Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1831
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10765
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 755
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
TANRI DAĞLARI`NA YOLCULUK GÜNLÜĞÜ -2-

Şehrin geniş bulvarları var. İsimleri “Kiev Bulvarı”, “Moskova Bulvarı”,Çüy Bul-varı” gibi daha çok komünizmi çağrıştıran cadde isimleri… Bir yemek vakti, Ahıskalı bir Türk ile bir Türkiye Türkünün ortak çalıştırdıkları belirtilen YUSA LOKANTASI’na gidip yemek yedik. Tam bir Türk Mutfağı… Nezih ve güzel bir yer… Buranın şartlarında fevkalade güzel ve lüks…

 

Şehir gezimiz esnasında Ressamlar Sokağı’na gittik. Nefis yağlı boya resimler var. Ressamlar, hemen orada sizin de resimlerinizi yapabiliyor. Bir ressamın atölyesine, aynı zamanda satış yerine girip resimleri incelemeye başladık. Ressam, Türkiye’den geldiğimizi öğrenince, “Dış İşleri Bakanınız da dün buraya geldi. Bazı tablolar aldı” dedi. Tablo fiyatları değişmekle birlikte oldukça ucuz.

 

Kazakistan’a gitme umudum azaldı. Mesafe çok yakın, ancak bana rehberlik edecek bir yardımcı bulamadım. “Belki dönüş günlerinde, Haziran ayında, dönüş günümü 2 gün daha uzatırsam bu seyahati gene de gerçekleştirebilirim” umuduyla geldiğim ekiple Celalabad’a dönmeye karar verdim. Bir gece de Manas Üniversitesi’nin Üniversite Kampusu içinde bulunan Misafirhanesinde kalıp, ertesi sabah Tanrı Dağları’na bir defa daha MERHABA diyeceğim. Kuzey’den Güney’e yolculuk tekrar başladı. Kırgızistan’da ülkenin kuzeyinde yaşayanlara KUZEYLİ, güneyinde yaşayanlara da GÜNEYLİ diyorlar. Kuzeyli olmak, bir nevi “şehirli olmak”, Güneyli olmak ise “taşralı olmak” anlamına geliyormuş.

 

Üçüncü defa Tanrı Dağları’nı aşıyorum. İlk geçişteki hazzı ve lezzeti biraz daha katlanmış şekilde alıyorum. Tanrı Dağlarının bir tünelinin çıkışında, briketten yapılmış bir yapı önünde durduk. İki kapısı olan ancak kapı takılmamış ve ana yola bakan bir WC. Tuvaletlerde su alışkanlığı yok... İçerisi çok pis ve gazete, tuvalet kâğıdı atıklarıyla dolu… Yapının hemen arkası NARIN Nehri’nin üzerinde yapılmış baraj gövdesine bakıyor. “Bu tuvaletlerde madem kapı yok. Niçin yönünü arka kısma değil de ana yola doğru yapmışlar? “ dedim. Cevap, ilginçti: “Millet, sarhoş geziyor. Şayet dediğiniz gibi yapılsaydı, pek çok kişi nehre, tuvalete girip çıkarken baraj gölüne düşerdi!”.

 

Yolculuk boyunca ana yol üzerinde hayvan sürülerine rastladık. Arabamızı durdurmak zorunda kaldık. Sürülerin (at, inek, koyun ve keçi sürüleri) ana yoldaki yolculuklarını seyretmek ayrı bir keyif verdi. Hayvanlar, çobanların ve muhafız köpeklerin refakatinde yaylaya gidiyorlardı. Torken kasabasında, yol kenarında, barajda tutulmuş çok iri (6–7 kg) sazan balıkları satıyorlar. Bir balıkçı önünde durduk. Balıklardan birini beğenip orada temizlettik. Bu arada satıcı çocuklarla bir de hatıra fotoğrafı çektirdik. Fotoğrafını çektiğim çocuk benden sigara istedi. Ben de “gençler sigara içmez” deyince isteğinden vazgeçti. Bu civarda yol asfalt ve kalitesi de oldukça iyi... Fakat Celalabad’a yaklaşıldığında yol o kadar bozuluyor ki arabamızın arka lastiğinin patladığını ve jant üzerinde bir süre gittiğimizi bile anlayamadık. Yol kenarında durmuş bir kamyonun şoförü işaret etti. Durduk. Lastik parçalanmış ve jant eğilmişti. Yedek lastikle değiştirdik. Akşam saatlerinde Celalabad’a tekrar döndük.

 

9 Mayıs 2005 Pazartesi

Evde elektrikler kesik. Yunus, kahvaltı hazırlamış. Beraber kahvaltı yaptık. Dışarıda yağmur yağıyor ve oldukça da şiddetli. Dışarı çıkmak zor. Fakülte’ye gidip E-postalarıma bakmak istiyorum. Ancak, orada da elektrik yok... Türkiye’de iken okuduğum ve yanımda “belki tekrar bakarım” diye getirdiğim “Orta (daki) Asya Ülkeleri” isimli kitabın Kırgızistan bölümünü tekrar gözden geçiriyorum. Yanımda getirdiğim bir kitap daha var: Türkistan Seyahatnamesi... Yazarı bir Amerikalı: E. Schuyler... Yazar, 1850’lerde Orta Asya’da gerçekleştirdiği seyahatin intibalarını anlatıyor. O zamanlar bölge TÜRKİSTAN adıyla biliniyor. Ne bugünkü Kırgızistan, Özbekistan ne de Kazakistan ortada yok… Yağmur yağmaya devam ediyor. Öğleden sonra Fakültenin elektriğinin geldiğini öğrendim ve oraya gittim. İnternet, yavaş da olsa çalışıyordu. E-postalarıma baktım. Bazılarına cevap yazma ihtiyacı duydum. Ancak klavye yüzünden başaramadım. “Keşke, Türkiye’den gelirken bir F Klavye getirseydim”  diye hayıflandım. Eve döndüm. Yunus arkadaşlarına gitmiş. Ev ile Fakülte arası çok yakın. Belki 100 metre. Gidip gelmek çok kolay… Bir süre sonra Yunus telefon etti. Dekan bey bizleri akşam yemeğine davet ediyordu. Evi, benim bulunduğum binada fakat giriş kapısı farklı... Yemek vakti Fakültedeki tüm arkadaşlar geldiler. Bişkek’ten gelirken yolda, Torken’den satın aldığımız balığı da fırında pişirmişler. Nefis olmuş. Oradan ayrılıp eve geldiğimde elektrikler hâlâ kesik.

 

Gündüz, Yunus mum satın almış (burada muma “Şam” diyorlar. “Şamdan-mumluk” da buradan gelse gerek). Akşam mum ışığında oturdum. Bu günlüğün bir kısmını mum ışığında yazdım. Burada satılan mumlar oldukça iri ve uzun. Türkiye standardının belki iki, üç katı… Bulunduğum blokların yani DOM’ların merdiven boşluklarında elektrik lambası yok... Bir ara sebebini sordum. “Ampuller çalınıyor” dediler. Aydınlatma penceresi de bulunmuyor. “Bunun sebebi, kış mevsiminin buralarda çok soğuk geçmesi olmalı, her halde” diye düşündüm. Yukarı katlara inip çıkmak sıkıntılı... Bunu öğrendiğim için, pazaryerinden bir fener-çakmak almıştım. Çin malı... Çok işime yaradı. Yarın Fakültede yapacağım bir işim yok. Eğer yağmur kesilirse, şehir merkezine-çarşıya (burada Sentır diyorlar) gidip biraz dolaşmayı plânlıyorum.

 

 

 

10 Mayıs 2005 Salı              

Elektrik hâlâ yok. Ne zaman geleceği de belli değil... Kimse de bir şey bilmiyor. Tevekkül içinde bekliyoruz. Fakülteye gidip bir süre İnternette E-postalarımı okudum. Cevap yazmayı artık aklıma bile getirmiyorum. Çünkü benim için imkânsız. Bu sırada Yunus’un, Celalabad-Bişkek yolunun 60. kilometresindeki BAZAR KURGAN kasabasına “TÜRKÇE kursu vermek üzere” gideceğini öğrendim. Beraber gitmeye karar verdik. Daha önceden tanıdıkları Özbek şoför Numan’ın 1983 model, Murat 124 benzeri, Moskoviç marka arabasını kiralamışlar. Numan Eke’yi (“Eke”, burada “ağabey” anlamına geliyor. Kadınlar için ise “Ece” diye hitap ediyorlar ve “abla” anlamına geliyor) bu vesile ile tanıdım. Sempatik biri... Biraz Türkçe öğrenmiş. Göğsünde Türk Bayrağı rozeti taşıyor. Kasaba merkezine girip, Yunus’un ders vereceği Rus okuluna onu bıraktıktan sonra, 3 saat kadar gezdik. Pazaryerini dolaştık. Burada bir lokantada (çorbacı) oraya has çorba içtik. Tandırda ekmek pişirmelerini görüntüledim. Pazaryerleri, aynen Türkiye’deki kasaba veya mahalle pazarları gibi… Oldukça kalabalık ve hareketli… Burada kendime bir Özbek şapkası satın aldım. Bu şapkayla dolaşırken, pazaryerindeki Özbek satıcılardan, “çok yakıştı” gibi iltifatlar aldım. Dolaşırken büyükçe bir camiye rastladık. Numan’a “camiyi ziyaret edelim” dedim. Cami girişinde, başında benim gibi Özbek şapkası olan ve caminin görevlisi olduğunu tahmin ettiğim orta yaşlı bir zat, bize doğru gelip “hoş geldiniz” dedi. Bizi abdest mahalline götürüp ibriğe su doldurdu. Cami önünde çay içmekte olan bir grubun yanına götürerek bize ekmek ve çay ikram etti. Eliyle caminin büyük avizesini işaret ederek, gözleri ışıl ışıl, “Türk kardeşlerimiz hediye ettiler” dedi. Memnuniyetini belirtti.

 

Onlara veda ederek camiden ayrıldık. Numan Eke, yakınlarda bir yerde bir Medrese olduğunu, görmek isteyip istemediğimi sordu. Vaktimiz müsaitti. Gittik. Medreseye girdiğimizde, buranın müdürü olduğunu söyleyen Haşim Beyle tanıştık. Medreseyi gezdirdi. Ders yaptıkları sınıfları dolaştırdı. Bir sınıfın yazı tahtasından, son olarak, Arapça dersi gördükleri anlaşılıyordu. Müdür bize Medrese hakkında bilgi verdi. Ama dil problemi yüzünden medresenin kaç yıllık olduğunu öğrenemedim. Şu anda 10 civarında öğrencileri varmış. Yatılı olarak burada bulunuyorlarmış. Onlarla da tanıştık. Bu sırada, et doğrayarak ve patates soyarak, öğle yemeğini hazırlıyorlardı. Numan Eke bana “tercümanlık” yapıyor ama çok zaman da anlamıyordum. O da beni “anlıyor” görünüyor ama anlamıyordu. Ama çok iyi anlaşıyorduk! Medresenin adı “İmam Tirmizî Medresesi” imiş. Medrese girişinde de resimler çekip, onlara veda ettik.          

 

Kasabanın içinden, geniş bir yatağı olan ve çamur rengi akan, bir nehir geçiyor. Nehir boyunca arabayla dolaştık. Nehir yatağından kum çıkaranlara rastladık. Bu nehir biraz ileride Özbekistan topraklarına geçiyormuş.

 

Saat 14.00 civarında Yunus’un bulunduğu okula gittik. Dönüşte bir mola verip, bir Kafe’de şaşlık yedik. Saat 16.00 civarında Fakülteye geldik. Seyahatten çok memnun kalmıştım. Yarın imtihan yapacağım. Öğrenci listelerini aldım. El yazısı ile hazırladığım soruları fotokopi ile çoğaltacağım, ama elektrik yok… Bir süre bekledim. Elektriğin geleceğine dair hiçbir işaret de bulunmuyor. Bu işi muhakkak halletmem gerekiyor. Nihayet SENTIR’a gidip orada fotokopi yaptırmaya karar verdim. Akşam oldu, elektrikten bir haber yok. Mum ışığı ile idare ediyorum. Dairemin bulunduğu bloğun tam karşısında 4 katlı bir bina var. Bu binanın iki katı bizim öğrencilere ait yurt, bir katı Kırgız Üniversitesinin idari birimleri ve derslikleri, bir katı da bizim Fakültenin derslikleri. Orada da elektrik kesik... Karanlıkta, öğrenci yurdunda kalan öğrencilerin şarkı sesleri geliyor. Başka ne yapabilirler ki...

 

Evdeki şofbeni bugün de tamir ettiremedik. Bu işleri yapan çok az kimsenin bulunduğu ve bunları getirmenin de büyük gayret istediğini söylediler. Ne yapalım, idare edeceğiz. Yunus, yakınımızda bir yerde, kirlenen çamaşırları, ücreti karşılığı yıkayan kişilerin olduğunu, ihtiyaç olduğunda çamaşırlarımı oraya götürebileceğini söyledi. Yarın bir kısım çamaşırlarımı gönderip bir deneyeceğim.

 

11 Mayıs 2005 Çarşamba    

Evde bugün de elektrik yok. Fakülteye gidip bir sınıfın daha vize imtihanını yaptım. İmtihan bittikten sonra Dekanlığa geldim. Dekan beyin şehrine gitmesi gerekmiş. Türk Dili Bölümü öğretim üyesi Okan Baba ve beni de arabasına aldı. Celalabad’dan ayrıldık. Arabayı Fakülte Sekreteri Hamit Basık kullanıyor. Oş, Kırgızistan’ın ikinci büyük şehri... Tarihî İpek Yolu üzerinde… Bu şehre uygun bir zamanda gitmeyi plânlıyordum. Yolun çok kötü olduğunu, mesafenin kısa olmasına rağmen 5–6 saatte ancak gidilebileceğini söylemişlerdi. Yeşil bir halı gibi uzanan engebeli araziyi seyrederek yarım saat kadar gittik. Karşımızda büyük bir baraj gölü vardı. Yolda hayvan sürüleri var... Arabanın geçmesi için bir süre durmak zorunda kaldık. Hayvanların ve çobanların resimlerini çektim. Çobanların, resimlerinin çekilmesinden son derece mutlu oldukları görülüyordu. Kamera karşısına geçip memnuniyetle poz verdiler. Kırgız insanı fotoğraf çektirmeyi çok seviyor. Fotoğrafın çekilmesinden hemen sonra da fotoğrafı istiyorlar. Bunun hemen mümkün olmadığını da anlatmakta zorluk çekiyorum. Karşımızda tüm ihtişamıyla görünen baraj gölü, Özbekistan ile Kırgızistan arasındaki temel ihtilaflardan biriymiş. Sovyetler Birliği’nin dağılıp Kırgızistan ve Özbekistan’ın bağımsız birer devlet olarak ortaya çıkmasından sonra, barajın gölü Kırgızistan’da, baraj gövdesi de Özbekistan’da kalmış. Sınır, Baraj gölü ile barajın gövdesini bir birinden ayırmış. Böylece “barajın mülkiyeti” problemi ortaya çıkmış. Benzer pek çok örnekler anlattılar. Ülke sınırı ortaya çıkınca, mesela, “bir evin kendisi Kırgızistan’da kalırken, tuvaleti Özbekistan sınırları içinde kalmış”.    

 

Baraj gölünü bir süre dolaştıktan sonra Özgen (Uzgen) isimli kasabaya geldik. Burasının tarihî bir mekân olduğunu söylediler. Kasaba merkezinde durduk. Biraz ileride minare benzeri bir kule görünüyordu. Ona doğru ilerledik. Bu yapının, dış cephesi çok özenle işlenmiş motiflerle dolu. Çok eski bir yapı olduğu hemen anlaşılıyor. Bu minare, zamanında bir Gözetleme Kulesi olarak da kullanılmış. Çok yakın bir yerde de türbe olduğu anlaşılan bir bina var... Burası, Karahanlılar döneminde başkentmiş. Hükümdarın ölümünden sonra kendine bir türbe inşa etmişler. Sonradan gelen oğulları bu türbenin iki tarafına ekler yapmışlar. Türbe içinde bulunan ne varsa Sovyetler zamanında alınıp götürülmüş. Şu anda boş bir bina görünümünde… Cephe kısmında fevkalade güzel işlemeler ve süsler var. Daha sonra türbenin adının Uzun Türbe olduğunu, 17 metre yükseklikte yapıldığını, yapılış tarihinin 11. yüz yıl olduğunu öğrendim. Burada da birkaç resim çektim.

 

Özgen’i çıktığımızda Kara Derya nehri ile karşılaştık. Gördüğüm kadarıyla ve an-lattıklarına göre ülkenin her tarafı akarsu. Sanki bu ülke “su cenneti”. Buraya kadar çok güzel bir asfalt yol ile geldik. Ancak buradan itibaren yol o kadar bozulmuş ki sık sık arabanın altını yola vurarak gittik. Trafik de çok sâkin değil. Gelip geçen arabaların kaldırdığı toz bulutu oldukça rahatsız edici... 80 km kadar kasislerle dolu bu kötü yolu kat ettik. Yolun bazı kısımlarında asfaltlama çalışmaları yapılıyor.

 

Karasu şehrine girdiğimizde, sağ tarafımızdaki kısmı gösteren arkadaşlar, “burası Kırgızistan’dan Özbekistan’a geçiş yolu” dediler. Sovyetlerin dağılmasından önce burası tek bir şehirmiş. Zamanında Orta Asya’nın en büyük pazaryeri burasıymış ve buradan tüm Orta Asya’ya mal gönderilirmiş. “Halen de çok hareketli bir Pazaryeri olduğunu” söylediler. Zaten ana yol üzerindeki trafiğin yoğunluğu ve sergilenen malların durumu bu durumu teyit ediyor. Bağımsızlık sonunda burası iki parçaya ayrılmış. Kırgızistan’da kalan kısmın da Özbekistan’da kalan kısmın da adı KARASU… İki ülke arasında yol boyunca sınırı gösteren her hangi bir işaret yok. “Yolun hemen sağ kısmı Özbekistan toprakları” diyor arkadaşlar. “Yakalanmadığınız müddetçe” Kırgızistan’dan Özbekistan’a veya Özbekistan’dan Kırgızistan’a kolayca geçmek mümkün. Bu sebepten, Bu bölgede, belki de başka bölgelerde de, özellikle Özbekistan’dan kaçak olarak getirilen her türlü mal bulmak mümkün. Bunlar arasında, yol kenarında pet şişelerde veya bidonlarda, Özbekistan’dan kaçak olarak getirilen benzin satılıyor. Oş’a doğru yaklaşırken, yol kenarında tezgâhını kuran bir satıcının önündeki levhadaki “temiz benzin” ifadesi çok garibime gitti.

 

Oş’da büyük bir hava alanı var. Devrimin ilk günlerinde Celalabad’da karışıklıklar meydana geldiğinde, Fakültede öğrenim gören öğrenciler oldukça tedirgin olmuşlar. Çünkü polis veya başka hiçbir kurumun otoritesi kalmamış. Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı, bu öğrencileri ve buradan ayrılmak isteyen Türkleri tahliye kararı vermiş ve bir THY uçağı göndermiş. Celalabad hava alanı bu uçağın inmesine müsait olmadığı için de 4 Uçak, Oş’a gelmiş. Celalabad’da bulunan öğrenciler de çeşitli araçlarla, araba kiralayarak, bahsettiğim kötü yolu zorluklarla kat ederek Oş’a gelmişler ve buradan Türkiye’ye tahliye edilmişler.

 

Oş şehri yeşilin hâkim olduğu bir yerleşim yeri. Geniş bir alana yayılmış. Tarihinin “3000 yıllık” olduğu söyleniyor. Tarihî İpek Yolu üzerinde… Nüfusunun 230.000 civarında olduğunu sanılıyormuş. Şehir Fergana Vadisi’nin doğu ucunda ve deniz seviyesinden yüksekliği 1000 metre civarında.     

 

Mehmet Yüce’nin görüşme yapacağı yere gittiğinde Okan Baba ile “İstanbul Pastahanesi”ne gittik. Burası, “bağımsızlıktan sonra gelen Türkiye Türklerinden birinin açtığı, bir ara çok popüler olduğu, baklavayı buradaki insanlara tanıtan bir pastahane” imiş. Şimdilerde bu özelliği pek kalmamış. Şehrin ana caddelerinden birine hâkim, köşe başı bir yerde… Önünde bir süre oturup, meşrubat içtik, pasta yedik. Buradan resimler çektim.

 

Mehmet Yüce görüşmesini tamamladıktan sonra geldi. Bizi, İstanbul Pastahanesi’nin hemen yakınındaki bir kebapçıya götürdü. Adı “Adana Kafe”. Burada yemek yedik. Televizyonda uydudan Türkçe şarkılar programı veriliyor.

 

Buradan çıktıktan sonra Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açtığı ve öğretim üyelerini Türkiye’deki İlahiyat Fakültelerinden gönderdiği İlahiyat Fakültesi’ni ziyarete gittik. Fakülteyi gezip faaliyetlerinden haberdar olduk. Kırgızistan’da, Türkiye’deki gibi bir minare geleneği yok. Cami veya mescitlerin minareleri çok kısa ve sembolik. Buradaki insanlar, İlahiyat Fakültesi yetkililerinden “Türkiye’deki gibi bir minaresi olan cami yapılması” için talepte bulunmuşlar.

 

Buradan ayrıldıktan sonra, Oş şehrinden bahsedilince hemen akla gelen SÜLEYMAN DAĞI’na (Süleyman Too) gittik. Bölge insanı bu dağa özel bir ilgi gösteriyor. Süleyman Dağı’nda Hazreti Süleyman’ın makamı olduğuna inanılıyor. Bu sebepten halkın rağbeti büyük… Bir nevi ziyaret yeri, türbe hükmünde… Yeni evlenen çiftler buraya gelip dua ediyorlar. Bizim orada olduğumuz esnada da Gelin ve Damat, yakınlarıyla birlikte, buradaydılar. Dağın yamacında kurulmuş ihtişamlı MÜZE’nin alt kısmına kadar gelip arabayı burada park edip müzeyi gezdik. Müze içinde çok fazla eser olmamasına rağmen Kırgız tarihiyle ilgili ilginç eserler var. Dışarısı oldukça sıcak olmasına rağmen, müze içindeki görevliler elektrik sobası yakıyorlar. Müzenin içinden yukarı doğru dik bir merdivenle çıkarak, şehri kuşbakışı seyredip görüntüledik. Buradan Oş’un ne kadar yeşillik olduğu hemen görülüyor. Şehirde yüksek katlı bina yok gibi... Kuşbakışı görünüm, tam bir Anadolu kasabası görünümü. Şehri bir başka caddeden dolaşarak dönüş yoluna girdik. Ancak bu defa Karasu’ya uğramadan bir başka güzergâhtan gideceğiz. Geldiğimiz yola Özgen’de gireceğiz.

 

Dönüş yolunda, bir mahalle arasında bir cami gördük. “Girip bir ziyaret edelim” dedik. Girdiğimizde buranın bir külliye olduğunu gördüm. Ön kısımda, bahçede, 10 kadar insan oturmuş sohbet ediyor. Selâm verdik. “Hoş geldiniz” dediler. Etrafta öğrenciler var... Bir kısmı yemek hazırlığı yapıyor. Burasının bir medrese, adının da “Abdülcabbar Medresesi” olduğunu öğrendik.

 

Sovyetler Birliği zamanında Celalabad-Oş arası yarım saatte gidilebiliyormuş. Sınır çizilince, yeni sınır boyunca 100 km civarında daha dolaşmak gerekiyor. Büyük şehirlerin merkezi ile köyler arasında çok eski otobüsler çalışıyor. Minibüslerin bir kısmı nispeten yeni… Bunları yolcu dolu iken gördüğünde hayret ettim. İçleri o kadar dolu ki nasıl nefes alıyorlar bilemiyorum. Tıklım tıklım insan dolu… Belki “20 kişilik yerde 50 kişi var” desem mübalağa olmaz. Hiç kimse de hâlinden şikâyetçi görünmüyor. Çoğu araçlar o kadar eski ki nasıl yolcu taşıdığını anlamak da çok zor… Yol güzergâhında tarlalarda çalışan ve ilk defa burada gördüğün 3 tekerlekli traktörler ilginç geldi. Bunlar, zamanında Kolhozlarda çalışıyorlarmış. Bağımsızlıktan sonra bunlar da, askerî araçlar da sivillerin elinde kalmış. Yol boyunca bakıyorsunuz bir askerî araç, kamyon, jip veya kamyonet, klasik hakî renk, kullananlar siviller. Uzun süre bunların askerî araç olduğunu düşünmüştüm.

 

Celalabad’a döndük. Yarınki imtihanımın sorularını arkadaşlar çoğaltmışlar. Ada-pazarı’ndan ayrılmadan bir gün önce bir dijital fotoğraf makinesi almıştım. Çektiğim resimleri kontrol ederken, hafıza kartının dolduğunu gördüm. Daha buralardan ayrılmama çok zaman var. Daha görmem gereken o kadar çok yer var ki... Hafıza kartını bir CD’ye aktarıp boşaltmam şart.

 

12 Mayıs Perşembe

Bugün öğrencilerin bir imtihanı daha var. Bu imtihanı yapmak üzere Fakülteye geldiğimde, Fakülte önünde, girişte, hummalı bir faaliyet gördüm. Çok sayıda bayrak asılmış, koridorda çok sayıda stand kurulmuştu. Kırgızistan’da Üniversiteler, lise mezunu öğrencilere kendilerini tanıtmak ve müracaat etmelerini sağlamak üzere tanıtım etkinlikleri düzenliyorlarmış. Fakülte’nin bağlı olduğu Üniversitenin (Kommersiyalık Estitü) bu gün tanıtım günü olduğu için bu etkinlik yapılıyormuş. Renkli bir görüntü var. Sanki “bayram merasimleri yapılıyor” görüntüsü veriyor. Burada öğrenci müracaatları alınıyor, daha sonra da imtihan yapılarak öğrenci kabul ediliyormuş.

 

Fakültede bir ara bir vesile ile, öğle aralığında, burada çalışan Kırgız görevlilerinin odasına uğradım. Yemek yiyorlarmış. “Afiyet olsun” dedim. Onlar da teşekkür edip masalarına davet ettiler. Ben de teşekkür ederek, masalarına gitmedim. Bir şey bahane ederek geri döndüm. İçlerinden biri, elinde bizim Ramazan pidelerinin aynısı olan bir pide ve üzerinde katık olarak, birkaç bisküvi ve bizim misafir şekeri dediğimiz jelâtine sarılı birkaç şekerden oluşan yemeklerini bana uzattı. “Ben yemek yedim” diyerek, onları da kırmadan, ekmeklerine ortak olmadan odadan çıktım. Buralarda insanların temel gıdası ekmek, unlu mamuller ve patates.    

 

Evde elektrik hâlâ yok. Soğuk su ile duş almaya devam ediyorum. Alıştım da… Fakülteye gidip, şimdiye kadar görmediğim sınıfları ve koridorları dolaştım. Bina çok uzun, koridorun iki yanında çok sayıda derslik var. Koridor çok karanlık… Elektrik ampulleri çıkarılmış. Kapıların çoğunluğu itilse kırılacak görünümünde. Ancak her kapıda iki, bazılarında üç tane asma kilit var. Ders yaptığım sınıflarda da elektrik lâmbaları çıkarılmıştı. Sebebini o zaman sormuştum ve öğrenciler “çalındığını” söylemişlerdi. İdare kısmına geçtim. Bilgisayar işleriyle ilgili öğretim görevlisi Ömer Avcı’nin odasına uğradım.“Elektriğin yokluğundan istifade benim evin elektrik sayacını çalmışlar” dedi. Şimdi daha iyi anladım binalardaki pek çok elektrik saatinin niçin demir kafeslere alındığını... Mecburen yeni sayaç alıp taktıracak. Fotoğraf makinemdeki hafıza kartını bilgisayarına kopyalamasını rica ettim. “Yarın, çarşıdan boş CD alır, ona aktarırım” dedim. “Olur” dedi ve elektrikler tekrar gitti. Ben de dolmuşa binip çarşıya gittim. Alış veriş merkezine girip 2 boş CD aldım. Celalabad’a geldikten birkaç gün sonra buradan bir cep telefonu hattı almamamın daha ekonomik olacağını söylemişlerdi ve ben de bir hat satın almıştım. Alış veriş merkezinin girişinde telefon kontürü satan bir satıcı gördüm. “Gelmişken kontür de alayım” dedim. Satıcıya yaklaştım ve satıcı bana “hocam hoş geldiniz” demez mi?. Şaşırdım. Meğer derslerine girdiğim öğrencilerimden biriymiş. Derslerinin dışında burada çalışıyormuş. Kontürümü telefonuma kendisi yükledi, kontrolünü yaptı ve uzattı. “Tamam” diyerek ekranı gösterdi. Ben de “RAHMAT” dedim. Rahmat, “Teşekkür Ederim” demek. Sonra da “hocam bugünkü soruların çok zordu” dedi. Ben de tebessüm edip, “öyle mi?” diye sordum. Oradan ayrıldım. Gözlerim levhalarda... Kril alfabesine yavaş yavaş nüfuz etmeye başladım. Kısa kelimeleri okuyabilir ve telaffuz edebiliyorum. “ÇAYKANA” bildiğimiz “ÇAYHANE”  kelimesi ama yazıldığında, eğer kril alfabesini bilmiyorsanız, anlamanız mümkün değil.

 

Bir süre Pazaryerini dolaştım. Daha önce gitmediğim yerlerine doğru ilerledim. Satıcıları izledim. Dönüşte RAHAT KAFE’ye uğradım. Öğrencilerimden bazıları da oradaydı. Bir süre sonra Okan Baba da geldi. Birlikte dolmuşa binip eve geldim. Hayret... Elektrik gelmiş. Yokluğuna iyice alışmıştım. Çek-yat üzerinde biraz uzandım. Bu sırada telefonum çaldı. Arayan Dekan Mehmet Yüce idi. Selâmlaştıktan sonra, “Hocam, ne bu Manas’tan (Manas Üniversitesi) çektiğimiz?” dedi. “Hayrola, ne oldu, Hocam?” dedim. “Hani geçen gün Manas Üniversitesi Misafirhanesi’nde bir gece kalmıştık ya...” dedi, ben de “Evet” dedim, “Manas’tan telefon ettiler. Geçen Pazar günü Misafirhane’den ayrılırken eşyalarınızın içine bir bornoz karışmış mı diye sordular” dedi. Üzüldüm. Mehmet Yüce de üzgündü. Çünkü Bişkek’e gittiğimizde iki günlüğüne daire kiralamıştık. İki günlüğü için (üç kişi) de yaklaşık 25 dolar ödemiştik. Rahatımız da çok iyiydi. Manas Üniversitesi’nde görev yapan Türkiyeli arkadaşlardan bazıları “niçin ev tutuyorsunuz, misafirhanemizde kalın” diye tavsiyede bulunmuşlardı. Biz de “onları kırmamak için”, bir gece de “orada kalalım” dedik. Akşam misafirhaneye gelip yerleştik. Görevli, kalacağımız odaları gösterdi. Mehmet Yüce onunla birlikte aşağı indi. “Ben odada biraz dinleneyim” dedim. Görevli, aşağıda, Mehmet Yüce’den yaklaşık 25 doları peşin istemiş ve Hoca da ödemiş. Bana da hiçbir şey söylememişti. Misafir edenler, Misafirhane ücretini misafire ödettikleri gibi (hem de daha pahalı) şimdi de “kayıp (çalma) bornoz” konusu ortaya çıkmıştı. Gerçekten üzülecek bir durumdu. “Hocam, takma kafana… Manas Üniversitesi de Türk, bizim Fakülte de Türk. Ama anlaşılıyor ki sizin misyonunuzla onlarınki oldukça farklılaşmış. Mantaliteler farklılaşmış ve maddîleşmiş, misafirlerinden ‘misafirlik ücreti’ alır hâle gelmişler. Bornozlarına sahip çıkamaz duruma düşmüşler. Ne yapalım, hayırlısı olsun!” dedim.

 

Yıllardır seyahat etme alışkanlığım olduğu için, valizimde her türlü ihtiyaç maddesini sürekli olarak bulundururum. Arabamın bagajındaki “seyahat çantam” komple hazırdır. Bu arabanın mütemmim cüzüdür. Ayrılmaz parçasıdır. Başka araçla seyahat edeceksem aynı çanta benimle birlikte olur. Evden herhangi bir şey almam ve bir şey unutmam da söz konusu olmaz. Oraya giderken de aynı tedbirli davranışımı sürdürdüm. Orada bulunan bornozu da kullanmadım. Yatak dışında odada bulunan sabun ve terliği dahi kullanma âdetim yoktur. Orada da böyle yaptım. Ama ne yaparsın ki, “trafikte senin tedbirli olman yetmiyor, karşı tarafın da tedbirli olması gerekiyor”. Mehmet hocaya laf arasında benim bu özelliğimi de söylemek zorunda kaldım. Çok üzülmüştüm. Bu coğrafyada şu ana kadar yaşadığım “tek olumsuz olay” buydu. Türkiye’ye döndükten sonra, Manas Üniversitesi Rektör Vekili Prof. Dr. Seyfullah Çevik’e aşağıdaki e-postayı gönderdim:

 

Muhterem Efendim,

Hatırlarsınız Celalabad İşletme Fakültesi Dekanı Mehmet Yüce beyle birlikte ziyaretinize gelmiştim. Bizi makamınıza kabul etmiş, yakın ve sıcak bir ilgi göstermiş ve bana hatıra-hediyeler vermiştiniz. Bunları Sakarya Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü`ndeki odama yerleştirdim. Artık her gün "Kırgızistan"dayım.

 

Şu anda, Celalabad İşletme Fakültesi`ndeki görevimi tamamlamış ve Sakarya`ya dönmüş bulunuyorum. Bir buçuk aylık bir süre içinde, çocukluk yıllarımdan beri hayallerimin baş tacı TANRI DAĞLARI`nı karayolu ile 4 defa geçtim ve her seferinde ayrı bir haz aldım. Fakültedeki görevimin bana müsaade ettiği ölçüde, araba kiralayarak ülkenin büyük bir kısmını gezmek ve güzel insanlar tanımak mutluluğuna erdim. Binlerce fotoğraf çektim. "Beklediklerimin" dışında ciddi bir olumsuzlukla karşılaşmadım. Tek üzüntü kaynağım oldu: Hatırlarsınız, sizi ziyaret ettiğimiz günlerde Bişkek’te, bir gece Manas Üniversitesi misafirhanesi`nde kalmıştık. Üç günlüğüne ev kiraladığımız halde oradaki arkadaşların ısrarı üzerine bir gece de orada kalalım dedik. Sonradan öğrendim ki "misafirhane ücreti" istenmiş ve bunu M. Yüce ödemiş. Hem de tuttuğumuz evin kirasının iki katı. Hadi onu da geçelim, sonraki günlerde öğrendiğim kayıp BORNOZ konusu. Celalabad`dayken Manas Misafirhanesi`nden Mehmet Yüce Bey`i aramışlar ve "kaldığınız odada 1 bornoz noksan. Acaba eşyala-rınızın içine karıştı mı?" diye sormuşlar. Neden orada çalışan elemanlar her misafir çıkışında demirbaşlarını kontrol etmezler de sonradan başkalarında aramaya kalkarlar? Onları töhmet altında bırakırlar bilemiyorum. Manas`daki arkadaşlara bu konuda ciddi bir sitem etme hakkım var gibi sanıyorum. 1973 yılından beri dünyanın çeşitli ülkelerini bir "seyyah" olarak gezdiğim hâlde "günlük" tutmamıştım. Kırgızistan`da bulunduğum süre içinde bir de "Kırgızistan İntibaları" günlüğü tuttum. Bu konuyu da günlüğüm içine aldım.

 

Orada iken gösterdiğiniz ilgiye teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.                 

 

Bu mesajım üzerine kendisi de bana şu mesajı gönderdi:

 

Salih Hocam Merhaba,

Öncelikle sizin Üniversitemizde yaşadığınız olumsuz durum için üzüntümü bildirmek isterim. Maalesef bütün ısrarımıza rağmen bazen bu tür olaylar yaşanıyor. Benim sizin bizim orada kaldığınız konusunda da haberim olmadı. Gerek ücret gerekse bornoz konusu üzücü, ama bir daha tekrarlanmaması açısından ikazınıza teşekkür ederiz.

Bilhassa Sakarya Üniversitesinin tüm mensupları, bizim kendi personelimiz gibi değerlendirildiğinden şüpheniz olmasın, konu ilgililere iyi iletilememiş.

Neyse,  daha iyi koşullarda tekrar görüşmek dileğiyle…

Seyfullah ÇEVİK

 

Yarın imtihanım yok. “İnşallah CD problemini çözer de yeni resimler çekmek için imkân doğar” diye umuyorum. Her toplantı öncesi mutad olduğu üzere, e-posta adresime, İnternetten Üniversite Yönetim Kurulu ve Senato toplantısı gündemleri gönderilmiş… Ben de Rektörümüz Prof. Dr. Mehmet Durman’a “ Senato ve Yönetim Kurulu Üyelerimize Tanrı Dağları’ndan selâm ve saygılar gönderiyorum” mesajı gönderdim.

 

Saat 20.00 civarı. Dışarıda şiddetli bir fırtına var. Sağanak şeklinde yağmur yağıyor. Derken elektrikler gene gitti. Şimşekler çakıyor. Gökyüzü kızıl bir renge büründü. Kıp kızıl… Bulunduğum odanın penceresine vuran yağmur suları içeri sızmaya başladı. Kâğıt havlularla penceredeki açıklığı kapatmaya çalışıyorum. Problemi tam çözemiyorum ama gene de boş bir iş yapmış olmuyorum.

 

 

13 Mayıs 2005 Cuma

Bugün sabah Fakülteye gidip e-postalarımı kontrol ettim. Bazılarını ilgili yerlere yönlendirdim. Bazılarına “Evet”,Hayır” ve “Ben şu anda Kırgızistan’dayım” gibi cevaplar verdim. Çok şükür fotoğraflarımı CD’ye kaydettirdim. Mevcut hafıza kartımı boşalttım. Artık yeni çekimlere hazırdım. Bu arada Hamit’in, Bişkek’ten aldığı Kırgızistan Belgeseli, Dağlık Kırgızistan’ın Göklerinin Altında, CD’sini kopya ettirdim. Cuma vaktine yaklaşırken, namaz vakitlerinde ezan sesini duyduğum ancak minare olmadığı için yerini tam kestiremediğim camiyi aramaya çıktım. Camiye vardığımda, içerisi tamamen dolmuş, bahçe kısmında da kilimler üzerinde bekleyen cemaati gördüm. İmam Özbekçe vaaz ediyordu. Daha ezan okunmamıştı ancak camiye girişler devam ediyordu. Çıkışta, sokakta namaz kılanlar da olduğunu gördüm. Cemaatin kılık kıyafeti oldukça temizdi. Hele namaza getirilen çocuklar, başlarındaki takkeleriyle, daha da temiz görünüyordu. Cemaatte hemen hemen herkesin başında namaz takkesi vardı. Benim gibi başı açık çok az sayıda insan vardı. İmamın Özbekçe yaptığı konuşmayı büyük ölçüde anlıyordum. Ezanı müteakip imam Cuma namazını kıldırdı, dua etti, herkes “âmin” dedi ve cemaat dağılmaya başladı. Bir süre cemaatin dağılışını seyrettim. Yüzlerinde görevlerini ifa etmiş insanların mutluluğu görünüyordu. Cami çıkışında musafaha yapıyorlar bir birlerine hâl hatır soruyorlardı. Ben bu temaşayı yaparken Mehmet Yüce, Yunus ve Hamit de camiden çıktılar. Onlar da buraya gelmişler. Namazdan sonra Mehmet Yüce İmamla biraz konuşmuş. İmamın, Mehmet Yüce’ye, “Celalabad’da Türk usulü minareli bir cami yapın” diye bir ricası olmuş.

 

Fakülteye dönüp bir süre daha burada zaman geçirdim. Eve gidip biraz dinlendim. Biraz televizyon seyrettim. Eğer evinizde uydu anteniniz yoksa burada ancak birkaç yerli kanalı seyretmek zorundasınız. Bunlardaki programlar da o kadar monoton ki... Devlet adamlarının arazi ziyareti… Belki yarım saat sürüyor. Nehirlerin birinin taşması sonucu zarar gören bir köprünün onarımı haberi belki yarım saat alıyor. Bu kanalları seyreden bir insanın, Kırgızistan ve verilenlerin dışında bir dünya olduğunu düşünmesi imkânsız… Bir de Sovyetler döneminde çekilmiş kahramanlık filmleri, emperyalizme karşı verilen savaş, Almanları yendiklerini (Kırgızlar, Almanları nasıl yenmişlerse... Rus ordusunda ikinci dünya savaşında gösterdikleri kahramanlıklar) gösteren ve günlerce süren dizi filmler. Benim odamdaki televizyonda akşamları Oş’tan yayın yapan OŞ Televizyonu’nda nispeten farklı programlar oluyor. O da belki bana öyle geliyor. Türkçe şarkı ve türküler çalınıyor, bazen de Türkçe şarkıların sadece sözleri Özbekçe’ye çevrilmiş, müziği (çalgısı) aynı kalmış. Sözlerini çok zaman anlamıyorum ama müziği duyunca, “acaba?” diyorum.   

 

Şehir merkezinde dolaşmaya karar verdim. Dolmuşların benim bulunduğum yerden geçen iki hattı var. Bunlardan 8 numaralı hattın “şehir merkezine, çok dolaştıktan ve farklı yerlere uğradıktan sonra, gittiğini” söylemişlerdi. Bu sefer o hattı kullanarak gitmeye karar verdim. Diğer hatta göre gerçekten çok dolaşıyordu. Hatta bir ara şehrin dışına da çıkacak sandım ama döndü. Son durakta yani Merkezde indim. Her yere giden dolmuşların kalkış yeri burası.

 

Biraz dolaşıp tekrar dolmuşa binip eve gittim. Fakülteye ve benim kaldığım daireye çok yanın bir yerde bir Özbek Türkünün işlettiği Kafe var. Adı, Nescafe. Hemen yolun karşısında da bizim öğrencilerin çalıştırdıkları öğrenci kafesi. Burada yemek de yeniyor. Türkiye televizyonlarını da burada seyrediyorlar. Nescafe’ye gidip şaşlık sipariş ettim. Burasını Özbek Türklerinden Şirzat isimli birisi çalıştırıyor. Yemekten sonra eve gittiğimde Yunus’un çamaşırlarımı, bahsettiği yere, “yıkatmak üzere götürdüğünü” öğrendim.

 

14 Mayıs 2005 Cumartesi

Bugün son vize imtihanımı yaptım. İmtihandan sonra biraz internette vakit har-cadım… Akşamüzeri öğrencilerin çalıştırdığı kafeye gidip onlarla sohbet ettim.

Öğrencilerle kafe önünde sohbet ederken Okan hoca geldi. “Şehir merkezinde Türklerin yeni açtığı Antalya Kafe’ye gidip yemek yemeyi” teklif etti. Dolmuşa binip gittik. Adı “kafe” ama kendisi güzel bir lokanta. Temiz. Daha önce bahsettiğim Rahat Kafe’nin hemen yakınında. Yemekten sonra eve döndüm.

 

Türkiye’den gelirken yanımda getirdiğim teybi ilk defa kullandım. Müzik dinledim. Yarın şehir merkezinden özgün Kırgız ve Özbek müzik kasetleri almayı düşünüyorum. Âdetimdir, her gittiğim ülkeden örnek birkaç kaset alırım. Bu konuda tercihim enstrümantal (sözsüz) parçalardır ama bunun yanında sözlü olanlardan hatıra bulundururum.

 

15 Mayıs 2005 Pazar

Aslen Özbek olan ve hâlen Fakültede görevli Davran’a teklif ettim. Beraber şehir merkezine gittik. Orada kasetçide benim için Özbekçe ve Kırgızca kasetler seçti. Giyim eşyalarının satıldığı pazaryerine girdik. Hanıma ve çocuklarıma buraları hatırlatan otantik hediyeler almak istiyorum. Maalesef istediğim gibi bir şey bulamadım. “Daha sonra başka yerlerden bakarım” diyerek Davran’ı daha fazla dolaştırmak istemedim. Davran, önünden geçtiğimiz, hemen hemen her tezgâha selâm verdi. “Davran, maşallah bütün satıcıları tanıyorsun” dedim. Meğer burada, Davran’ın çok sayıda akrabası ve tanıdıkları varmış. Esnafın büyük çoğunluğu Özbek asıllı imiş… Onlara selâm vere vere pazarın çıkış kapısına doğru yürüyoruz. Esnaftan bazılarının hararetli bir şekilde konuştuklarını gördük. Davran, “iki gün önce Özbekistan’da meydana gelen olaylardan ve Kerimov canisi tarafından öldürtülen yüzlerce kişiden bahsediyorlar” dedi. Pazaryerinde özellikle Andican kökenli insanlar çoğunluktaymış. Olaylara ilginin “bundan kaynaklandığını” düşündüm. Olaylar üzerine Özbekistan-Kırgızistan sınır kapılarının hepsi kapalı… Özbekistan tarafından kapatılmış. Giriş-çıkış olmadığından doğrudan haber alınamıyor. Bu sebepten de rivayetler çok fazla.

 

16 Mayıs 2005 Pazartesi

Bugün fevkalâde bir durum yok... Bir süre Fakültede zaman geçirdim. Akşamüzeri yakınımızdaki öğrenci kafesine gidip onlarla biraz daha samimiyet kurdum. Bir ara “Kırgız hocalara nasıl rüşvet verildiğini, nasıl sınıf geçildiğini” renkli bir üslupla anlattılar.

 

Buradan ayrıldıktan sonra, Celalabad’a geldiğimin ertesi günü arkadaşların yemeğe götürdükleri ASIL CAFE’ye şaşlık yemek için gittim. Ağaçlıklı bahçesi, dans pisti ve sörüleri olan bir mekân. Burada “şaşlık” yanında buraya has et yemekleri ve mantı da bulunuyor. Bir masaya oturdum. Garson kız sipariş almak üzere geldi. “Şaşlık” kelimesini unuttum. Farklı bir kelime kullandım her halde ki garson bir şey anlamadı. Değişik şekillerde, el kol işaretiyle şişi tarif etmeye çalıştım, faydasız. İngilizce söyledim, nafile. Elinde tuttuğu kalem ve kâğıdı işaret ettim. Bana uzattı. Ben de bir şiş ve üzerine dizili et parçaları çizmeye çalıştım. Anlamış göründü. Ben de elimle iki işareti (iki şiş) yapım. Sonra “çay?” dedi, ben de “Kök Çay” dedim. Kırgızistan’da lokantalarda veya evlerde, çay, her zaman, yemeklerden önce veya yemeklerle birlikte geliyor. Çayımı içmeye başladım. Biraz zaman geçtikten sonra, siparişi alan garson kız, elinde bir tepsi üzerinde, buralarda çok meşhur olan ve “Celalabad Suyu” dedikleri maden suyundan, birer litrelik 3 şişe su getirdi. Gayri ihtiyari güldüm. O da yanlış anladığını anladı. Tebessüm etti. Sonra nasıl oldu bilmiyorum ama şaşlık geldi. Ücretini öderken, kasadaki kız sordu “Amerikalı mısınız?”. “Hayır, Türkiyeli, Türk” dedim. “Anladım” der gibi başını salladı. Bu kadar yıldır değişik ülkelerde ve değişik insanlar içinde bulundum. Ama bu ana kadar beni, İtalyan’a veya Pakistan’lıya benzetenler çok oldu ama hiç Amerikalıya benzetilmemiştim. Amerikalıya benzetilmek hiç hoşuma gitmemişti.

 

 

20 Mayıs 2005 Cuma

Bir süredir bir fırsat bulup KRORT (ya da KURORT) denilen mevkiye gitmek is-tiyordum. Burası Celalabad’ı panaromik bir şekilde seyretme imkânı veren, ağaçlık bir yer. Şifalı suları varmış. Burası Celalabad’ın bir nevi kaplıcası yani tedavi merkezi durumundaymış. Şehir merkezinden 5 km kadar uzaklıkta. Ak-bulak, Eyüp-bulak ve Kız-bulak gibi isimlerle anılan pınarları varmış. Bu pınarlardan akan sular çeşitli hastalıkların tedavisine yardımcı oluyormuş. Deniz seviyesinden yüksekliği 1000 metre kadarmış.                                                       

“Eyüp Peygamber’in Makamı da oradaymış”. Merak ediyordum. Saat 18.00 civarında Fakültedeki öğretim görevlilerinden bir kaçı oraya gidecekmiş. Beni de davet ettiler. Bir arabayla şehir merkezinden geçip, bir tepeye doğru çıkmaya başladık. Yol kenarı antep fıstığı ağaçlarıyla yem yeşil. Yolda anlattılar: “Zamanın komünist ileri gelen idarecilerinden biri, bu bölgede kaliteli Antep fıstığı yetiştirilebileceğini düşünmüş ve her tarafa fıstık ağacı diktirmiş. Üç sene geçmesine rağmen ağaçlar mahsul vermemiş. Bunun üzerine ‘devlete zarar vermek ve kaynakları israf etmekten’ dolayı hapsedilmiş. Fakat ağaçlar dördüncü yılda fıstık vermeye başlamış. Bunun üzerine, hapisteki kişiye, fıstıkların yetişmeye başladığını ve kendisinin tahliye edileceği haberi ulaştırılmış. Haberi öğrenen mahkûm, heyecandan ölmüş”.

 

Kort’ta, yeşillikler arasında çeşitli binalar ve tesisler var. Tesislerin hemen giriş kapısı önünde, Kırgızların sembolü haline gelen büyük bir Kalpak (Kırgız şapkası) görünümünde bir dolmuş durağı yapmışlar. Burada resim çektirdim. 

 

Tesisler arasında, Celalabad’ı kuş bakışı seyretme imkânı veren PANAROMA isimli bir lokanta da var. Bu lokantanın üçüncü katından etrafı seyretmek çok keyif verici…

 

Giriş kapısının biraz ilerisinde bir LENİN heykeli gelenleri karşılıyor. Sağ elini yukarı kaldırmış. Ben de, heykelin kaidesi önüne geçip sol elimi kaldırarak bir poz verdim. Ben göremedim ama arkadaşlar gösterdiler. Şehir merkezindeki bir parkta bulunan Lenin heykelinin önüne geçtiğimiz günlerde COCA COLA ibaresinin yer aldığı, ampullerden oluşan ışıklı bir reklâm afişi asmışlar. Arka planda LENİN, önünde COCA COLA… Bu resmi de hafıza kartıma aldım. Çok ilginç…  Biraz ileride bahsedilen şifalı suların bulunduğu camekân yapı var. İçeri girdim. Sıcak, soğuk ve tuzlu çeşmeleri var. Her çeşmeden akan suyun tadına baktım. Birisi tam bir kaplıca suyu tadında… Bu sulara “Eyüp Suyu” diyorlarmış. Sebep de, hemen yakında bulunan ve camekân içine alınmış “Hazreti Eyüp Peygamber’in Makamı’nın burada kabul edilmesi olsa gerek” diye düşünüyorum.

 

Krort bölgesi aynı zamanda Enver Paşa’nın toplanma yeriymiş. Celalabad bölgesine gelen Enver Paşa, Türkistan’ı Komünizmin idaresinden kurtarmak için ta İstanbul’dan kalkıp buralara gelmiş, burada halkı teşkilatlandırıp, bağımsızlık mücadelesi vermiş. Topladığı adamlarıyla buradaki ormanlıkta karargâh kurmuş. Biraz daha etrafı seyrettikten ve dolaştıktan sonra şehre döndük.

 

21 Mayıs 2005 Cumartesi

Saat 20.00 civarında Fakülte yakınındaki Kafede oturuyorum. Dışarıda bir gürültü var. Biraz sonra içeri bir öğrenci girdi. Yüzü ve gömleği kan içinde, dişi kırılmış. Biraz sonra öğrendik ki bu öğrencinin evine giren yüzleri maskeli 3–4 kişi, eşyalarını ve paralarını alıp bu öğrenciyi iyice dövmüşler. Olay hemen yakınımızdaki polis karakoluna intikal ettirildi. Buradaki polisin, bu vaka ile ilgili, her hangi bir şey yapacağına ihtimal veren de yok.

 

Kırgızistan’a geldiğim günden beri her Cumartesi akşamı, mutad üzere, Adapa-zarı’ndaki arkadaşlarımın toplanıp yemek yaptıkları, stres atma merkezi AŞHANE yöneticisi Harun hocaya “Tanrı Dağları’ndan Aşhane mensuplarına selamlar gönderiyorum” mealinde mesajlar gönderdim. Asıl adı bu olmamakla birlikte “Aşhane”, deprem sonrası arkadaşlarımızın toplanma mekânı ihtiyacını gidermek için kullanılan, bir arkadaşımızın evinin zemin katının adı. Burada zaman zaman 50–60 kişi toplanır, ızgara yapılır, çay içilir ve gündem konuları tartışılır…

 

22 Mayıs 2005 Pazar

Birkaç gün önce, Nermin Hanım ve Okan Beyle birlikte ARSLANBAP (Arslanbap-Arslan Baba) denilen yere gitmeyi kararlaştırmıştık. Arslanbap bir köy. Ancak bu köyde meşhur bir türbe var. Köy, bu bölgeden geçen Tanrı Dağları’nın hemen eteğinde kurulmuş. Taksici Numan’a (Numan Eke) söylemiştik. Bugün sabah 9.00’da Fakülte önüne gelip bizi alacaktı. Numan, saatinde geldi. Arkadaşlar oraya giderken “yiyecek içecek malzemelerimizi yanımızda götürmemizi” tavsiye etmişlerdi. Önce şehir merkezindeki Pazaryerine gittik. Arslanbap’ta “DIMLAMA” denilen ve buralarda çok meşhur olan bir yemeği yaptıracaktık.

 

Dımlama, koyun eti, patates, soğan, havuç ve lahana gibi malzemelerin bir kap içinde harmanlanarak fırında pişirilmesiyle yapılıyor. Bu malzemelerin yanında iri bir kuyruk yağı da bulunuyor. Malzemelerimizi aldık ve Bişkek yoluna çıktık. 40–50 km sonra, daha önceden gezdiğim BAZAR KURGAN’a geldik. Biraz ilerideki Sovetski köyüne geldikten sonra ana yoldan ayrılıp, sağa, Arslanbap yoluna girdik. Yolun büyük kısmı asfalt. Bir köye yaklaşırken “ceviz ağaçları tüneli”ne girdik. Yolun iki tarafı ceviz ağaçlarıyla donatılmış. Numan Eke, bunların “en az 50 yıllık olduğunu” söyledi. Görüntü fevkalade güzel ve etkileyici… Görülmeye değer bir manzara... Tanrı Dağları’nın eteğine doğru, bir nehir boyunca, ilerliyoruz. Etrafta çok sayıda hayvan sürüleri otluyor. Etrafımız yem yeşil halı serilmiş gibi tepeciklerle çevrili... Bazı tepeciklerde heyelan görüntüleri var... Yeşilliğin içinde zaman zaman heyelan görüntüsü toprak kaymaları işaretleri görülüyor. Tanrı Dağları’nın toprağı çok yumuşak… Bişkek’ten gelirken ve Bişkek’e giderken de görmüştüm. Dağlardan ana yola sürekli olarak taş ve kaya parçaları düşüyor. Trafikteki araçlar için ciddi bir risk. Bu güzel manzaraları seyrede seyrede Arslanbap köyüne ulaştık. Burası küçük bir yerleşim yeri… İçinden büyük bir dere akıyor. Bir kısmı yıkılmış bir köprüyü geçerek, merkezdeki minaresi olmayan büyükçe bir cami önünde durup arabamızı park ettik. Numan Eke, türbenin “caminin arka tarafında olduğunu” söyledi. Türbeyi ziyarete gidiyoruz. Kapı kilitli... Buraya gittiğimizi gören bir zat yanımıza geldi. “Hoş geldiniz” dedi. Kendimizi tanıttık. “Türkiye’den geldiğimizi” söyledik. Davranışlarından türbenin bakıcısı olduğunu anladım. Arslan Baba, Şeyh Ahmet Yesevi’nin hocasıymış. Özbekistan’da, Kırgızistan’da ve Kazakistan’da, kendisine izafe edilen 8 adet türbe bulunuyormuş. Arslanbap köyü ve civarındaki meskûn insanların çoğunluğunu Özbek Türkleri teşkil ediyormuş. Özbekistan ve Kırgızistan’ın her yerinden buraya yoğun ziyaretçi akını varmış. Köye yaklaştığımız sıralarda yolun bazı kısımları çok bozulmuştu. Hatta çok çamurlu bir yerden geçerken, arabamızın çamura saplanacağını sandım. Ama şoförümüz yola alışkın... Numan Eke, “Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov, burasının Özbekistan’a verilmesi karşılığında yolu yapacağını ve çevreyi düzenleyeceğini ancak bu teklifin Kırgızlar tarafından reddedildiğini” söyledi. Bizi karşılayan zat, çıkışımızda Kur’an okudu. Dua etti.

 

Özbekçe yapılan duanın hemen hemen hepsini anlıyordum. Dua sona erdiğinde hepimiz “Âmin” dedik. Türbe ile cami arasında bir meydan var. Burada 20–30 kadar kadın yemek pişiriyorlar. Kadınlar rengârenk giyinmişler. Bu insanlar, burayı gelen ziyaretçilerden bir kısmı imişler… Sofralarına bizi de davet ettiler. Kabul edip hep beraber sofraya oturduk. Yemekten sonra çay getirdiler, ikram ettiler. Toplu olarak bir resim çekmeyi teklif ettim. Hemen kabul edip, kamera karşısına geçtiler. Resim çektirmeyi çok seviyorlar. Kendilerine veda edip ayrılıyoruz.

 

Meskûn mahallin dışında, dağlara doğru meşhur bir şelalenin olduğunu söylediler. Numan Eke’ye, “oraya da gidelim” dedik. “Yol çok kötü. Normal arabalarla gidilemez. Oraya ancak Niva dört çekerlerle gidilir” dedi. Biz de, meydanda bu tür seyahatler için bekleyen bir Lada Niva şoförünü bulduk. Numan Eke, bizim adımıza pazarlık yaptı. 100 soma anlaştık. Numan Eke, “arabada 5 kişi zor olur. Şoför sizi götürsün, ben burada DIMLAMA işini halledeyim. Döndüğünüzde hazır olur” dedi. Biz de kabul edip arabaya bindik. Köyün bozuk yollarını geçtikten sonra, çok uzak olmayan bir yerde durduk. Arabanın gidebileceği yer ancak buraya kadar. Bu sefer Niva şoförü bize refakat etti. Şelaleye kadar geldi. Yol çok dar bir patika. Suyun yüksek bir yerden aşağı süzüldüğünü görüyoruz. Manzara çok güzel… Orada Oş’tan burayı ziyarete gelen bir öğrenci grubu da vardı. Bizim Türkçe konuştuğumuzu duyunca, onlar da bizimle Türkçe konuşmaya başladılar. Oş’da üniversite öğrencisiymişler. Dönüşte yol boyunca birlikte yürüdük. Niva ile ayrıldığımız yere döndük. Gördüğümüz şelalenin çok daha yukarı kısmında, ancak at sırtında gidebileceğimiz büyük bir şelale daha varmış. Ancak bizim oraya gitmemiz mümkün değil. Numan Eke, yemeklerin hazırlığını tamamlamış ve AŞKANA isimli lokantada pişirtmiş. Bahçedeki SÖRÜLERİN birine oturduk. Yemek ve çay faslını tamamladık. Hareket etmeden önce camiye gidip ziyaret ettim. Çok temiz ve bakımlı. Tuvaletleri, “Osmanlı Usulü” yani Ala Turka... İçeriye ağır bir koku hâkim... Bölgenin kışın çok soğuk olmasından dolayı olsa gerek, tuvaletin abdest mahallinde elektrikli rezistansı ile ısıtılan büyük bir bidon var. Sıcak su buradan alınarak ibriklere dolduruluyor ve bu su taharette kullanılıyor. Çıkışta buranın görevlisi olduğunu sandığım birine para vermek istedim. “Hayır, siz MİHMAN’sınız, olmaz” dedi. Mihman, “misafir-konuk” anlamına geliyor.     


Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.