana Fransası, Pensylvania Hollandası; 3) Milliyet Grupları (İtalyanlar, İsveçlre); Dini Gruplar (Yahova Şahitleri ve Yahudiler); 5) Yahut bunların kombinasyonları. Görülüyor ki, azınlık şemsiyesi altında Amerika Birleşik Devletleri’nde soy (ırk), kültür, milliyet ve dini unsurlara dayalı bir ayırım ön plana çıkarılmaktadır. Zaten Amerikan sosyolojisine göre, azınlık bir nitelik değil bir nicelik meselesidir. Sosyoloji ve antropoloji sözlüklerine göre azınlık, herhangi bir grubun yanında daha azı temsil edendir. Uygulamada azınlık, çoğunlukla bir toplumun yan bölümlerini belirler. Etniklik ise, hem soy hem de milliyet birliği anlamında kullanılır.” (12)

    Yukarıdaki bütün görüşler ve tanımlamalar bize göstermektedir ki, “Azınlık” ve “etnik grup” kavramları, son derece esnek ve girift bir oluşumu ifade etmektedir. Fakat, ortaya çıkan gerçek şudur ki, bu iki kavram veya olgu tek bir unsurla belirlenemez. Bu nedenle, modern sosyoloji açısından etniklik anlayışı, yeni ve deneyime dayalı görüşleri içermektedir. Dünyanın birçok kısmında insanlar deri rengi saç dokusu, çeşitli yüz şekilleri, kafa biçimleri gibi ırki özellikleriyle farklılıklar gösterirler. Bu tür doğuştan gelen özellikler “soy” olarak belirlenmektedir. Buna karşılık dil, din, iktisadi düzenlemeler, hükümet, beslenme alışkanlıkları, elbise şekilleri ve aile kalıplarıyla dünya üzerindeki insanlar “kültürel ayrılıkları” sergilerler. Kültürel uygulamalardaki bu farklılıklardan ötürü bu insanlara etnik gruplar denilmektedir. Antropolojistler de hemen hemen aynı görüşte birleşmektedirler. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, etnik grup niteliği, daha çok azınlıkta kalan grubun göze çarpan genel kültür özelliğidir. Burada dil, din, kültürel ayrılıklar, aile kalıpları, beslenme şekilleri ve giyim kuşam farklılaşmaları önemli etkenlerdir. Bir anlamda etniklik, aynı

Dili konuşan ve aynı kültüre sahip olan insan grubudur.(13)

 

II. LOZAN ANTLAŞMASI VE AZINLIKLAR SORUNU

    Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin milletlerarası camiada hür, müstakil bir yeni devlet olarak hukukunu belirleyen Lozan Antlaşması’dır. Lozan Antlaşması, ilki 21 Kasım 1922 – 4 Şubat 1923 (iki buçuk ay), ikincisi de 23 Nisan 1923 – 24 Temmuz 1923 (üç ay) tarihleri arasında olmak üzere iki dönemde toplanmıştır.

   Lozan’da Türkiye’yi baş delege olarak İsmet İnönü’nün bulunduğu, Sağlık Bakanı Dr. Rıza Nur ve Maliye Bakanı Hasan Bey (Saka)’in de üye olarak katıldığı kalabalık bir heyet temsil etmiştir. Ankara Hükümeti, konferansa giden heyete 14 maddelik bir talimat vermiştir. “Başbakanlık Kararı” bu talimatın 8 ve 9’uncu maddeleri Gayrimüslimlerle (Azınlıklarla) ilgilidir. 8’nci madde, “Kapitülasyonlar kabul edilemez, mütarekelerin kesilmesi lazım gelirse yapılır”, 9’uncu madde ise Ekalliyet” (Azınlıklar); Esas mübadeledir” şeklinde idi. Atatürk Fener Rum Patrikhanesi’nin de yurt dışına çıkarılmasını istiyordu.

    Lozan Konferansı’nda azınlıklar sorunu, Birinci Komisyon’un beş ve Azınlıklar Alt-Komisyonu’nun on altı toplantısında görüşülmüş ve hararetli tartışmalara neden olmuştur. Öyle ki, İsmet Paşa daha konferansın başında Ankara’ya gönderdiği raporda “ekalliyetler ve Hıristiyanlar gibi mesailde bilhassa Amerikalıların iştiraki ile şiddetli müşkilat göreceğimizi tahmin ediyorum” (14) diyerek, azınlıklar konusunda başta İngilizler olmak üzere diğer devletlerin gösterdiği sert ve ısrarlı tavrı ortaya koyuyordu.

    Konunun esasen özel olarak ele alındığı Azınlıklar Alt-Komisyonu 14 Aralık Perşembe günü Uşi (Ouchy) Şatosu’nda saat 11’de çalışmalarına başladı. Sekreterliğini Fransız Lagande’nin yaptığı ve Başkanlığa İtalya temsilcisi Montagna’nın oy birliği ile seçildiği; Türkiye adına DR. Rıza Nur Bey, Mustafa Şener Bey, Şükrü Bey’in görüşmeleri yürüttüğü Azınlıklar Alt-Komisyonu’nda (15), ikinci oturum (15 Aralık 1922)’dan başlamak üzere, sonuna kadar sorunun “adı” konusunda çok şiddetli tartışmalar cereyan etmiştir. Genel olarak karşı tarafın sadece “azınlık” kavramını antlaşmaya sokmaya çalışmasına rağmen Türk temsilcileri,”Gayrimüslim (Müslüman olmayan) azınlıklar” kavramında ısrar etmiştir.

    Konuyla ilgili tartışmalara geçmeden önce şunu belirtelim ki, çok basit bir olay gibi görünen ve hatta İngiliz heyetinden Sir Andrew Ryan tarafından “ayrıntıya ilişkin” olarak değerlendirilen (16) tartışmalar, her iki tarafın politikaları ve beklentileri bakımından, yeni kurulan “Milli Devlet” Türkiye Cumhuriyeti’nin bu temel niteliği ve Milli Birlik ve Ülke Bütünlüğünü; İngiltere’nin de doğrudan Orta doğu’daki çıkarlarını ilgilendiriyordu.

    İngiltere, özellikle Musul petrollerinin kontrolleri açısından bölgedeki Kürtler üzerinden politika yapıyordu. Daha Mondros Mütarekesi öncelerinde başlayan bu konudaki İngiliz faaliyetlerinin (17) bir uzantısı olarak Lozan Konferansı’nda İngiltere; Türkiye Müslümanları arasında dil ve ırk ayrımı yaparak, özellikle Kürtleri ayrı tutmak,(18) onları da azınlık statüsüne sokmak için çalışmıştır.

    Türkiye ise, daha Misak-ı Milli’de Arap olmayan Osmanlı Müslüman çoğunluğunun oturduğu toprakları amaç edinirken özellikle Kürtleri kastettiği gibi; Lozan’da da Müslüman olmayanların dışındakilere azınlık niteliği ve hakları tanımaya yanaşmadı. Türkiye, ülkesindeki Müslümanların çeşitli unsurları arasında ne kurumsal olarak, ne de uygulamada herhangi bir ayrım gözetmediğini, dolayısıyla Türkiye’de Müslüman azınlıklardan söz edilemeyeceğini savunmuştur.

    İngiltere, Antlaşmaya hiç değilse “bütün azınlıklar” deyimini sokmaya çalışmış (19), fakat başarılı olamamıştır.

    Görülüyor ki, Türkiye Cumhuriyeti açısından sorun basit bir kavram tartışmasının çok ötesinde hayati bir önem arz ediyordu. Sorun, büyük bir mücadele sonucunda kurulan yeni devletin “merkez-milli (ünite)” kimliği, “ülkenin parçalanmaz bütünlüğü” ve “milletin bölünmez birliğini”  ilgilendiriyordu. Kaldı ki, tartışmalar tutanaklardan incelendiği zaman görülmektedir ki, bu bakımdan söz konusu olan sadece Kürtler de değildir. İngiltere’nin “ayrımcı” ve “bölücü” politika ve hedeflerini çok iyi teşhis eden Azınlıklar Alt-Komisyonu Türk Heyeti Başkanı Dr. Rıza Nur, hatıralarında bu konuda şunları söylemektedir.

    “Frenkler ekalliyet diye üç nevi biliyorlar; Irkça ekalliyet, ilce ekalliyet, dince ekalliyet. Bu bizim için gayet vahim bir şey, büyük bir tehlike. Aleyhimize olunca şu adamlar ne derin ve ne iyi düşünüyorlar… Irk tabiri ile Çerkez, Abaza, Boşnak, Kürt, ilh…yi, Rum ve Ermeni’nin yanına koyacaklar. Dil tabiri ile Müslüman olup başka dil konuşanları da ekalliyet yapacaklar. Din tabiri ile halis Türk olan bazı Türkmen boylarını da ekalliyet yapacaklar. Yani bizi hallaç pamuğu gibi dağıtıp atacaklar. Bu taksimi işittiğim vakit tüylerim ürperdi. Kıllarım sanki birer kazık oldu. Bileklerimi sıvadım. Bütün kuvvetimi bu tabirleri kaldırmaya verdim. Pek uğraştım, pek müşkülat ile fakat kaldırdım…”(20)

    Dr. Rıza Nur’un da açık bir şekilde anlattığı bu konuyla ilgili zorluklar, İsmet Paşa’nın tahmin ettiği gibi daha Alt-Komisyon toplanmadan başlamıştı. İsmet Paşa, 13 Aralık 1922 tarihli raporunda “bugünlerde ekalliyetler sebebiyle vaziyetin buhranlı olduğunun ehemmiyetle nazar-ı dikkate alınmasını rica ederim (21) diyordu.

    Azınlıklar Alt-Komisyonu’nun ikinci oturumu (15 Aralık 1922)’nda Komisyon Başkanı Montagna, “Birinci Komisyon’daki genel görüşmeler sırasında, azınlıkların korunmasına ilişkin Avrupa Antlaşmaları’nda kabul edilen ilkelerin, antlaşmalara temel olarak alınacağını daha önceden bildirmişti” diyerek (22) komisyonun “çalışma planındaki ikinci noktayı” açıklayınca; Rıza Nur Bey, bu sözlerin ne anlama geldiğini hemen kavrayarak, “Türkiye’de din azınlıkları bulunduğunu, fakat soy (ırk) azınlıkları bulunmadığını, böyle olunca Türk Temsilci Heyeti’nin soy ya da dil azınlıklarının korunması ilkesini kabul etmediğini” (23) belirtmiştir.

   Komisyon tutanaklarına göre, Montagna’nın, “soy azınlıklarının varlığının bir gerçek olduğunu” söylemesi üzerine Rıza Nur Bey, “Türkiye’de yalnız Türklerin ve Kürtlerin bulunduğunu; Kürtlerin, kaderlerinin Türklerin kaderleriyle ortak olduğu görüşünde olduklarını, azınlık haklarından yararlanmak istemediklerini” ifade ederek şöyle devam etmiştir: “Museviler de bu çeşit haklar isteğinde değildirler. Yalnız Rum azınlıklar bunları istemektedirler.” Bunun üzerine İngiliz Temsilcisi Sir Horaca Rumbold, “Türklerin Ankara Misak-i Milli’sine göre, azınlıkların korunması için Avrupa Devletleri arasında yapılmış anlaşmalardaki ilkeleri kabul etmeyi yükümlenmiş olduklarına” işaret ederek kavram üzerindeki ısrarlarını sürdürmüşse de; Rıza Nur Bey, “soy azınlıkları” (minorities de race) terimine ilişkin çekincesinden vazgeçmemiştir. (24)

    Görüldüğü gibi, İngilizler Misak-ı Milli’nin maddelerini söz konusu ederek, orada sadece “azınlıklar” kavramının geçtiğini, bunun da kendi görüşlerini desteklediğini söyleyerek Türk Heyetine baskı yapmaya çalışıyorlardı. Bunun üzerine Alt-Komisyon’un 18 Aralık 1922 günkü oturumunda, Müttefiklerin tasarısının görüşülmesini teklif eden Başkan Montagna’dan söz isteyen Rıza Nur Bey, ayrıntılara girmeden, konunun tümü üzerinde bir konuşma yapmak istediğini söyleyerek bir bildiri okumuştur. Rıza Nur burada, “tarih, Türkiye’de azınlıklar sorununa her zaman Müslüman olmayanların konu olduklarını göstermektedir; bu yüzden, biz Misak-ı Milli’mizde bu kelimeyi bu anlamda anladık ve Alt-Komisyon’a sunmakla onur duyduğumuz tasarıda bu anlamda anlamaktayız.” (25) diyerek meseleyi açıklığa kavuşturmuştur.

    Kavramla ilgili tartışmalar bununla da bitmedi. Aynı oturumda Fransız Temsilcisi M. Laroche’un Yunan ve Türk heyetlerince de uygun bulunan teklifi üzerine, bu tartışmanın  sonraya bırakılması, “Müttefik Tasarısı”nın madde madde görüşülmesi ve “Türk Tasarısı” maddelerinin de bununla karşılaştırılabilmesi kabul edildi.

    !5 Aralık 1922 tarihli, 3 Sayılı Tutanağa Ek olarak Komisyon’a sunulan “Müttefik Temsilci Heyetlerince Sunulan Azınlıkların Korunmasına İlişkin Tasarı”da kavram değişik maddelerde şu şekilde idi: “…din ve dil bakımından etnik azınlıklardan olan kimselerin…(Madde4); din ya da dil bakımından etnik azınlıklardan olan Türk uyrukları…(Madde 7); Türkiye’deki soy, din, dil azınlıklarından her biri için…bu azınlıkların…(iki defa)…azınlıkların…azınlıklara…(Madde 8); Hıristiyan ya da Musevi dininden Türk uyrukları…(Madde 9);…Müslüman olmayan Türk uyruklarına…(Madde 11)” (26)

    3 Sayılı Tutanağa Ek (b) olarak Komisyon’a sunulan 18 Aralık 1922 tarihli “Türk Temsilci Heyetinin Sunduğu Tasarı” ise, toplam sekiz maddeden oluşuyordu. Bu tasarının tamamında kullanılan konuyla ilgili kavram “Müslüman Olmayan (Gayrimüslim) Azınlıklar” şeklindeydi. (27)

    Kavramla ilgili tartışmalar Alt-Komisyon’un 19 ve 20 Aralık 1922 günkü oturumlarında da devam etti. !9 Aralık’ta yapılan oturumun sonuna doğru söz alan Rıza Nur, “azınlık” teriminin açıklanması isteğinden vazgeçmediğini bildirdi. Yaptığı konuşmada, “Türkiye’de Müslüman azınlıklar olmadığı için”,  bu noktada çok direndiğini ifade ederek, “Türkiye-Suriye sınırında birkaç Arap kabilesi varsa da, bunlar, aslında göçebedirler ve sınır bounca, sınırın aynı zamanda hem ötesinde hem de berisinde yaşarlar. Kürtlere gelince, bunlar, Türk halkına tüm bağlıdır ve onlara özel bir koruma sağlamak için kaygılanmak söz konusu değildir” dedi. (28)

    20 Aralık günü Başkan Montagna’nın Türk Temsilcisi Heyeti’ne kavram konusundaki tutumunu değiştirip değiştirmediğini sorması üzerine, Rıza Nur Bey, azınlıklar sorununun hem kavramsal hem de içerik boyutu ile ilgili olarak okuduğu bildiride şu önemli hususlara işaret etti: “Müttefiklerin tasarısı Müslüman Azınlıklardan söz etmektedir; oysa, Türkiye’de bu gibi azınlıklar söz konusu olamaz; Çünkü, tarihsel gelenekler, moral düşünceler, görenekler, gelenekler, Türkiye’de yaşayan Müslümanlar arasında tam bir birlik yaratmaktadır. Üstelik, aile hukuku, siyasal haklar, yurttaşlık hakları ve öteki haklar açısından bütün Müslümanlar, aralarında hiçbir ayrım olmaksızın ülkenin hükümetine ve yönetimine tam bir eşitlik içinde katılmaktadırlar… Kaldı ki, bağımsız her Müslüman hükümette kural-dışılık olmaksızın bütün Müslümanlar, çoğunluğun yaşantısını ve ülkeyi yöneten yasayı birlikte düzenlerler. Bundan şu çıkmaktadır ki, Müslüman bir ülkede, Müslüman bir azınlık var olamaz ve bu sözde azınlık, çoğunlukla aynı şeydir. Böyle olunca, bize teklif edilen ülkemizde yaşayan çoğunluğun kendi hakları ve özgürlüklerine ilişkin olarak, yükümler altına girmeyi kabul etmesini istemek anlamına gelmektedir. Oysa açıkça bellidir ki, bir ülkede çoğunluk böyle bir yükümü uluslar arası bir belgeye kendi eliyle sokmaya razı olama. Müslüman olmayanlara gelince, biz onlara bu son yıllar boyunca yapılmış antlaşmalarda yazılı ve çağdaş ilkelere tümüyle uygun olan bütün hakları tanımaktayız…”(29)  

   Bu bildiri ile Rıza Nur Bey, “Müslüman olmayan Azınlıklar” teriminin istenmemesi halinde, İngiliz Temsilci Heyeti’nin Başkanı Lord Curzon’un Üçüncü Komisyon’un ilk oturumunda kullandığı “Hıristiyan Azınlıklar” teriminin kabul edilmesi gerektiğini teklif etmiştir. Fakat, bu kavramla ulaşmak ve uygulamak istedikleri politikalara yukarıda işaret edilen Müttefikler, bu aşamada değişikliğe kesinlikle yanaşmadılar. Mesela, Sir Horaca Rumbold, Müttefiklerin teklif ettiği metin kabul edilmezse, ancak “bütün azınlıklar” (toutes les minorités) teriminin kabul edilebileceğini, “Müslüman olmayan Azınlıklar” terimini hiçbir vakit kabul etmeyeceklerini söylemiştir. (30)

    Türk Heyeti’nin ısrarlı ve kararlı tutumu karşısında, 23 Aralık 1922 oturumundan itibaren Müttefiklerin Türk görüşünü kabul ettikleri görülmektedir. Mesela Laroche ve Ryan, tasarı üzerinde yaptıkları konuşmalarda artık “azınlıklar” terimi yerine “Müslüman olmayan Azınlıklar” kavramını kullanmışlardır.(31) Aynı oturumun sonunda Montagna, “Azınlıklar korunmasına ilişkin maddeleri Alt-Komisyon’un görüşmelerinden sonuca göre” okudu.Montagna’nın okuduğu ve 9 Sayılı Tutanağa Ek olarak yayınlanan hem “Müttefik Tasarısında 8 nci Maddenin Yeni Metni (EK-A)”, hem de “Azınlıkların Korunmasına İlişkin Maddeler Tasarısı (Ek-B)” nda “Müslüman olmayan Azınlıklar” kavramı (bazı maddeler hariç) kabul edilmişlerdir.

    Nitekim İsmet Paşa, 24 Aralık 1922 tarihli raporunda Heyet-i Vekile Riyaseti’ne bilgi verirken daha birinci maddede, “Bugün (23 Aralık 1922) tali komisyon’da Rıza Nur Bey ekalliyetleri çalıştı. Ekalliyetlerin yalnız Gayrimüslüm tabirine şumülünü kabul ettirdik…” (32)”

    Sonuçta, Türk Heyetinin gayretleriyle Antlaşma metnini “Kesim III. Azınlıkların Korunması” başlığını taşıyan 37-45’inci maddelerinin hepsindeki düzeltmeler, “Gayrimüslim” veya “Müslüman Olmayan” azınlıklarla ilgili olarak yapılmıştır. 45’inci Madde ile, diğer maddelerle Türkiye’deki Gayrimüslim azınlık için tanınan haklar, aynen Batı Trakya Müslüman Türk ahali için de kabul edildi. Mütekabiliyet, karşılıklılık ilkesi benimsendi. Antlaşmanın hem orijinal Fransızca, hem de Türkçe resmi çevirisi (Düstur’da Fransızca’sı ile birlikte)nde Madde 45. aynen şöyledir: “İş bu fasıl ahkamı ile Türkiye’nin gayrimüslim akalliyetleri hakkında tanınan hukuk, Yunanistan tarafından dahi kendi arazisinde bulunan Müslüman akalliyet hakkında tanınmıştır.” (33) Şu halde, 37-45 nci Maddeler içeren “FASIL III. AKALİYETLERİN HİMAYESİ” (SECTION III. PRETECTION DES MINORITES) başlıklı fasıl ile sadece “Türkiye’nin Gayrimüslim Akalliyetleri” söz konusudur. Yani antlaşmanın bütün maddeleri genel anlamda sadece “Gayrimüslim Azınlıkları” ilgilendirmektedir. Böylece Müttefiklerin, sadece “Azınlıklar” tabiri ile ilerideki menfaatlerini düşünmeleri; mesela, Kürtleri kullanarak Türkiye’nin milli birlik ve bütünlüğünü, üniter yapısını bozmaya yönelik çalışmaların alt yapısını oluşturma gayretleri boşa çıkartılmıştır.

    Bütün bu gelişmeler dikkate alındığı zaman şunu rahatlıkla söylemek mümkündür: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslararası hukuka göre bağımsızlığının tescil edildiği ve halen yaşayan bir antlaşma olan Lozan’a göre; burada oluşturulan siyasi-hukuki statüye göre, Türkiye’de sadece Gayrimüslim azınlıklardan bahsetmek mümkündür. Bunlar da, Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerdir. Bu unsurların dışında bulunan ve bu devletin kuruluşunda rol oynayan ve sınırları içinde yer alan bütün unsurlar Türk’tür ve devletin asli, egemen unsurudur.

    Bu siyasi-hukuki statü, sosyolojik esaslara da dayanan bir oluşumu ifade ediyordu. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, sosyolojik anlamda bunu şu şekilde değerlendirmektedir: “Ülkemizde Yahudi, Ermeni ve Rum gibi hâkim grupta sayı bakımından üstün olmayan azınlıklar yanında Polonez, Süryani ve onun kasıtlı çoğaltılan türevleri (Yakubiler, Aramiler, Keldaniler, Nesturiler, Asuriler, Araplar ve Çingeneler) dışında başkaca azınlıklar düşünmek mümkün değildir. Bunlar dışında türetilmeye çalışılan tüm gruplar, dince, dilce ve kültürce egemen toplumun ayrılmaz parçasıdırlar.” (34)

    Konferans’ta Türk Heyeti’nin uğraştığı en önemli konulardan bir tanesi de Fener Rum Patrikhanesi’nin yurt dışına çıkartılması olmuştur. Atatürk, Lozan Konferansı’nın ilk dönem görüşmelerinin yapıldığı sırada 25 Aralık 1922’de Le Journal Gazetesi Muhabiri Paul Herriot’ya Çankaya’da verdiği demeçte Patrikhane ile ilgili olarak şunları söylüyordu: “Azınlıklara gelince, bu konuda değiş tokuş ileri sürmüştük. Öbür devletlerin temsilcileri de bu konuda bizim fikrimizi izlemişler ve onaylamışlardı. Ama bir fesat ve hıyanet ocağı olan, ülkede ayrılık ve uyuşmazlık tohumları saçan, Hıristiyan hemşehrilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluk ve felaket simgesi olan Rum Patrikhanesi’ni artık topraklarımızda barındıramayız. Bu tehlikeli örgütü ülkemizde tutmamız için ne gibi bir vesile ve nedenler ileri sürülebilir? Türkiye’nin Rum Patrikhanesi için topraklarında bir sığınak göstermeye ne zorunluluğu vardır? Bu fesat yuvasının gerçek yeri Yunanistan değil midir?” (35)

    Türk Heyeti Konferans’ta Patrikhane’nin yurt dışına çıkartılması konusunda bütün gayretlerine rağmen istenen başarıyı elde edemedi. Lord Curzon’un önerisi uygun bulunarak, Patrikhane’nin sadece dini işlerle uğraşan bir “dini makam” olarak, İstanbul’daki Rum azınlığın “azınlık kilisesi” olarak kalması kabul edildi. Ayrıca konferansta “ahali mübadelesi” de kararlaştırıldı. (36)

    Lozan’da belirlenen esaslar çerçevesinde 1923-1928 yılları arasında “Nüfus Mübadelesi” yapıldı. Buna göre Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinden önce İstanbul’a yerleşen Rumlar “etablis” (yerleşik) sayıldı. İstanbul’daki bu Rumların dışında Anadolu’nun diğer yerlerinde yaşayan Rumlar Yunanistan’a göç ettirildi. Batı Trakya’da yaşayan Türkler dışında Yunanistan’da yaşayan Türkler de Türkiye’ye göç ettiler. “Büyük Mübadele” olarak da bilinen bu nüfus değişiminde Türkiye’den Yunanistan’a 1.100.000 ile 1.200.000 Rum göç etti. Yunanistan’dan Türkiye’ye ise 450.000 ile 500.000 civarında Türk geldi. (37)

    İstanbul’da kalan Rum azınlık, tarihi süreç içinde gelişen olaylar sonucunda zaman zaman Türkiye’den Yunanistan’a ve adalara göçe devam etmiş, bugün için nüfusları 1.500 ile 2.000 civarına inmiştir. Rum azınlığın, 93 adet dini kurumu, 53 adet eğitim kurumu ve okulu, 16 adet de sosyal amaçlı kuruluşu bulunmaktadır. Rumlar, Milletlerarası antlaşmaların ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hukuk sisteminin sağladığı hakları ve imkânları kullanarak rahat bir hayat sürmektedirler. Rumlarla ilgili durum Ermeniler ve Yahudiler için de geçerlidir.

    Lozan Barış Konferansı’ndan üç yıl sonra 1926’da Türkiye Cumhuriyeti’nin Medeni Kanun’u kabulünden sonra, zaten Lozan’da verilen bazı azınlık hakları otomatik olarak ortadan kalkmıştır. Yahudiler 15 Eylül 1925, Ermeniler 17 Ekim1925, Rumlar 27 Kasım 1925 tarihlerinde yaptıkları müracaatlarla, “aile hukuku” ve “kişi hukuku” açısından farklı bir işleme tabi olmak istemediklerini belirtmişlerdir. Bunun Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından yaklaşık iki yıl sonra meydana gelmesi; Türk Devleti içinde ve Türk insanıyla birlikte yaşadıkları sürece Gayrimüslim azınlıkların her hangi bir hukuki kayıt olmaksızın da tabii haklarına sahip olabileceklerine inanmış ve bu konuda tecrübeleri olduklarının bir delili olsa gerekir. Bu gelişmeler, Lozan görüşmelerinde başta İngiltere olmak üzere Batılı devletlerin hangi amaçlarla azınlık sorununu canlı tutmak arzusunda olduklarını açıkça göstermektedir. Amaç, azınlık haklarını bahane ederek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi “vesayet” altına almaktır. (38)

 

III. AZINLIKLAR SORUNU VE TÜRKİYE’NİN BUGÜNKÜ POZİSYONU

   Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Merkezi-Milli (Üniter), Demokratik, Laik bir Cumhuriyet olarak, bugün, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nın 1975 Helsinki Belgesi, 1990 Kopenhag Belgesi ve bunları aynen kabul eden Avrupa Konseyi’nin 1993 Viyana Zirvesi’nde hazırlanan ve 10 Kasım 1994 Bakanlar Komitesi’nin 95 nci oturumunda kabul edilerek, 1 Şubat 1995’te imzaya açılan “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi” gibi altına imza attığı bütün azınlıklarla ilgili uluslar arası antlaşmalara Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler bakımından taraftır. Kürtler bakımından taraf değildir. Bu statünün siyasi ve hukuki bakımdan korunması, milli birlik ve bütünlüğümüzün korunması anlamına gelir. Bu aynı zamanda Devletimizin yaşatılması iradesini de ifade eder. Nitekim, Türkiye AGİK Kopenhag Belgesi’nin kabulünden sonra, Yunanistan, Bulgaristan ve Almanya’nın yaptığı gibi, Yürütme Sekreterliği’ne gönderdiği bildirimde burada yer alan “ulusal azınlık kavramının ancak ikili ve çok taraflı uluslar arası belgelerle statüleri belirlenen grupları kapsadığını ve Kopenhag Belgesi düzenlemelerinin Anayasa ve iç mevzuata göre uygulanacağını” açıklamıştır.(39) Burada Lozan statüsüne atıf yapıldığı kesindir.

    İkinci Dünya Harbi’nden sonra gelişen olaylar “azınlıkların korunması” anlayışını da değiştirmiş; azınlıklara haklar vererek onların korunması esası terk edilmiştir. Bunun yerine gelişen anlayış, azınlıkların “insan hakları” ve “demokratik haklar” dan yararlanmasının sağlanmasıdır. Bu anlamda bugün Türkiye’nin önüne konulan bazı “dayatmaları”  iyi anlamak durumundayız. Sevr’de planladıkları “Ermenistan” ve “Kürdistan” devletlerinin kuruluşunu gerçekleştiremeyenler; devletin asli unsuru olan Kürtleri azınlık statüsüne sokamayanlar bugün yeni bir takım planların peşinde koşmaktadırlar.

    Bu alandaki çok güçlü propagandaların etkisinde kalan ve devletimizin kuruluş felsefesinden bî-haber olan bazı aydınlarımız, Türkiye’nin bir “mozayik” olduğundan, “etnik gruplardan”(40) bahsetmekte ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde “özerklik”, “federasyon” veya “konfederasyon” uygulamasından söz etmektedirler. Bir “Kürt sorunu”nun, bir “kimlik sorunu”nun varlığından söz edenler “Kürtçe eğitim”,”Kürtçe Televizyon” isteklerini gündeme getirmektedirler. Bütün bunların adına da “demokratikleşme” ve “insan hakları” demektedirler.

    Bugün Türkiye’nin bir “Kürt Sorunu”,”kimlik sorunu” değil “terör sorunu” vardır. 15 yıldır Türkiye’nin bütün enerjisini ve potansiyelini maddi ve manevi olarak tahrip eden, 30.000 insanımızın hayatına mal olan PKK Terörü ile ülkemizin bir bölümü kopartılarak, yeni bir uydu devlet kurulması hedeflenmiştir. Adı “Kürdistan İşçi Partisi” (Partiya Karkeren Kurdistan) olan terör örgütü, daha kurulduğu 1978 yılında hazırlanan iki yazılı belgeden birisi olan “Parti Programı”nda hedefini,”bağımsız, birleşik ve demokratik Kürdistan” olarak ifade etmiş,(41) 15 yıldır da bunu gerçekleştirmek için kanlı bir mücadele yürütmüştür. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Milletimizin fedakârca desteği ile terörü yok olma noktasına getirmesi, örgüt elebaşının yakalanarak adalete teslim edilmesi sonucu yeni bir aşamaya gelinmiştir. Örgüt bu aşamada “siyasallaşma” çabalarını artırmıştır. Buna karşı dikkatli olunması gerekmektedir.

    Bu konuyla ilgili olarak Türkiye’nin bugün karşısında duran önemli sorun Güneydoğu Anadolu’nun kalkındırılması sorunudur. Bilim adamları tarafından değişik tarihlerde yapılan “alan çalışmaları” nda, kendilerine ayrımcı bir kimlik kazandırılmak istenen bölge ve bölgeden büyük, metropol şehirlerimize göç eden insanlarımız da sorunun bir kalkınma sorunu olduğunu belirtmişlerdir. Mesela, Prof. Dr. Kayhan Mutlu başkanlığında ODTÜ. Sosyoloji Bölümü öğretim üyelerinin kanlı terörün bugüne göre çok fazla boyutlarda olduğunu; adeta örgütün halkı “ayaklandırma”,”isyan ettirme” aşamasına geldiği 1993 yılı Nisan-Mayıs aylarında yüz yüze görüşmelerle yapılan bir anket çalışması bu durumu net bir şekilde gözler önüne sermektedir: Adıyaman, Diyarbakır, Gaziantep, Mardin, ve Şanlı Urfa illerine bağlı toplam 49 köye gidilerek, 707 hane reisi ile; aynı illere bağlı Besni, Ergani, Kızıltepe, Nizip, Siverek ilçe merkezlerinde oturan toplam 887 hane reisi ve nihayet Güneydoğu Anadolu illerinden Adana, İstanbul ve İzmir metropolitan illerimize göç etmiş ve bu illere yerleşmiş olan toplam 667 hane reisi ile yapılan görüşmelerde, görüşülen kişiler, bölgenin en önemli sorunları olarak işsizlik, yoksulluk, fakirlik, alt yapı eksikliği gibi konuları saymışlardır. Ankette sorulan sorular içinde bulunan “Kürt sorunu” ve “Kimlik Sorunu” gibi ifadelere araştırmaya katılan toplam 2261 hane reisinin hemen hemen hiç itibar etmediği, bu konuların çok az katılan tarafından ( % 3) sorun olarak dile getirildiği görülmüştür. (42)

     Amerika dahil, İtalya, İspanya, İngiltere, Fransa gibi pek çok ülkenin karşılaştığı bu, kalkınmada geri kalmış bölgeler sorununun nasıl çözüleceği de bellidir. Sosyologların ortaya koyduğu ve yukarıda zikredilen ülkelerin de başvurduğu çözüm, fakir olan, geri kalmış olan yörelerin, zengin, gelişmiş yörelere daha fazla “entegre”  edilmesidir. GAP projesi büyük batıdan daha da koparacak olan ayrıştırıcı öneriler çözüm değildir. Sosyologlar buna “etnik tuzak” demektedirler ki, idari ve siyasi böyle bir ayrışma bölgenin daha da fakirleşmesi sonucunu doğuracaktır. Bunun bölgede yaşayan insanlarımıza ayrıntılı olarak anlatılması gerekir.

 

IV. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

    Araştırmamızın başlangıç bölümünde yapılan tanımlar dikkate alındığı zaman, hem “azınlık” hem de “etnik grup” kavramının daha çok,”içinde yaşanılan toplumdan kültürel, tarihi ve sosyolojik hatta, psikolojik bir farklılaşmayı ve aynı zamanda bununla ilgili bir bilinci” ifade ettiği görülmektedir. Bu anlayış, çağdaş “millet” tanımını da karşılamaktadır: Ortak kültürü paylaşan insanlara millet denilmektedir. Doğum, ölüm, nişan, düğün, askerlik gelenekleri; mutfak, giyim-kuşam, hayvancılık, aile ve akrabalık kültürü, inanç sistemi, tarihi birliktelik gibi kültürün bütün alanları açısından Türk Kültüründen farklı bir “Kürt Kültürü”nden bahsedilemeyeceğine göre, Kürtler Türk Milletinin önemli bir parçasıdırlar ve sosyolojik anlamda bir “azınlık” değildirler. Çoğunluğun önemli bir parçasıdırlar.

    Yine yukarıda ayrıntılı bir şekilde ortaya konulduğu gibi; hukuki-siyasi bakımdan da bir “Kürt azınlık”tan bahsetmek mümkün değildir. Devletimizin kuruluş esasları çerçevesinde Rum, Ermeni ve Yahudiler “azınlık” statüsündedir. Kürtler devletimizin asli unsurları arasındadır. Başta Anayasa olmak üzere bütün hukuki-siyasi belgeler ve 76 yıllık uygulama da bunu göstermektedir. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de Romanya gezisi sırasında “buradaki Türklere bazı haklar verilmiş. Türkiye’de Kürtlere niye verilmiyor?” sorusunu soran gazetecilere şu tarihi cevabı vermiştir: “Romanya ile karıştırmayın, buradakiler azınlık. Türkiye’de Kürt azınlık yoktur. Türkiye’de herkes dilini konuşuyor. Böyle yaklaşırsanız o zaman ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapmış olursunuz. Romanya kurulurken, azınlıklar belirlenmiş. Türklere bu statü verilmiş. Ama Türkiye Devletini kuranlar Lozan’da sadece Gayrimüslimlere azınlık demişler. Diğer vatandaşların hepsi birinci sınıf vatandaştır”. (43)

   

KATILIM ORTAKLIĞI BELGESİ VE ANA DİL MESELESİ

 

I. KAFA KARIŞTIRAN ORTAM VE BAZI SORULAR

    Türkiye’nin Avrupa Birliği macerası, “Kopenhag Kriterleri”, “Ulusal Azınlıkların Korunması – Çerçeve Sözleşme” derken, son açıklanan “Katılım Ortaklığı Belgesi” ile yeni bir boyuta taşınmış bulunuyor. Bu belgede Türkiye’nin kısa ve orta vadede yapması gereken siyasi ve ekonomik “işler” sıralanmış; kamuoyundaki tartışmaların da belgedeki iki nokta üzerinde yoğunlaşmış olduğu görülmektedir. Bunlardan birisi metne “son anda Yunanistan tarafından sokulduğu” belirtilen Kıbrıs konusu, diğeri de “ana dilde televizyon yayını” meselesidir. Belgede ortaya konulan esaslar ve bunların milletimize sunuluşu ile kamuoyumuzda yapılan tartışmalar dikkate alındığında, gelişmelerin Türkiye’yi tehlikeli bir geleceğe sürüklemekte olduğu izlenimi doğmaktadır. Hükümetin bu konudaki tavrı veya tavırsızlığı, özellikle hükümet ortağı bazı parti yönetici ve sözcülerinin demeçleri de bu izlenimleri doğrular mahiyettedir. Biraz tarih bilincine sahip olan her aklıselim Türk vatandaşını endişeye sevk eden husus, Avrupalı devletler ve çeşitli gerekçeler ve beklentilerle onların politikalarına ayak uyduranların, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Milli (Üniter), Demokratik ve Laik “temel esaslarını” değiştirme gayreti ve yarışı içinde olup olmadıkları hususudur.

1.      Öncelikle ülkemizde bir kesim aydın, bu belgede dayatılan hususlara yönelecek tepkileri en aza indirmek için allayıp-pullayarak süsleme gayretine girmiştir. Katılım Ortaklık Belgesi (KOB) açıklanır açıklanmaz, bazı çevreler “efendim Türkiye’nin hassasiyet gösterdiği bazı kelime ve kavramlara yer verilmedi” diyerek adeta zil takıp oynayacak bir konuma gelmiştir. Bu, en basit kelimeyle ifade edelim gaflet içindeki bu insanlar, “anadilde Tv. Yayını” sözünden “Kürtçe Tv. Yayını”nın kastedildiğini anlamıyorlar mı? “Kültürel, etnik vb. Azınlık hakları” sözünden başta Güneydoğu Anadolu’da yaşayan insanlarımız olmak üzere Türkiye’de yaşamakta olduğu iddia edilen “47 etnik grubun” haklarının kastedilmekte olduğunu bilmiyorlar mı?

2.      Bazıları da Kıbrıs ile ilgili maddenin çok önemli olmadığını, bu hususun zaten Helsinki Kararı’nın 9. Maddesinde yer alan bir “siyasi kriter” olduğunu, bundan dolayı tepki göstermeye gerek olmadığını söylüyorlar. Madem bu daha önceki Helsinki Kararları içinde vardı, acaba Avrupalı dostlarımız KOB. Ne bu konuyu niçin taşımışlardır? Diye sormak herhalde hakkımızdır. Yoksa Sayın Rauf Denktaş’ın söylediği gibi, bundan amaç, Türkiye ve dolayısıyla Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne baskı yaparak Birleşmiş Milletlerde eşit statüde görüşmelere devam eden Türk tarafını, Yunan-Rum tezini kabule zorlamak mıdır? Türkiye AB. İlişkileri sürecinin devamında, tarihte Girit ve benzeri pek çok meselede gördüğümüz metotlarla Kıbrıs Adası, Yunan-Rum tarafına mı devredilecektir.

3.      Belgede yer alan hususlarla ilgili olarak şu iki sorunun da sorulması ve cevaplarının aranması gerekmektedir: Üzerlerinde çok fazla durulmamakla birlikte, yine KOB. nde yer alan ilgili maddelerle Türkiye’deki “irticai” faaliyetlerin meşrulaştırılmasına zemin mi hazırlanmaktadır? Milli Güvenlik Kurulu’nun anayasal statüsünün değiştirilmesi teklifi ile acaba, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel esaslarının korunması ile ilgili yapı taşı niteliğindeki kurumların etkinliğinin azaltılması mı hedeflenmektedir?

 

II. ÜNİTER YAPI VE ANA DİL MESELESİ

    PKK terörünün en acımasız bir şekilde devam ettiği günlerden başlayarak, değişik iç ve dış çevrelerce bir takım süslü sözlerle dile getirilen bu konu, bizce KOB.nde yer alan en önemli konudur. Çünkü bu “dayatma” ile hedeflenen Türkiye’nin milli (üniter) yapısının bozulmasıdır. Gerek kendi tarihi sürecimiz, gerek dünya tarihinde cereyan eden bazı olaylar incelendiğinde, bu konuda atılacak bir adımın ülkemizi nereye götüreceğini görmemek mümkün değildir.

    Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Atatürk ve arkadaşları tarafından kurulurken bazı temel esaslar üzerine bina edilmiştir. Bu esasların başında, kurulan yeni devletin, Türk unsuruna dayanan merkezi-milli (üniter) bir devlet olması esası gelmektedir. Misak-ı Milli ile hedeflenen siyasi ve coğrafi alan, Lozan’da “azınlıklar” ile ilgili olarak belirlenen hukuki statü, mübadele, takip edilen idare, kültür ve eğitim siyaseti vs. hep bu esasa yönelik uygulamalardır. Atatürk’ün Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık ilkeleri başta olmak üzere bütün ilkeleri de hep merkezi-milli devlet esasını gerçekleştirmek ve kökleştirmek hedefine yöneliktir. Cumhuriyetin bütün anayasalarında ifadesini bulan “millilik” esası, halen yürürlükteki 1982 Anayasası’nın başlangıç ilkeleri içinde üçüncü maddede; “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” şeklinde ifade edilmiştir. Ayrıca 1982 Anayasası’nın 126 ve 127. Maddeleri de devletin “merkezi” kimliğini belirlemektedir.

    Yakın tarihimizde cereyan eden olayların da gösterdiği üzere Atatürk ve arkadaşlarını bu temel tercihe zorlayan faktörler arasında anlaşılacağı gibi, Türkiye’nin jeopolitik ve coğrafi özellikleri bulunmaktadır. Misak-ı Milli ile hedeflenen ve Milli Mücadele’nin gerçekçi bir yaklaşımla üzerinde yoğunlaştırıldığı Türkiye coğrafyası, fiziki anlamda bir bütünlük arz eder. Bu ülkeye sahip olanların burada yaşama şansı, bu fiziki bütünlüğü kültürel, siyasi ve idari bütünlüklerle tamamlamalarına bağlıdır. Tarihin bize gösterdiği gerçek, Anadolu coğrafyasının, adına ister özerklik, ister federasyon, ister konfederasyon densin siyasi-idari bir bölünmeye tahammülü olmadığı bir gerçeğidir. Bu coğrafyanın sonuçta yine bir siyasi-idari bölünmeye yol açması kaçınılmaz olan, bir kültürel bölünmeye de tahammülü yoktur.

    Bugün önümüze, demokratikleşme, insan hakları ve çoğulculuğun olmazsa olmaz bir gereği gibi getirilen; kimi zaman “azınlık hakları”, kimi zaman “kültürel haklar”, kimi zaman da “bireysel haklar” adı altında sunulan “Kürtçe televizyon yayını”, “Kürtçe eğitim hakkı” istek ve dayatmalarını, Türkiye’nin kültürel bakımdan bölünmesi olarak değerlendirmek gerekmektedir. Eğer bir şekilde önü açılırsa bütün bu oluşumların, çağımızın iletişim teknolojisindeki gelişmeler de dikkate alındığında, Türkiye’nin yakın bir gelecekte siyasi-idari bakımdan bölünmesi sonucuna yol açacağı bilinmelidir.

    Dünya ve ülkemizdeki “etnik” ve “dini” bir temele dayanan ideolojik terör hareketleri incelendiği zaman görülmektedir ki, terör bir “amaç” değil “araç” konumundadır. Kültürel veya siyasi bir bilinç oluşturmak için silahlı eylemler yapılmaktadır ve bunlar bir araç olarak kullanılmaktadır. PKK açısından baktığımızda da, amaç “ Birleşik Bağımsız Sosyalist Kürdistan Devleti’nin kurulmasıdır.” 15 yıldır süren kanlı terör eylemleri ile etnik bir bilinç oluşturma hedefine doğru hızla çalışılmıştır. Bugün bu anlamda bir terör örgütü olarak PKK miadını doldurmuş; zikredilen hedefe ulaşması için ikinci safhaya geçilmiştir. Bu “kültürel bölünme” veya “ ana kültür, hâkim kültürden ayrıştırma, farklılaştırma” aşamasıdır. Bunu siyasi-idari ayrıştırma veya farklılaştırma aşaması takip edecektir.

    Osmanlı Devleti’nin ve yakın tarihte Yugoslavya’nın çözülmesi ve dağılması incelendiğinde bu süreçlerin aşama aşama yaşandığı görülecektir. Şüphesiz, Türkiye’deki durum bunlarla bire bir aynı değildir. Fakat, olayların gelişme seyri bu yöndedir. Başta Rusya olmak üzere Zamanın Avrupalı devletlerinin desteğinde Etnik-i Eterya Terör Örgütü tarafından organize edilen Yunan isyanının başlangıç tarihi 1821’dir. Aynı Avrupalı devletler bu tarihten sadece 9 yıl sonra Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımışlardır (1830). Girit’in elimizden çıkışı fiili olarak 1897, resmen biden kopartılarak Yunanistan’a teslim edilişi, 1908 kabul edilirse 11; Balkan savaşları kabul edilirse sadece 15 sene sonradır. Birinci Dünya Savaşı öncesine geldiğimiz zaman, Avrupalı devletlerin politikaları sonucu Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarında 5 tane devlet “doğurtmuş” bulunuyordu. Birinci Dünya Savaşı Osmanlı Devleti’nin  Orta Doğu ve Anadolu topraklarının paylaşılması kavgası merkezinde cereyan etmiş, savaşın sonunda Orta Doğu elimizden çıkmış, Atatürk’ün önderliğinde yapılan Milli Mücadele ile Anadolu’da “doğurtulmak” istenen “Ermenistan, Kürdistan ve Pontus Devletleri”ne engel olunmuştur.

 Yine Osmanlı Devleti topraklarında bir Ermenistan yaratmak için 1890’dan itibaren aktif olarak başlatılan “Ermeni Terör” hareketleri, bunların iç ve dış bağlantıları ile devletin buna karşı aldığı tedbirler incelendiği zaman da görülmektedir ki, yaşanan süreç benzerdir. Avrupalı devletlerin Ermeni Meselesi ile ilgili olarak hazırladıkları “ıslahat projeleri”nde “dayattıkları” hususlar, aradan yaklaşık 100 yıl geçmiş olmasına rağmen, Avrupa Birliği’nin önümüze koyduğu belgelerdeki “kriteler”le benzerlikler göstermektedir. Mondros Mütarekesi sonrasında Osmanlı Devleti’ni yöneten Sultan Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın, “Aman Avrupalı dostlarımızı kızdırmayalım, Mütareke ahkâmına halel getirmeyelim, uygun şartlarda bir barış antlaşması yapalım” şeklinde özetlenebilecek, “aciz ve teslimiyetçi” politikalarının önümüze “Sevr Barış Antlaşması”nı getirdiği de hatırlanmalıdır.

    Sosyolojik ve psikolojik bakımdan bir milleti bölmenin en temel yolu, o milleti oluşturan çeşitli alt ve mahalli kültür grupların ayrı bir “tarih” yazmak ve ayrı bir “dil” konuşturmaktır. Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu topraklarını önce bir “Ermenistan”, sonra da bir “Kürdistan” yaratarak denetim altına almaya çalışan Rusya, 1850’li yıllarda Erivan’da bir “Kürdoloji Enstitüsü” kurdu. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da görev yapan Rus general ve dışişleri mensupları Kürt aşiretlerinin konuştukları kelimeleri derlediler. O zamana kadar Ahmedi Hani tarafından Arap harfleri ile Kürtçe yazılmış “Mem u Zin” den başka basılı eseri olmayan Kürtçenin gramerini ve sözlüğünü hazırladılar. Aynı enstitüde iki Rus bilim adamı, Basil Nikitin ve Wiladimir Minorsky, Kürtlere Türklerden ayrı bir tarih yazdılar. Bugün PKK ve yandaşı kuruluşlarca çıkarılan bütün kitaplardaki, “Kürtlerin Mezopotamya asıllı ayrı bir halk olduğu” şeklindeki bilimsel olmayan çarpık tarih tezi işte bunların ortaya koydukları tarih tezidir. Bu çalışmaları, özellikle 1917’den sonra İngiltere başta olmak üzere Avrupalı devletler ve Amerika’nın devralıp yürüttüğü bilinmektedir.

    Bugün Anadolu’da yaşayan Kürt aşiretleri “Kurmançça” ve”Zazaca” olarak adlandırılan iki yerel lehçeyi konuşmaktadır. Kuzey Iraktaki Kürtler ise “Badinani”, “Sorani” ve “Gorani” ismini taşıyan yerel lehçeleri konuşmaktadırlar. Konuşulan dil açısından fiili durum şudur; Kuzey Iraktaki bir Kürtçe konuşan insan, Türkiye’deki Kürtçe konuşan bir insanla anlaşamamaktadır. Türkiye’de Zazaca konuşan bir insan, Kurmançça konuşan bir insanı anlamamaktadır. Hatta, Tunceli’de Zazaca konuşan bir insan, Urfa’da Zazaca konuşan bir insanı anlamamaktadır. Bu durum Kurmançça açısından da geçerlidir. Bu insanların kendi aralarında “anlaşma” dili Türkçedir. Bu sebeple PKK’nın bütün yazışmaları, kongre metinleri, telsiz konuşmalarının tamamı Türkçedir. Abdullah Öcalan’ın örgüte yeni katılan teröristlere Bekaa’da yaptırdığı “yemin” metni dahi Türkçedir. Şimdi siz iki mahalli lehçeden hangisinde televizyon yayını yapılmasına müsaade edeceksiniz? Diyelim ki, birini setçini ve müsaade verdiniz. Bu iletişim çağında, en geç 20-25 yıl sonra, bugün sadece “konuşma dili” olan o mahalli lehçe işlenmiş ortak bir “dil” haline gelecektir. İşte,”Kürtçe televizyon isteği kültürel ayrışmanın yolunu açacaktır” ön görüsünü yaparken kastettiğimi konu budur.

    Bazı aydınlarımız da,”efendim özel eğitim kurumlarında Kürtçe eğitim verilebilir, bunun bir zararı olamaz, nasıl olsa üniversiteye gideceği zaman Türkçe bilmek zorunda” diyorlar. Bu aydınlarımız ya tarih bilmiyorlar, ya da milletimizi kandırmaya çabalıyorlar. Sanki üniversiteye gelen böyle bir çocuk, o zaman “Kürtçe üniversite eğitimi talebinde” bulunmayacak. Hadi on da hak olarak verelim. Arkasından Anayasadaki Milli (Ünite) devlet esaslarından birisi olan “Devletin resmi dili Türkçedir” ifadesinin ya kaldırılması, ya da değiştirilmesi talebi gelmeyecek mi? Beyler siz kimi kandırıyorsunuz. Bu devleti sokakta mı bulduk. Bu kadar şehit kanı sizin “fantezileriniz” için mi akıttık?

    Milli birlik ve bütünlümüz bakımından meselenin bir başka boyutu daha var. O da şudur: Bu hakları başka alt veya mahalli kültür grupları da talep ederse ne olacaktır. Bugün Türkiye’de 75.000 kelimelik “Lazca-Türkçe Sözlük” hazırlanmıştır. “Lazca Dergiler” yayınlanmaktadır. Avrupa’da Laz Enstitüleri kurulmuştur. Büyü bir ihtimalle Yunanistan tarafından desteklenen bu faaliyet ileride önümüze “Pontus” meselesi ile birleşip gelecektir. Avrupalıların yaptıkları çalışmalara göre,”Türkiye 47 etnik grupa” ayrılmaktadır. Bugün “Kürtçe” için seslendirilen ve dayatılan bu taleplerin bütün bu sözde etnik gruplar için de dayatılmayacağının garantisi nedir. Bunun anlamı kültürel ve siyasi-İdari bakımdan 47 parçaya bölünmüş bir Türkiye değil midir? Böyle bir Türkiye’yi bugünkü milli (Üniter) yapısı ile yaşatmanın bir yolu var mıdır?

    Türkiye’nin Güneydoğu meselesi, bir “bölgeler arası dengesiz kalkınma” meselesidir. Demokrasi içinde bunun çözümü de bellidir. Almanya, İspanya, İtalya ve hatta Amerika benzer “Kalkınma” problemlerini nasıl çözmüş ise veya nasıl çözmeye çalışıyorsa, Türkiye’nin yapması gereken de odur. O nedir? Geri kalmış veya az gelişmiş yöreyi kalkınmış olan yörelere daha fazla “entegre” etmektir. Bölgede yaşayan insanımızın hayrına olan da budur. Az gelişmiş bölgeyi, kalkınmış olan ana yapıdan kültürel, siyasi ve idari olarak ayırmaya yönelik her tedbir, dayatma veya çözüm, sosyologların “etnik tuzak” dedikleri olaydır ve çözüm değildir. Böyle bir gelişme hem üniter yapıyı bozarak, yakın gelecek için devletin bekasını tehlikeye sokar; hem de bölgede yaşayan insanlarımızın daha da fakirleşmesi sonucunu doğurur. Devletimizi yönetenlerin düşünmesi gereken konu, bölgede yaşayan insanlarımıza Türkçeyi daha iyi nasıl öğretirim olmalıdır. Özellikle Güneydoğu Anadolu’da okuma yazma oranı çok düşük olan kız çocuklarının okuma yazmalarının mutlaka sağlanması ana hedef olmalıdır.

                                                                                     

                                                                                                          Dr. Ali GÜLER

                                                                                                            Ankara-2000

 

 

 

 

Kaynakçalar:

1.        M.H. Vahapoğlu, Osmanlı’dan günümüze Azınlık ve Yabancı Okulları (Yönetimler Açısından), Ankara,1990,s.5

2.        Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayını, Ankara,1974, s. 78-79

3.        Meydan Larousse Ansiklopedisi, C.II., 1969

4.        Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, C:II., 1986, s.1139

5.        Ana Britannica Ansiklopedisi, C:III., 1987, s.118

6.        B. Oran, “Lozan’ın ‘Azınlıkların Korunması’ Bölümünü Yeniden Okurken”, Prof. Dr.Yılmaz Günal’a Armağan, SBFD., C:49, sayı:3-4 (Haziran-Aralık 1994), s.284-285.

7.        B.Oran, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, 2.Baskı, İstanbul, 1991, s.41-42.

8.        Azınlıklar kavramının Osmanlı Devleti örneğinde algılanış biçimi ve bunların statüsü ile ilgili bakınız: A. Güler, XX. Yüzyıl Başlarının Askeri ve Stratejik Dengeleri İçinde Türkiye’deki Gayri Müslümler (Sosyo-Ekonomik Durum Analizi), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1996, s.8 vd. Kavramın Lozan örneğindeki algılanışı ve bununla ilgili tartışmalar için bakınız: E. Kaptan, Lozan Konferansı’nda Azınlıklar Sorunu, Marmara Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1996, s.41-64

9.        E. Balibar-İ. Wallerstein, Irk, Ulus, Belirsiz Kimlikler, Çeviren: N. Ökten, İstanbul, 1993, s.98 vd.

10.     A. Yılmaz, Etnik Ayrımcılık, Türkiye,İngiltere,Fransa, İspanya, Ankara, 1994, s.20. Bununla birlikte “etnik azınlıklar” kavramını kullananlar da vardır. Bakınız: H. Pulton, Balkankar: Çatışan Azınlıklar, Çatışan Devletler, çeviren:

        Y.Alagon, İstanbul,1993, s.226.

11.   O. Türkdoğan, Etnik Sosyolji (Türk Etnik Sosyolojisi), İstanbul, 1997, s.105 vd.

12.   Burada adı geçen sosyologların eserleri için bakınız: O. Türkdoğan, a.g.e., s.115.

13.   O. Türkdoğan, a.g.e., s. 108. “Türkiye’deki  Etnik Grupları” incelemiş olan Peter Alford Andrews 8Türkiyedeki Etnik        

        Gruplar, çeviren  M. Küpüşoğlu, Ant Yayınları, İstanbul, 1992, s. 1-320) etnik kavramı konusunda kesin bir tavır   

        koymamakta  ve Türkiye ile ilgili yaptığı tasnif ve ortaya koyduğu iddialar da bilimsel olmaktan çok uzak bulunmaktadır. 

        Bu eserin bilimsel  bir tenkiti için bakınız; O. Türkdoğan, a.g.e., s.108-115.

14.     Dışişleri Bakanlığı Arşivi,Lozan Konferansı, No:21, Belge No: 18, 19, 20, 21/23 Teşrin-i Sani 1338 (23 Kasım 1922), B.  

        Şimşir, a.g.e.,s.123.

15.     S.L.Meray, Lozan Barış Konferansı Tutanaklar, belgeler, Takım I., C:1, Kitap:2, Ankara, 1970, s.150.

16.     Ö. Kükçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara,1978, s.263.

17.     Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız: M. K. Öke, Musul ve Kürdistan Sorunu (1918-1926), Ankara, 1992, s. 1-206

18.     Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s.285

19.     Ö. Kürkçüoğlu, a.g.e., s.285. Ayrıca bakınız; A. Haluk Ülman,” Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968)”, SBF. Dergisi, C:XXIII., sayı:4 (Eylül 1968), s. 246 vd. A. Haluk Ülman, “Ufuktaki Tehlike: Kürt Sorunu I. Lozan Günlerinde Batılıların Umutları”, Forum Dergisi, 1 Ekim 1967. R. W. Child, A Diplomat Look at Europe, New York, 1925, s. 95 vd. M. K. Öke, a.g.e., özellikle, s.104-107.

20.     Dr. Rıza Nur’un Lozan Hatıraları, İstanbul, 1991, s. 83

21.     Dışişleri Bakanlığı Arşivi, Lozan Konferansı, No: 135, Belge No: 89, 13 Kanunuevvel 1338 (13 Aralık 1922), B. Şimşir, a.g.e., s.123.

22.     S. L. Meray, a.g.e., s. 154

23.     S. L. Meray, a.g.e., s. 154.

24.     S. L. Meray, a.g.e., s. 154-155

25.     S. L. Meray, a.g.e., s. 160.

26.     S. L. Meray, a. g. e., s. 163 vd.

27.     S. L. Meray, a. g. e., s. 167 vd.

28.     S. L. Meray, a .g .e., s. 171 vd.

29.     S. L. Meray, a. G. e., s. 175 vd.

30.     S. L. Meray, a. G. e., s. 177

31.     S. L. Meray, a. G. e., s. 201-202.

32.     Dışişleri Bakanlığı Arşivi, Lozan Konferansı, No: 204, Belge No: 137, 24 Kanunuevvel 1338 (24 Aralık 1922), B. Şimşir, a. g. e., s. 272.

33.     Düstru, Üçüncü Tertip, C: V., (11 Ağustos 1339-19 Teşrinievvel 1340) İstanbul, 1931, s. 42.

34.     O. Türkdoğan, a. G. e., s. 24

35.     Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri C: III., (1918-1937), İst. 1954, s.57.

36.     Lozan Konferansı’da “Gayrimüslim Azınlıklar sorunu ile ilgili olarak şu eserlere bakınız; B. Şimşir, Lozan Telgrafları I. (1922-1923), Ank., 1990, C:II. (1922-1014), Ank., 1994, S. L. Meray, Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler, takım I. C:1 kitap:1, ank. 1969, kitap:2, ank., 1970, Kitap:II, Ank. 1973, C. Bilsel, Lozan C:I-II., İst. 1933, Dr. Rıza Nur’un Lozan Hatıraları, İst., 1991. A. N. Karacan, Lozan Konferansı ve İsmet paşa, 3. Bsk., Ank., 1993, İ. Soysal, türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları C:I. (1920-1945) ank. 1989.

37.     Mübadele konusunda bakınız: K. Arı, Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925), İst. 1995. M. M. Hatipoğlu Yakın Tarihte Türkiye ve Yunanistan 1923-1954, Ank., 1997, s. 45-58. Ş. S. Gürel, Tarihsel Boyut İçinde Türk Yunan İlişkileri. (1821-1993) Ank. 1993, s.36 vd.

38.     Bu müracaatlar hakkında daha geniş bilgi için bakınız: S. L. Meray, Devletler Hukukuna Giriş, C:I., Ank. 1968, s. 244. M. H: Vahapoğlu, a.g.e., s.133. Dipnot 358.

39.     N. Çavuşoğlu, Uluslar arası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları, İstanbul, 1999, s. 15 vd. Bu eserde “Çerçeve Sözleşme” ayrıntılı olarak değerlendirilmktedir.

40.     Bu tip propagandanın en iyi örneklerinden birisi için bakınız: P. A. Anrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, Çeviren: M. Küpüşoğlu, Ant Yayınları, İstanbul, 1992 ( İngilizce baskısı: Wiesbaden,1989) s. 1-320, Andrews, eserinde Türk Milletini “ 47 etnik gruba” ayırmaktadır!

41.     A. N. Özcan, PKK (Kürdistan İşçi Partisi) Tarihi, İdeolojisi ve Yönetimi, Ankara, 1999, s.63-64.

42.     K. Mutlu, “Etniklik ve Güneydoğu Sorunları”, O. Türkdoğan, Etnik Sosyoloji (Türk Etnik Sosyolojisi), İstanbul, 1997, içinde, s. 78-91. Anketin tamamı burada bulunmaktadır.

43.     Milliyet Gazetesi, 19. 04. 1996.  

        

   

  



Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.