Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1831
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10765
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 755
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
Turan Kavimlerinin Göçü -1-
Turan Kavimlerinin Göçü KAROLY CZEGLEDY Tercüme Prof. Dr. Günay Karaağaç Kitap Hakkında Macar bilgin Karoly Czcgledy’nin bu eseri. 1969 yılında, “Nomad nepek vandorfula – Napkelettal Napıyugatig” adıyla Budapeşte’de yayımlanmıştı. Geniş bir coğrafyada, uzun devirleri özet halinde konu edinen bu eser, 1983 yılında, Peter B. Golden tarafından, (“From East to West: the Age of Nomaclic Migrations in Eurasia”, Arclıh’mn Euraside Medü Ae,·i 111, s.25125.) adıyla İngilizceye aktarılmıştır. Macarca aslından Prof. Dr. Günay Karaağaç tarafından Türkçeye tercüme edilen eser, tercümenin bittiği günlerde, Amerika’da yaşayan Macar dostumuz Erdy Miklos’tan, eserin 1983 yılında İngilizceye de tercüme edildiğini ve bu tercüme sırasında, Karoly Czegledy’nin izniyle, eserinin bazı bölümlerine müdahalelerde bulunulduğu öğrenilmiştir. Bunun üzerine, eseri İngilizceye aktaran Peter B. Golden ile temasa geçerek, bu tercüme nüshanın göndermesi rica edilmiş, kısa bir süre içinde, P. B. Golden, tercümeyi, başarı dilekleriyle birlikte göndermiştir. Bu yardımlarından dolayı, Erdy Miklos’a ve Peter B. Golden’e Günay Karaağaç teşekkürlerini sunar. ÖNSÖZ Bozkır halklarının göçü, Avrupalı çağdaşlarının düşüncesine göre, Avrupa’nın doğu kapısında, Ural dağları ile Hazar denizi arasında bir yerlerde başladı. Bu halkların ürkütücü orduları, İskitya sınırları ötesindeki bölgeden ileriye doğru yayılarak, Avrupa halkları üzerine yıkıcı bir kasırga gibi çöktü. Eski yazıcılar, İskitya’nın bu uzak “iç” bölgelerine dair herhangi bir bilgileri olmadığı için, bu tehlikeli göçerlerden efsanevi bir dille söz ettiler. Grek-Latin kaynaklarında, efsanelerden çok, göçerlerin bu hareketlerinin ardındaki coğrafi ve tarihi gerçekliği arayan ilk tarih bilginlerinin işi hiç kolay olmadı. Bu alandaki yardım, XVIII. Yüzyıl boyunca, Çince kaynakların sağladığı bilgilerden geldi; Geçen yüzyılın ortasından başlayarak, bir dizi başka doğu dilinin tanınmasıyla, gittikçe zenginleşen yeni veriler ortaya çıktı. Klasik yazarların şüphe ettiği, göçerlerin doğudan, Asya’dan Avrupa’nın doğu kapısını ve Volga’yı geçerek batıya ulaştıkları konusu, şimdi artık bilimsel bir gerçek durumuna gelmiştir. Ayrıca geniş otlakların dünyası olan bozkır kuşağının Avrupa ile Asya’yı birbirine bağladığı ve Avrupa’da ortaya çıkan benzer halk göçlerinin Asya’nın bozkır bölgelerinde de gerçekleştiği, açıkça belirlenmiştir. XVIII. yüzyıl tarihçileri, iki kıtadaki halk göçlerinin birbirinden bağımsız gerçekleşmediğini, Avrupa’daki göçlerin, aslında Asya’da başlayan büyük hareketlerin son dalgaları olduğunu hissetmişler; Avrupa Hunlarının yanı sıra Asya Hunlarından, Avrupa Avarlarının yanı sıra da Asya Avarlarından söz etmeğe başlamışlardı. Doğu ve batı göçerlerinin birbirleriyle bağlantılı olması ise, pek çok tarihi ve coğrafi problemi ortaya çıkardı. Bu problemlerin çözülmesi, Türk runik yazıtlarının çözüldüğü, hemen ardından İngiliz, Rus, Alman, Fransız ve Japon bilim heyetlerinin eskiden unutulup terkedilmiş diller ile umulmadık yeni tarihi kaynakları elde ettikleri ve bunun ardından, kaybedilmiş parlak bir medeniyetin ana çizgilerini açığa çıkarmağa başladıkları geçen yüzyılın sonlarında başladı. Bozkır tarihini araştıranlar bu yazıtların çözümlenmesiyle birlikte ve Aurel Stein, Paul Pelliot ve başkalarının Tarım havzası şehir yıkıntılarından getirdikleri bulguların yayımlanmasını, dinmez bir heyecanla beklediler. Yeni bulunan kaynak malzemenin yayımlanması onlarca yıl sürdü. Bu arada, Sovyetler Birliği’nde daha yeni bir keşif çalışması başlatıldı. İkinci Dünya Savaşı ‘ndan önceki yıllarda, Aral gölü çevresinde ve bugünkü Semerkant bölgesinde, tarihten silinmiş iki İrani halkın, Harezmliler ve Soğdların edebi yadigarları ortaya çıktı. Ayrıca, Tacikistan bölgesindeki Baktriya diline ait yazılı bulguların derlenmesi ve çözülmesi çalışmaları halen sürmektedir. Sovyet ve Fransız arkeoloji heyetlerinin çalışmaları sırasında, bozkıra komşu bölgelerde elde edilen arkeolojik, antropolojik ve nümizmatik bulgular, büyük ölçüde artmıştır. Sonuçta, artık o kadar çok yeni bilgi toplanmıştır ki değişik kaynakları karşılaştırmamızın zamanı gelmiştir. Gerçekte ise, bir ve aynı halk, bir ve aynı kavim birliği, aynı olay, belirli bir ticaret veya sefer yolu, vb. hakkındaki yazılı belgelerin arkeolojik, nümizmatik ve antropolojik sonuçlarını da mümkün olduğunca dikkate alarak araştırmaya kalkışmak, nefes kesici bir iştir. Filolojik olarak da adlandırabileceğimiz bu karmaşık araştırma tarzı, bozkır halklarının sosyal hareketlerinin ve ekonomik ilişkilerinin daha yoğun bir araştırmaya doğru yönelmesinin ilk adımıdır. Benim bu çalışmam, bozkır tarihinin en yeni kaynaklarının filolojik incelemesiyle, bu vazgeçilmez tarihi ve coğrafi malzemeye dayanarak, bir gün bozkır hayatının gelişmesini bütün ayrıntılarıyla tasvir edecek olanlara hizmet sunmak amacını taşımaktadır. Çöllerin kumlarında ve Asya’nın diğer gizli köşelerinde elde edilen kaynaklara dayanarak, Avrasya bozkırlarında, bizden önce ne tür önemli problemlerin ortaya çıktığına işaret etmeğe çalışacağım. Göçer halkların gün doğusundan gün batısına doğru gerçekleşen göçlerinin, Asya Hunlarının göçüyle başlayan Hazarlar devrine kadar, yani M. Ö. Il. yüzyıldan M. S. VI. yüzyıla kadar süren devresinden söz etmek istiyorum. Okuyucuyu, Avrasya bozkırları tarihinin bu geniş çağları hakkında, (başkalarının araştırmaları yanında kendiminkilere de dayanarak) en yeni bilimsel çalışmalarla bilgilendirmek, Hunları ve Avarları Karpat havzasına götüren yola yeni bir ışık tutmak istiyorum. Bu geniş devrenin daha sonraki bölümü, Hazar devletinin ortaya çıkışına yol açmıştır. Hazar devletinin oluşumuyla ve Hazarlara komşu olan topraklarda Macarların ortaya çıkışıyla, bozkırın tarihinde yeni bir devir başlar. [Bu satırların yazarı, her şeyden önce, göçer araştırmalarının Budapeşte ekolünü kuran ve kaynakları dil ve eleştiri temeline dayalı çağdaş yöntemle inceleyen akademisyen Lajos Ligeti’ye şükran borçludur. Onun çalışmaları olmadan, çağdaş ve bütünlük taşıyan bir bozkır tarihi araştırması, bugün zor mümkün olurdu. Eserin tamamlanması için verdiği tavsiyeler nedeniyle kendisine teşekkür ederim. Bu küçük cildin hazırlık malzemesinin derlenmesinde Hona Kovrig, değerli yardımlarda bulundu; ona içten teşekkürlerimi sunarım.] *** GİRİŞ Avrupa ile Asya arasındaki doğal sınırı, Ural dağlık bölgesi ile Ural ırmağı oluşturur. Ural dağlarının 1500 kilometreden daha uzun olan dizisi ise, hiç bir yerinde, dağların iki yanında oturan halklar için aşılamayan bir engel ortaya çıkarmaz. Dalga dalga ortaya çıkan halk hareketleri, Uralların üzerinden kesintisiz sürmüştür. Bu göçlerin yavaşlığının ve nispeten sınırlı ölçülerde oluşunun sebebi, Ural dağlarının, Avrasya kıtasının daha kuzey bölgelerini de içine alan ormanlıklara kadar yayılmasıyla, ormanlık bölgenin balıkçı, avcı ve toplayıcı hayat tarzını sürdüren halklarının yer değiştirmelerinin genellikle çok uzun bir zaman dilimini gerektirmektedir. Ormanlık bölgeye, hem Avrupa’ da ve hem de Güneybatı Sibirya’da geçici bir maki kuşağı katılır; Güneyde ise, açık ve otlarla kaplı bozkırlar, Macaristan’ daki Nagyalföld’ den bütün Moğolistan’ a ve Çin seddine kadar uzanır. Ukrayna’nın bütün güney bölgesi, Don ve Volga arasındaki düzlük, kuzeyde Saratov ve Kuybişev ‘e kadar uzanan bölge, güneyde ise Don’un aşağı kısmı, Volga ve Kafkaslar tarafından kesilen büyük saha, bu açık ve otlu bozkıra aittir. Don ‘un yukarı havzasının çevresi, ağaçlık bozkır kuşağındadır ve daha doğuya doğru Volga, Kama’nın aşağı havzası ve Byelaya ırmağı arasındaki bölgede de ağaçlıklar ve ormanlar yer alır. Volga’nın aşağı havzasından doğuya doğru heybetli şekilde yayılan Kazak bozkırları, Avrupa’nın açık ve otlu bozkırlarının Asya’daki uzantısını oluşturur ve tam olarak Altay bölgesine kadar uzanır. Kazak bozkırlarını, güneyde Hazar denizi, daha ileride Aral ve Balkaş gölleriyle Sir Derya ve Amu Derya çevresinde ve bugünkü Türkmen bölgesinin büyük kısmında, otlu ve kumlu düzlükler izler. Altay ve Tanrı dağları arasındaki Çungarya kapısı, Kazak bozkırlarını, büyük kısmını kuzeydeki Gobi çölünün kapladığı Moğol bozkırlarına bağlar. Çölün güney sınırında, Çin’in kuzeybatı yöresinde, Sarı ırmağın büyük kıvrım bölgesinde ve onun batısında yer alan Nanşan dağları eteklerinde ise, göçer hayat tarzına elverişli ovalık bölgeler yer alır ı. Bozkır sakinleri için, sadece büyük ırmaklardan geçmek, ciddi; fakat üstesinden gelebildikleri güçlükler doğurduğundan, açık ve otlu bozkırlarda, genellikle çok kısa aralıklarla, büyük ölçeklerde halk göçleri oldu; Türk ve Moğol kavimler birliğinin altın çağında ise, bütün Avrasya bozkırları, tek ve büyük bir göçer imparatorluğunun etkisi altına girdi. Kaynaklarımıza göre, bozkırların önemli bölümünü elinde tutmuş olan ilk büyük göçer halk, Hint-Avrupalıların Trak-Frik grubuna bağlı olan ve Güneydoğu Avrupa’da yaşayan Kimmer halkıydı (M. Ö. XII-VIII. asırlar). Kimmerlerden sonra yine Avrupalı; fakat İrani gruba bağlı olan ve yerleşim alanları, Kazak bozkırlarının batı ve orta bölümünde, Aral’dan ve Sir Derya’dan kuzeye doğru olan bölgelere de yayılan İskitler, bozkır ların batıda, Avrupa’ da yer alan bölümünü ele geçirdiler (M. Ö. VIIl-III. asırlar). Daha doğuda, Pamir vadilerinde ve Tiyenşan çevresinde, İskitler ve daha sonraki dönemlerde, İrani dilli göçer kavimlerden olan Sakalar oturdular; Başka kavimler ise, uzak kuzeydoğuya, Altay ve Sayan dağları çevresinde bulunan Güneybatı Sibirya’nın çalılık bozkırlarına göçtüler. Avrasya bozkırlarının İrani göçer sakinlerinin topluluk adı, Greklerde İskit (skit) Farslarda ise Saka (saka) idi. Kuzeybatı Çin’in komşuluğundaki bozkır bölgesinin güneydoğu sınırları, M. Ö.II.asır boyunca, Hint-Avrupalı olup da İrani dil konuşmayan Toharların elindeydi. Bozkırların Karpatlar ile Sir Derya arasındaki bölümünde, M. Ö. III. yüzyılda, İskit kavim grupları arasında yer alan Sarmatlar ortaya çıktı. Bu tarihten başlayarak, M. S. IV. yüzyıl ortaiarına kadar, eski İskit ülkesinde, yani bozkırın batı ve orta kısmında, Sarmatlar yönetimi ellerinde tuttular. Bu büyük sahanın doğu kısmı, önce Aors, daha sonra ise M. S. 30’dan başlayarak Aorsların içinden çıkmış bir kavim olan Alanların yönetiminde kaldı. Nihayet M. S. 370’lerde, İrani dilli göçer halkların bozkırlardaki hakimiyetine kesin olarak son veren, Avrupa’daki kavimler göçünü başlatan ve dünya tarihi açısından büyük önem taşıyan Hun akınları, doğudan, Alan kavimlerine ulaştı 2. 2 Hunların dramatik hareketlerinin Avrupa’daki geniş rolü, ancak bir yüzyıl (M. S. 370-470) sürdü; Korkunç akınlarının hatırası ise, Bizans ve batılı tarih yazıcılarının düşünce dünyalarını yüzyıllarca meşgul etti. Böylece, VI. asırın ortalarında, daha yeni bir göçer halk olan, Avarlar, İskit ülkesinden Avrupa’ya ulaştığı zaman, batılı din adamları bize Hun adını ulaştırdılar; Fakat üç yüzyıl geçtikten sonra, IX. Yüzyılda, Avar imparatorluğunun dağılmasından sonra Doğu Avrupa’da ortaya çıkan Macarlara da “Hun” dediler. Bir buçuk yüzyıl daha geçtikten sonra, bu devrin göçer Macarları, Hıristiyanlığı kabul ettiler; onların çocuklarından birçoğu, rahiplik abasını giydiler. Batılı keşişlerin, Macaristan’ da geçen yüzyılda sık sık dile getirilen, Macarların da İskityalı veya “İskit” Hunlarından oldukları görüşü egemen oldu. Böylece Macarların yurt tutuşu, Attila ile Avarlarınkinden sonra, Hunların Avrupa’da üçüncü yurt tutuşları olmuştu. Daha XVI. Yüzyılda, Macarların, Urallar çevresinde yaşayan Vogullar ve Ostyaklarla dil akrabalıklarının ortaya çıkmasına karşılık, XVIII. yüzyıl sonundaki Macar dilcileri, Fin-Ogur dil ailesinin ayrı kollarının ortak köklerini, müstakil dalların birbirleriyle olan bağıntılarını ayrıntılarıyla açıklayarak, zorlayıcı ve kesin bir şekilde ispatladılar. Macaristan’ da ise, Macarların atalarının İskitya Hunları arasında çıktıkları ve bilimsel açıdan aydınlatılması uzun bir zamanı gerektirecek olan Macarların Hun kökenli oldukları şeklindeki orta çağ görüşü, XIX. yüzyıl sonuna kadar hakim oldu. Volga çevresindeki çalılık bozkırda yaşayan Macarlar, belgelerin gösterdiğine göre, Hunların batıya çekilişlerinde bir rol oynamadı; çünkü açık bozkırlara yönelen hareket, M. S. 370’te henüz gerçekleşmemişti. Buna karşılık, Macarların, Hun imparatorluğunun çöküşünden sonra, M. S. 463 civarında Avrupa’ya ulaşan On-Ogurlar ile ilgileri vardı. Macarların pek çok Avrupalı halkın dilinde On-Ogur adını alışını burada aramamız gere kir3. On-Ogurların ve bütün Ogur halklarının Avrupa’ya ulaşması, bozkırlar tarihinin yeni bir çağını başlatır. Bu olayla birlikte, beş yüzyıldan fazla süren Hun tarihi, Asya’da da Avrupa’da da kesin şekilde sona erer. Çin’in kuzey sınırında, M. S. V. yüzyıl boyunca da yeni hanedanlar kurabilen Asya Hunları, başka halklarla birleşerek daha küçük devletler kurdular ve kuzey Çin sınır bölgesinin Hun asıllı olmayan nüfusu içinde eridiler. On-Ogur göçlerinin arkasında, daha sonraki Hunların Çin sınırında gerçekletirdikleri savaşlar değil, Gobi çölünün batı sınırında, Avarların yönetici rolü oynadıkları yeni ve büyük İçAsya kavimler birliğinde ortaya çıkan olaylar yatar. Hun göçlerinin ve bu göçleri izleyen olayların derinlemesine gözden geçirilmesi, eski Macar tarihi açısından, önem taşır; çünkü Macarlığın bozkır tarihiyle olan ilişkisinin arkasında bu olaylar vardır. Bu işle uzun süredir ilgilenen uluslar arası çalışmalar, bu büyük halk göçlerinin tarihinin yalnız Avrupa’daki bölümünü, ayrıntılı bir şekilde tanımaktadır. Kısmen Kazak bozkırlarında, kısmen de bozkırların doğu, İç-Asya kısmında daha önce ortaya çıkan olaylar hakkında, elimizde, ancak çok azı bilinen ve şimdiye kadar, yeterli şekilde eleştiri süzgecinden geçirilmemiş ve birleştirilmemiş veriler bulunmaktadır. Bu eserin başlıca amacı, tam olarak, bozkırları konu edinen yazılı kaynaklardaki bilgilerin eleştirici bir şekilde gözden geçirilmesi, yani Hun, On-Ogur, Savir ve Avarların göç şartlarının açıklanması ve araştırmalar için kullanılabilir hale sokulan verilere değişik gözle bakılarak bu göçlerin izlenmesidir. Hunların batıya göçleri ve Avrupa’daki rolleri, beş yüzyıldan fazla sürmüş olan Hun tarihinin bitirici hareketleriydi. 1. S. 370’Ierden önceki Hun tarihi hakkında, ayrıntılı olarak, sadece, onlara Hiung-nu adını veren Çinliler bilgi verir. Hunların İç-Asya’ da, Gobi çölünün kuzey ve güney sınırlarında imparatorluklar kurmaları, M. Ö. III. yüzyıl boyunca hep sürmüştür. Bu tarihlerden sonra akınlarının yönü, bir bölümüyle güneye, Çin’e, diğer bölümüyle Çin’in kuzeybatı sınırında ve Tanrı dağları bölgesinde oturan halklara çevrilmiştir. Çin tarih yazıcıları, Hiungnulara karşı yapılan savunma savaşları hakkında ayrıntılı kayıtlar tuttular. Tarihçiler Hiung-nuların, Moğol bozkırlarından hareket ederek, çeşitli vesilelerle, bozkırların, batıya düşen güneybatı Sibirya’daki kısımlarını ele geçirmeyi denediklerini de zikrederler. Çin tarihinin kaynakları. ve bütün ürünleriyle birlikte Çin kültürü, misyonerlerin çalışmaları sonucu XVIII.yy. Avrupa’sında artık biliniyordu. Bu kaynaklar, Çin kaynaklarının Hiung-nularında veya Asya Hunlarında Macarların atalarını keşfetmenin umulduğu yer olan Macaristan’daki kadar bir ilgiyi, hiç bir yerde uyandırmamıştı. Beş yüzyıl (M. S. 350’ye) kadar İç-Asya ve Kazak bozkırlarının tarihi coğrafyasını belirleyen Asya’daki büyük Hun istilası, M. Ö. 174’lerde ortaya çıktı ve Çin’in kuzeybatı komşusu olan Toharlara yöneldi. Toharlar, Hun akınlarının önünden kaçarak batıya, Tanrı dağları bölgesine ilerlediler ve Saka kavimlerini tebaları arasına katarak, M. Ö. 129’da Sir Derya ve Amu Derya’yı geçerek Soğdiya ve Baktriya’yı ele geçirdiler. Bugünkü Buhara ve Semerkant çevresinde ve Zerefşan ırmağı vadisinde yaşayan Soğdlar ve onların güneyinde, Kuzey Afganistan ve Amu Derya çevresinde yaşayan Baktriyalılar, Tohar istilasından önce, Büyük İskender’in Hindistan seferi sırasında doğu bölgelerine yerleşmiş bulunan Grek krallarının idaresi altında idiler. Tohar istilasından sonra, Afganistan’ın kuzeydoğu bölümünde, istilacı göçerler ve Kuşan hanedanı, hakimiyeti ele geçirdi. Kuşanlar, İran ve Hindistan arasındaki bölgede, M. S. III. yüzyıla kadar hüküm sürdüler. Toharların Soğdiya ve Baktriya’ daki istila ve rollerini, Avrupa’daki Grekler de dikkatle izlediler; Bu nedenle, istilanın ayrıntıları üstüne Grek tarih yazıcıları da bunun sonucunda da bilgi aktarır. Ne yazık ki Çin ve Grek kaynakları, Toharların Baktriya’ya göçleriyle ilgili olan aynı halkları aynı adla anmazlar; bunun sonucunda da iki kaynak (Çin ve Grek) grubunun bilgilerinin birleştirilmesi ve kullanılması, olağanüstü güçlüklerle karşılaşır. Bu eserin ilk bölümleri, önemli bir kısmı çözülemez durumda olan bu soruları ele almaktadır ve eserin egemen düşüncesi, zikredilen halk hareketlerinin son safhasında, göçerlerin Soğdiya ve Baktriya’ya yerleşmelerinde, Toharlar ve Sakalar dışında, çok önemli, hatta bir süre baş rol oynayan Asi halkını da konu edinmektir. Asiler, Çinlilerin Kangkü adıyla zikrettikleri, Sir Derya’nın orta yatağının, kuzeyinde Kazak bozkırlarının güney sınırında Çu vadisinde yer alan ülkenin sakinleriydi. Asiler ise, sadece Kangkü’nün güneyine, Baktriya yönüne değil, M. S. 1. Asrın ortalarında batıya, Volga ve Kafkaslar yönüne de yayılmışlardı. Batıya yönelen istilalar sonucu, Asi adına, daha sonraları Kafkaslar bölgesinde yaşayan Alanlarda da rastlıyoruz. Aynı ad, daha sonra As, Macarcada ise Yas şekliyle ortaya çıkar. Asların bazı grupları, orta çağ boyunca tarihi kaynaklarında sık sık ortaya çıktıkları Macarların ülkesine de ulaştılar; buradaki coğrafi adlar, Asların yerleşim bölgelerini göstermektedir. Macaristan’daki Yasların, bundan iki yüzyıl öncesine kadar eski Alanların diline çok yakın olan bir İrani dille konuştuklarını gösteren kısa bir Yas-Latin söz dizininin Macaristan’da ortaya çıkışı ise, ancak bir kaç yıllıktır. Kazak bozkırlarının M. Ö. II. – M. S. iV. yüzyıllardaki tarihinden bilgi sunan Kangkü ile ilgili Çince ve Farsça veriler, biricik kaynaklarımızdır. Bu kaynaklardan biliyoruz ki M. S. 350 öncesinde, Gobi çölünün çevresinde yaşayan Hiungnular, iki vesileyle Kangkü bölgesine yönelmişlerdir. Önce M. Ö. 43 ve 36 arasında, Doğu Kangkü’de kısa ömürlü bir imparatorluk kurduklarında; İkincisinde ise, M. S. 91 ‘de İç-Asya’dan batıya göç eden Hunlar, tekrar Kazak bozkırlarının güney kısmında Çinlilerin görüş alanından uzaklaştıkları zaman. M. S. 370’lerde Avrupa’ya ulaşan Hunlar, M. S. 91 ‘de, Kazak bozkırlarında ve çevre bölgelerde yerleşmiş Hunların torunlarıydı. Kazak bozkırlarındaki Hunları, M. S. 350’lerde doğudan gelen bir saldırı, daha zorladı. Bu halk hareketleri de, sadece Hun tarihinin değil; fakat bütün bozkır tarihinin en karmaşık olayları içinde yer alır. Burada, çözülmemiş bir dizi soru, çözüm beklemektedir. Bunlardan en önemlileri şu biçimde sıralanabilir: Hunlara Kazak bozkırlarını terkettiren halk, hangi halktır ve M. S. 350’lerde ve sonraki yıllarda, bozkırın güneyinde, Soğdiya ve Baktriya’da neler olmuştur? Kaynaklarımızın güneyde de göçer bir halkın istilasına işaret etmelerine rağmen; şimdiye kadar ne saldıran kavimlerin kaynağını, ne de saldırıdan sonra meydana gelen olayların zaman sırasını uygun şekilde açıklamak mümkün olmuştur. Aslında, durum, genellikle ortaya konulduğu kadar belirsiz değildir. Bu eserin diğer bölümleri, bilinen eski ve yeni kaynaklardan çıkarılmış bilgilere, sikke ve yer adlarından sağlanmış olan verilerin eş değerli tanıklığına dayanarak, M. S. 350’lerde Altaylar tarafından Kazak bozkırları yoluyla Avrupa’ya ulaşarak burada yaşayan Hunları göçe zorlayan Uar ve Hun kavim gruplarından oluşan kavimler birliği üstüne açıklamalar getirmeyi denemektedir. Avar-Hunlar ise, Hunları, Avrupa’ya kadar izlemişler; Kazak bozkırlarından güneye, Sir Derya ve Amu Derya üzerinden Soğdiya’ya ve kuzeydoğu Afganistan’a yönelerek, Kidarit hanedanını deviren Kuşanları sıkıştırmışlardır. Çevre halkların yazılı kaynakları, bu tarihten itibaren onları, burada, Kuzeydoğu Toharistan’daki yeni vatanlarında Var veya Hun (Çon, Hyon) adıyla anarlar. 467’den sonra, Farslar Batı Afganistan’daki Kidarit hakimiyetini tamamen yıktıkları zaman, Avar-Hunları da yeni bir hanedanın, Heftal-lerin hükümranlığı altına girdiler. 467’den 557’ye, Avar-Hun imparatorluğunun varlığının sonuna kadar, kaynaklarımız, Avar-Hunları Heftalit adıyla zikrederler. Çevre halkların yazılı belgelerinin, Toharistan’ da yerleşmiş Var-Hunların “Hun” adını, Çince Hiungnu ile Batı dillerindeki Hun arasında yer alan ve şimdiye kadar yalnız tahmin edilen, bu aynı adın iki şeklinin ortak kökenli olduklarını kesin olarak kanıtlayan şekillerle ölümsüzleştirmiş olmaları, bozkırların tarihi açısından çok önemlidir. Çin ve Bizans kaynaklarını birleştirerek, Var-Hun kavim birliğinin kaynağına daha da yaklaşabiliyoruz. Bir başka Çince kaynak da, 350’lerde Baktriya’ya giren Var-Hunları, Juan-Juan diye adlandırır. Biliyoruz ki,Juan-Juan, Hiungnular ve Siyenpilerden sonra, M. S. iV. yüzyıl boyunca Gobi çölü çevresinde, bozkırın İç-Asya bölümünde hakimiyeti ele geçiren o büyük kavimler birliğinin Çince adıdır ve bu kavimlerin tarihini, Çin kaynakları ayrıntılı olarak bildirmişlerdir. Buna karşılık, Bizanslıların, Juan-Juan tarihinin son olaylarıyla daha geç tanışmaları, bozkırların tarihi açısından çok önemlidir. Bizanslılar, büyük İçAsya halkının Avrupa’ya göç eden gruplarını, Avar olarak adlandırırlar; fakat Bizanslıların tekrarlanmış ve açık bilgilerine göre, Avrupa’ya ulaşan Avarların da, yukarıda anılan İç-Asyalı Juan-Juanlar gibi, Var (Avar) ve Hun (Chunni, Çon) adını kullanan iki büyük kavim grubu vardı. Kısacası, Asyalı Hun kavimleri, Hiungnu imparatorluğunun yıkılışından sonra hiçbir iz bırakmaksızın yok olmadılar. Yukarıda aktarıldığı gibi, bazı kavim grupları, Kazak bozkırlarında M. S. I. yüzyılın sonundan 350’ye kadar yaşadılar, ardından Avrupa’ya yöneldiler;geriye kalan diğer kavimler ise, Moğolistan’ın yeni ve büyük kavimler birliği olan Juan-Juanların (Avar-Hunların) birliğinde eridiler ve Avar kavimleri yanında ikinci ve önemli bir kavim grubunu oluşturdular. Asya’dan Avrupa’ya yönelen Hun ve diğer halk göçlerinin bazı evrelerinin bir bütünlük içinde ele alınmasının, ancak, Kazak bozkırlarının söz konusu devirlerdeki tarihi coğrafyasının, en azından ana çizgileriyle-, başarıyla özetlendiğinde mümkün olabilmesi, Hun tarihinin bir başka önemli konusudur. Çözümü için birçok uluslararası araştırmanın değerli sonuçlarının katkıda bulunduğu bu konu ise, gerçekleştirilen bu ön çalışmalardan sonra da sürekli emek vermeyi gerektirmektedir. Kangkü adının devirler boyunca önemli anlam değişimlerine uğraması, bu konuda temel güçlüğü oluşturmaktadır; nitekim, Kangkü ülkesi, Farsça ve Çince eski verilerden öğrendiğimize göre, Sir Derya’nın kuzeyinde, Güney Kazakistan’daydı. VII. yüzyıl Çin kaynakları ise, aynı adı, Sir Derya’nın güneyinde uzanan Soğdiya’ya bağlarlar ve VI. yüzyılda, Soğdların da Kang adını bu değişmiş anlamıyla kullandıklarına dair verilerimiz bulunmaktadır. Tohar göçüyle ilgili veriler, anlam değişikliğinin sebebini açıklamaktadır; Bunlara göre, Kangkü halkı olan Asiler, Toharların batıya göçleri sırasında, M. Ö. 129’da, hakimiyetlerini Sir Derya’dan güneye doğru yaydılar. Ancak bu devirde, Soğdiya ve Toharlar da, Asilerin hükümranlığı altına girdiler. Kangkü adının anlamında bu devirde görülen değişikliğin dikkate alınmaması ve Kangkü ile ilgili bütün verilerin Soğdiya ile ilişkilendirilmesinin bir sonucu da, Sir Derya’nın kuzeyinde bulunan eski Kangkü ile ilgili en değerli verilerimizin, yapılan araştırmalar için uzun süre karanlıkta kalması olmuştur; Buna karşılık Sir Derya’nın kuzeyinde yaşayan Asilerin Kangkü bölgesiyle olan ilişkileriyle ilgili veriler de, Kangkü ve Soğdiya’nın zaman içindeki sınırları belirlenmeden birleştirilmeleri yüzünden tam bir açıklığa kavuşamamıştır. Böylece, Kangkü ve Soğdiya ‘nın yanlış bir şekilde birleştirilmesi, Tohar göçü sırasında Soğdiya ve Toharistan’da, daha sonraları ise Kafkasya’da ortaya çıkan Yasların ortak kaynağını açıkça anlatan bu bilgilerin tam ve kesin bir şekilde değerlendirilmesini engellemiştir. Eski Kangkü ve Soğdiya ile ilgili verilerin ayrılması durumunda, verilerin zaman sırasına göre dizilmesinin ve coğrafi sınırların açıklanması fazla bir güçlükle karşılaşmaz ve bunun sonucunda, Güney Kazakistan’ın M. Ö. Il. ve M. S. IV. yüzyıllar arasındaki tarihi coğrafyasının ana çizgileri de açıkça ortaya çıkmış olur. 1.S. 350’den sonra, Hunların Kazak bozkırlarının güney kısmından Avrupa’ya, Avar-Hunların ise, Kuzeydoğu Afganistan’a gitmelerinin ardından, Avrasya bozkırlarının orta bölgesinde yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Kangkü, bağımsız bir ülke kimliğini bu devirden sonra tamamen yitirmiş ve topraklarını, yani Kazak bozkırlarının güney kısımlarını, daha önce Kazak bozkırlarının kuzey kısmında, İrtiş ırmağı çevresinde yaşayan Tingling kavimleri işgal ettiler. İrtiş çevresindeki kavimler ise, büyük Tingling kavimler birliğinin sadece batı kolunu oluşturuyorlardı. Çin kaynaklarına göre, Tinglinglerin yönetici kavmi, Hiungnuların kuzey komşusu olarak, kuzey Moğolistan’da yaşıyorlardı. Daha sonra Çinliler, Tinglingleri üç gruba ayırdılar: İrtiş çevresinde yaşayan Batı Tingling kolu, M. S. 350’den sonra güneye yayıldı ve Avrupa’ya doğru ilerleyen Hiungnuların (Hunlar) Kazak bozkırlarının güney bölgesindeki topraklarını işgal etti. Kuzey Tingling kolu, Baykal gölünden güneye, güneybatıya ve güneydoğuya uzanan büyük bölgeyi sahiplendi. Üçüncü kolu oluşturan Güney Tingling kolu, Gobi çölü üzerinden Sarı ırmak çevresine, Çin’in kuzey sınırına göç etti. Bu devirden, yani M. S. IV. yüzyıldan itibaren ise, Tingling adı, Çince kaynaklarda yavaş yavaş kaybolur ve yerine, aynı kavimler için kullanılan Ti-li (çağdaş telaffuzu ile: *Tiglig, *Tegreg), daha sonra Tie-lö ( * Ti/lig,* Tereg) adı ortaya çıkar. Güney Tingling kavimleri, kaynaklarda, Kao-kü Tingling, yani Çince “yüksek arabalı Tingling” veya kısaca Kao-kü “yüksek araba” adını da taşırlar. Kaokü adı ise, Çincede Tilik yerine yeni bir adlandırma olduğu için, Tingling, Tili (*Tiglig) ve Kaokü adlarının, en azından, tek bir kavim grubuyla, aynı halkla ilgili olduğu çok açıktır. Tielölerin (Tinglinglerin) M. S. 350 civarında güneye göç etmelerinin, Avar-Hunlarla sürdürdükleri herhangi ortak bir saldırı sonucunda gerçekleştiğini doğrulayan verilere sahip değiliz; Ancak kaynaklarımızdan, Kazak bozkırlarının güney kısmına, Sir Derya ‘nın kuzey komşuluğuna geçen Tielö (Tingling) kavimlerinin, M. S. 350 civarında Avrupa ‘ya yürüyen Hiungnuların bir zamanki konaklama yerlerini işgal ettiklerini ve tam 460’lara kadar, bu topraklan ellerinde tuttuklarını çıkarabiliyoruz. Tielö (Tingling) kavimlerinin bir kısmı, 460 civarında Kazak bozkırlarının güney kısmından batıya, Karadeniz ve Kafkasya yakınlarına göç ettiler ve burada Bizanslıların etkinlik alanına girdiler. Grek kaynaklarından Batı Tielö grubunun adını da öğrenmekteyiz. Bu ad, pek çok kaynağın ortak tanıklığına göre Ogur idi. Bu durumda, M. S. 350’Ierde Kazak bozkırlarının güney kısmına yerleşenler, Tielö (Tingling) kavimleri, yani Ogurlar idi. Onogurların sonraki yıllarda yer sarsıntıları nedeniyle yıkılan ve Soğd adını da taşıyan Beketh şehri, burada, Sir Derya yakınında, Soğd iskan sahasının kuzey ucundaydı. 1.S. 460 civarında, Gobi çölünün çevresinde oturan JuanJuanların yeni saldırıları, Tiyenşan çevresinden batıya yönelen ikinci bir halk göçünü başlattı. Yuan-Yuanların (Avarlar, UarHunlar) batı yönünde gerçekleşen bu ikinci akınlarının bazılarından, Çin kaynakları dışında Bizanslılar da söz ederler. Bu iki kaynaklar grubundan çıkan sonuca göre, Gobi çölü çevresinden başlayan Juan-Juan saldırısı, önce, yerleşim bölgelerini Batı Tanrı dağları ve İli ırmağı çevresinde aramamız gereken Savirlere ulaşmıştır. Savirler, batıya, Ogur kavimlerinin bir kısmını sürmeyi başardıkları Kazak bozkırlarına yönelmeye zorlandılar. Ogur kavimleri daha batıya ilerlediler ve Volga’yı geçerek Karadeniz çevresindeki bozkırlara, Avrupa Hun imparatorluğunun daha önceki merkez bölgesine indiler. Avrupa’ya ulaşmaları, Attila’nın ölümünden (453) sonra, Avrupa Hun imparatorluğunun yıkılış devrinde, 463 ‘lerde gerçekleşti. Avrupa dillerinin büyük kısmında Macarlara kendi adlarını veren Onogurlar da, Ogur kavimleri arasında Avrupa ‘ya geldiler. Savirler ise, Ogurların ardından, ancak 506’larda, daha batıya, Avrupa’ya, Kafkasya’nın kuzeyindeki bozkırlara doğru ilerlediler. Bu tarihten başlayarak, 558’e kadar Savirler, Kafkasya çevresinin hakimiyetini ellerinde tuttular. Bazı verilere göre Ogur kavimleri arasına giren Barsilleri de, kaynaklarımız, Savirler ve Ogurlarla birlikte anarlar. Savirlerin çekilmelerinden (M. S. 506) sonra, Kazak bozkırlarının güney sınırında, bir zamanların Kangkü bölgesinde, Kangkü ‘nün çağdaş İran’L dilli kavimlerine bağlanabilecek olan Choalit’ler halkı, yeniden bir devlet kurdular. Sir Derya’nın orta ve aşağı yatağı kıyısındaki Choalit şehirleri, buradan kuzeye uzanabilmeleri, bozkırlara olan yakınlıkları ve ticaret şehirleri olma özellikleriyle, sürekli olarak, şehirlerde oturan İranlılar ile bozkırlardaki göçerlerin (önce Hunlar, sonra Ogurlar, daha sonra ise Türk kavimleri) temas ve karışmalarını sağladılar. İslamiyetin doğu seferleri sırasında, VIII. yüzyılda, bu şehirlerin İranlı-Türk sakinleri de İslamı kabul etti. Bu devirden başlayarak, eski Choalit şehirleri, İslamın sınır şehirleri ve bozkırlardaki İslama davetin merkezleri haline geldiler. Daha sonra, X. yüzyılda, Arap coğrafya yazarları, İslam seferlerinden sonra siyasal bağımsızlığını hiçbir zaman tekrar kazanamayan Choalit halkını Hvalis /Halis adıyla anarlar. Bu değişim, zamanın gelişmiş ticaret şehirlerinin yaşantısını olumsuz olarak etkiledi; bu yüzden, bu şehirlerin sakinlerinin bir bölümü, göçebe değneğini ele alarak göç etmeyi daha uygun gördüler. Halisler, yani Macarca adlarıyla Ka/izler, X. yüzyıl boyunca, Doğu Avrupa’nın değişik noktalarında küçüklü büyüklü gruplar halinde ortaya çıktılar; göç eden Kalizlerin eski mesleklerini yeni vatanlarında da sürdürdüklerine dair elimizde pek çok verimiz vardır. Sir Derya kıyısındaki sınır kalelerinin sakinleri olarak, hem iyi birer asker hem de iyi birer tüccar idiler. Bu nedenle, Güneybatı Sibirya’ daki ticaret yaşamı, eskiden beri onların elindeydi. Kalizler, bozkırda ilerleyen, bozkıra ulaşan ve sık sık çeşitli değerdeki mallarını da kendilerine emanet bırakan kervanlardan onda bir vergi ve gümrük alıyorlardı. Bu yüzden, Hazar Kağan’ın 12. 000 kişilik muhafız alayını, X. yüzyılda “Kaliz-Hazarlar” diye adlandırılan Müslüman Kalizlerin oluşturması ve aynı devirde, Peçeneklere esir düşmüş Müslüman “Hvalis`”lerin var oluşunun şaşırtıcı olmayışı gibi, Kalizlerin Macaristan’ da temel olarak para işlerinde ve ticarette gayret göstermeleri de şaşırtıcı değildir. XII. ve XIII. yüzyılda, Macar krallığının darphane memurları, gümrükçüleri, tahsildarları ve sarraflarını onlar oluşturmuşlardır. Bazı kaynaklar ise, Güney Macaristan’a daha büyük gruplarla yerleşen Kalizlerin, Macar ordusunda destek taburları olarak hizmet ettiklerini bildirirler. Bu eserin son bölümleri, Avarların batıya yönelik üçüncü göçlerinden sözedilmektedir. Avarlar, Volga’nın ötesindeki bozkırlardan, Ogurların ve Savirlerin ardından, 557′ de Avrupa ‘ya ulaştılar. Onların üçüncü kez batıya göçlerinin arkasında, M. S. 550 civarında Orta-Asya’da ortaya çıkan büyük değişiklikler yatar. O zamana kadar, Gobi çölünün kuzeyinde, Altay dağları çevresinde Avarların tebası olarak yaşayan Türkler, önce, 546’da Doğu Tielö kavimlerini yendiler; ardından da 550’yi izleyen yıllar içinde, eski beyleri olan Juan-Juanların (Var-Hunlar, Avarlar) hakimiyetine kesin olarak son verdiler. Böylece, İçAsya ‘nın hakimiyeti Türklerin eline geçti. Avarlara karşı elde edilen zaferden hemen sonra Türkler, Farslarla bir ittifak kurarak 557’de Heftalit imparatorluğuna saldırdılar. Heftalitler, iki yönden gelen bu saldırıya karşı koyamadılar ve böylece UarHun hakimiyeti, kısa zamanda, Afganistan’da da sona ermiş oldu. Bazı Uar-Hun kavimleri, Türklerin önünden batıya kaçtılar ve tam 557 kışında Volga’yı geçtiler. Elçileri, Kafkasya’yı geçerek 558 başında Bizans’a ulaştılar. Bu olayları izleyen birkaç yıl boyunca, Avar hakimiyeti daha da güçlendi. Bizans ile gerçekleştirdikleri ittifak sonucu, aralarında Onogur ve Savirlerin de bulunduğu , Volga ve Kafkasya arasında oturan göçer halkları boyunduruk altına almayı başardılar. Bu gelişmelerden on yıl sonra, 567’de, Avarların düşmanları olan Türkler de yönlerini Avrupa’ya doğru çevirdiler. Bu durum karşısında, Avarların bir karar vermeleri gerekiyordu: Onbeş yıl önce, İç-Asya’da kendilerine ağır bir darbe indiren düşmanlarını bekleyecekler miydi?; yoksa, onların yolundan çekilecekler miydi? Avarlar ikinci çözümü seçtiler. Don’u geçerek, Türk tehditleri karşısında daha güvenli buldukları batıya doğru hareket ettiler. Volga, Don ve Kafkasya arasındaki bölgede yaşayan bozkır halkları, bu devirde Türk hakimiyeti altına girdiler. Ogurlar gibi aralarından bazıları, gönüllü olarak Türklere bağlandılar. Onogurlar ve Alanlar gibileri ise, ancak Türklerin silahlarına boyun eğdiler. Türkler için ise, uzaklara gerçekleştirilen seferler, sadece tesadüfi bir akından ibaret değildi. Nitekim boyunduruk altında yaşamayı kabullenen Savir, Ogur ve Onogur kavimlerini, biricik güç sahibi kavimler birliği olan ve Hazar adını kullanan Batı Türklerine bağladılar. Bu gerçeği, yani Hazar ülkesinin, Türk imparatorluğunun bir uzvunu oluşturduğunu, Çin kaynakları da açıkça aktarmaktadır. Doğru bilgiler aktaran Ermenice kaynaklardan ise, Hazarlar ve Batı Türklerinin birbirleriyle olan ilişkileri hakkında daha ince ayrıntıları da öğrenmekteyiz. İç-Asya ve Hazar ülkesi üzerindeki Batı Türk hakimiyeti, M. S. 603’te, Tielö kavimleri çevresinde patlak veren büyük bir ayaklanma nedeniyle, bir süre için sona erdi. Yeniden bağımsızlıklarına kavuşan Tielö kavimleri, -Çinlilere göre-, bu devirde, çok büyük topluluklar oluşturuyorlardı. Bunların doğu kolu, Kuzey Moğolistan’da yaşamağa devam etti. 1.S. 350’den sonra Kazak bozkırlarının güney kısmında göçerleşen orta kolun, bu tarihte, ancak bir bölümü eski konaklama yerlerini korudu. Diğer Tielö kavimleri, buradan Avrupa’ya göçtüler ve yine Çinlilere göre, kondukları yer, Kafkasya’nın kuzeyinde, Karadeniz’in doğu kıyısının yakınında ve Kırım yarım adasında bulunan Bizans bölgelerinin komşuluğundaydı. Ogur-Bulgarların, özellikle de Onogurların, MS. 603’ten sonra, -Bizanslılara göre de tam bu sırada-Hazarlara karşı bağımsızlıklarını tekrar kazanmalarından ve Kuban Onogur-Bulgar İmparatorluğunu kurdukları Kuban ırmağı çevresinedki bölgeden sözeden Çince kayıt, tüm bozkır tarihi açısından çok önemlidir. Kronoloji ve coğrafi durumları da, Ogurların, Çinlilerce Tielö adıyla anılan büyük kavimler birliğinin en batıdaki, Kafkasya çevresindeki kol ile aynı olduklarını, yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde doğrulamaktadır. Çin kaynağının, Tielölerin eskiden kullandıkları adlar arasında yer alan ve VII. yüzyıl telaffuzu ile, tam olarak * Ogur olarak okunabilecek · olan VıJ-ho’nun da bulunduğunu bildirmesi, bu sonucu kuvvetlendirmektedir. Çin kaynaklarına göre, Tielölerin doğudaki, yani Moğolistan’ daki kavim grubunu, Oguz ve Uygur kavimleri oluşturuyordu. Bu kavimler, bize ulaşan en eski verilerin tanıklığına göre, Türk dilli idiler. Nitekim bilinen ilk Türk dilli kavimler birliğinin Tielöler olduğunu söylememiz, nedensiz değildir. Bu kavimler birliğinin batı kavim grubu, Ogur adıyla, daha 460’larda, yani Batı Türklerinden yüz yıl öncesinde, Doğu Avrupa’da ortaya çıkmıştı. Hanlar Çağı’ ndaki Tinglinglerle ilgili verilere dayanarak da Tinglinglerin (Tielö) tarihini, çok daha eski dönemlere, yani M. Ö. III. yüzyıla kadar geriye gidip izleyebiliyoruz. Ogurların diliyle ilgili olarak da, tarih ve coğrafya verileri, Genel Türkçe- z –yerine- r –ve- ş- yerine- I -bulunduran belirli bir Türk şivesinin, Avrupa’ya Ogurlar kanalıyla ulaşmış olduğunu göstermektedir. Ogur-Bulgar halklarından herhangi birinin dilinden Macar diline de sayısız, eski, yurt tutuş öncesindeki “Bulgar-Türk” kelimeleri girmiştir. Hazarlar, M. S. 650’lerde yeniden ve bu defa artık kesin biçimde Kuban Onogur-Bulgar bağımsızlığını sona erdirdiler. 1.S. 650’den sonraki birbuçuk asır boyunca da, Kafkasları geçerek güneyden saldıran Araplarla başarıyla savaştılar ve Kazak bozkırlarında yaşayan Oğuzlara, aynı şekilde Ural ırmağı çevresindeki göçerleşmiş Peçeneklere de başarılı bir şekilde karşı koydular. Bu kısa bakışın ardından, şimdi, derinlemesine incelenmesi, Hazar-Macar ilişkileri ve eski Macar tarihinde yer alan sorunların anlaşılmasında da vazgeçilmez bir gereklilik taşıyan konulan ayrıntılarıyla görelim. BİRİNCİ BÖLÜM Asya Hunlarının Batıya Göçlerinin Öncesinde Bozkır halklarının Asya’dan Avrupa’ya yönelen göçlerinin izlenmesi, çoğu durumda, güçlüklerle karşılaşır; çünkü bu göçler, Güneybatı Sibirya ve Kazak bozkırları üzerinden gerçekleştirilmiştir; bozkırın bu orta kısmı ise, büyük kültürlere sahip olan halkların coğrafi görüş alanının dışında, bilinmezliğin sınırındaydı. Bu nedenle, Greklerin, Aral gölü ve Hazar denizi çevresi üstüne olan bilgileri, ancak Herodotos (M. Ö. V. yy. ) ve nihayet çok daha sonra Ptolemaios (M. S. II. yy.) dönemlerinde, daha bir açıklık kazandı. Başka dönemlere ait Grek coğrafya yazarları, Bizans devrine kadar, Aral gölünü ve Hazar denizini, Kuzey Okyanusun biricik körfezi olarak düşünmüşlerdir. Bunun yanında, genellikle, Tanais, yani Don ve Jaxartes, yani Sir Derya adlarının aynı nehri ifade ettikleri görüşü de yaygındı4. Çinliler de ancak M. Ö.III. yüzyıldan başlayarak, Güneybatı Sibirya’da yaşayan bozkır halklarıyla ilgili kayıtlar ortaya koyarlar; bu kayıtlar ise, küçücük hacimlerine rağmen, bozkırların tarihi açısından temel bir öneme sahiptir5. Bize ulaşan Hint kaynaklarının coğrafi görüş açısı da, bozkıra ve bozkırda yaşayan halklara kadar yayılmamıştı; ancak Kuzeybatı Hindistan’ a giren bozkır halklarının, bilhassa Saka ve Hunların (Heftalit) adları, Hint yazıtlarında, tarih eserlerinde ve Hint astrolojisinin coğrafya literatürüne ait çalışmalarında sık sık geçmektedir 6, Buna karşılık, Güneybatı Sibirya bölgesine komşu durumunda olaq Farslar, tarihlerinin başlangıç döneminden itibaren sık sık ilişkide bulundukları bozkırlar hakkında, daha açık bilgiler verdiler. Sir Derya ötesinde yaşayan Sakalardan, eski Fars yazıtlarında (M. Ö. VI. -V. yy.) söz edilmektedir. Avesta’nın bozkırlarla ilgili birkaç metni de, bu bilgileri güvenilir ölçüde tamamlamaktadır7. Orta İran, yani Orta Fars, Soğd, Saka ve Partuş dilli yazıtlar, bozkırların daha sonraki tarihi hakkında değerli verilerle doludur. Bozkırları konu edinen en önemli Orta İran kaynağı, bize, ancak Müslüman yazıcıların IX. -X. asırlardaki ve daha sonraki özet manzum çevirilerinden ve Firdevsi’nin (X. yy. ) hacimli, Yeni Farsça telifinden kalan; fakat, genellikle sanıldığı gibi, “Turan” konulu hikayeleri pek çok tarihi gerçeği barındıran, hacmiyle ve içinde yer alan efsanelerin eskiliğiyle, Eski Fars çağını izleyen Partuş (M. Ö. III. -M. S. HI. yy.) ve Sasani (M. S. III. -VII. yy.) devri İran tarihi efsanelerinin zengin bir hazinesi olan Orta Farsça Hataynameler “Kralların Kitabı”‘idi. Bu eski efsanelerdeki Turan adı, göçerlerin Amu Derya ötesindeki ülkelerini, yani Sir Derya çevresi bozkırları karşılar. Turan, aynı zamanda, İranlıların dünyanın yaradılışı hakkındaki inançlarına uygun olarak, Kötü’nün egemenlik merkezidir. Dünya tarihi, her üç bin yıllık bir dönemin sonunda peygamberlerin ve büyük kurtarıcıların geldiği ve nihayet büyük kavga sonunda, Kötü’nün yenilip İyi’nin zaferiyle temiz ruhlu dünyanın gerçekleştiği, İyi ve Kötü’nün 12 000 yılı bulan kavgasından başka bir şey değildir. Bu devirden önceki Fars dini edebiyatında, Turan, henüz şeytan egemenliğinin ülkesi değildir. Orta Farsça’nın dini edebiyatında ve Hataynameler ‘in az önce anılan dünya efsanelerinde ise, Afrasyab, Turan kralıdır ve artık kendisi Kötülük ülkesinin başbuğudur. İran’ın, yani İyi imparatorluğunun Turan ile süren ve hiç bir zaman dinmeyen kavgaları, eski devirlerle ilgili destanımsı efsaneleri ve daha sonraki çağların, yani Sasani tarihinin çok sayıdaki dini rivayetini Hataynamelerin başlıca muhtevasını oluşturur. Tarihi rivayetlerin değerlendirilmesi, her zaman kolay bir iş değildir; buna karşılık, Hataynameler’in Turan konulu kayıtlarının gözden geçirilmesi, şimdiye kadar öylesine değişik sonuçlara ulaştırmıştırki, bu sonuçlar, günümüz bozkır araştırmalarının en ilgi çekici keşifleri arasında yer alır. Güneybatı Sibirya bozkırlarının ilk ayrıntılı kaydını, ancak IX. ve X. Yüzyılda, İslam bilginleri hazırlamışlardır. Bu Arap ve Fars dilindeki, düzenli coğrafi kayıtları tutanlar, artık Hataynamelerden yola çıkmadılar; bilgilerini, her şeyden önce bozkırlarda yolculuk eden Müslüman tüccarların gezi notlarına dayandılar 9. Bazı kavim gruplarının, kaynaklarda, sık sık geniş ve birleştirici halk adlarıyla değil, yönetici kavimlerin veya kendilerine hükmeden bir ikinci halkın adıyla geçmeleri. bozkır tarihinin araştırılmasını zorlaştırmaktadır. Başta Bizans ve Çinlilerin olmak üzere bazı kaynakların, ayrıca Bizans etkisi altında bulunan Süryani ve Ermeni tarih yazıcılarının ve azizlerin biyografilerini kaleme alanların, farklı bozkır halklarının adlarını, özellikle İskitlerin, Hunların ve Türklerin adlarını, genel olarak “göçer”anlamında kullanmaları, halk adlarındaki karışıklıkları artırmaktadırlar. Bozkırlardaki kavimlerin, kaybedilen savaş sonrasında, çoğu kez, üstünlük sağlayan halklara katılmaları ve hatta yeni bir kavimler birliği içinde ayrı grup oluşturmaları, çoğunun eski adlarıyla değil, galip halkın adıyla ortaya çıkmaları, sürekli tekrarlanan ve büyük bir dikkat gerektiren bir konudur. Bu durum, mağlup kavimlerin bozkırlardan tamamen yok oldukları ve tamamen kayboldukları gibi aldatıcı bir izlenim doğurur. Yenilgiye uğrayan bir halkın bütün kavimlerinin, her zaman, yenen kavimlerle birlikte daha ileriye sürüklenmemesi, hayvanlarını yitirmekten veya başka nedenlerden dolayı daha ileriye gitme yeteneği bulunmayan kavimlerin asırlar geçince de eski konakladıkları yerlerin çevresinde kalması, bozkır tarihinin aynı türden bir özelliği ve tekrarlanan hareketidir. Daha ileriye göç etmeleri durumunda, yeni bir yurt ele geçirememe olasılığını düşünerek, göçer halkların, eski konaklama yerlerinin sahipliğini güven altına almak amacıyla, bir kaç kavmini geride bırakmaları, bozkır tarihinin iyi bilinen bir gerçeğidir. Geride kalan bu kavimlerin çoğu, hiçbir zaman, kavimler birliğinin uzağa göçen üyeleriyle birleşmediler ve terk edilen sahayı ele geçiren yeni göçer halkların kavimleri arasında eridiler. Güneybatı Sibirya bozkırlarının tarihinden söz eden Grekçe kaynakların başka bir önemli özelliği de, yansıttıkları coğrafi bütünlüktür. Bizanslı yazıcılar da, geçen onlarca yıl içinde gittikçe daha çok doğrulandıkları görülen, belirli halkların ahlaklarına, dış görünüşüne, giyinişine ve hayat tarzına, hatta göçlerine ait kayıtlarında, Herodotos ‘tan veya belirtildiği gibi başka eski yazarlardan alınmış, çok eski edebi şemalar kullandılar ve söyleyeceklerini, muhteva olarak da sık sık bu şemalara göre düzenlediler. Benzer bütünlük içindeki kayıtlara, bozkırlarla ilgili Çin kaynaklarında da sıkça rastlarız. Çinlilerin, bazı Batı Türkistanlı ve bozkır devletlerinin adları ve coğrafi durumlarıyla ilgili açıklamalarını ise, başka bir nedenle, ancak belirli bir dikkat göstererek kullanabiliyoruz. Batı Türkistan’ı, M. Ö. il. Yüzyılda, daha ayrıntılı olarak tanıyan Çinliler de, Han sülalesi (M. Ö. 206M. S. 220) devrinin sonrasında, bazı kısa zaman dilimlerini dikkate almazsak, tam V. asıra kadar, kendilerinin batısında bulunan devletlerle bir ilişki kurmamışlardı. 1.S. 435’te, Çin’den Batı Türkistan’a giden yolların tekrar açılmasından sonra Çinliler, yeniden öğrenilen adların tümünü, Han devrinin coğrafi adlarıyla aynılaştırma girişiminde bulundular. Bu girişim ise, batı bölgelerinin Hanlar devrinde bilinen adlarının asll anlamları unutulduğu için, ancak yaklaşık olarak ve birçok yanlışlarla gerçekleşti. Aynı olay, M. S. 660 civarında, Tang sülalesinin batı akınları döneminde yinelendi; böylece, bu sülalenin yıllıkları, sık sık, aynı batı bölgesinin farklı dönemlerde ortaya çıkmış; fakat aynı devlet, bölge veya halkını ifade eden üç farklı adı da kullanırlar. Çok defa tutarsız, hatta bazen yanlış da olan coğrafi yakıştırmalar, böylece ortaya çıkmış ve bu durum, Batı-İç-Asya ve bozkırlara ait Çince verilerin bugün yorumlayanların işini büyük ölçüde zorlaştırmıştır. Asya Hun imparatorluğunun yıkılmasını (M. S. il. yy. ) izleyen büyük bozkır göçleri sırasında, M. S. 350’lerde, bozkırın orta kısmında, Sir Derya çevresinde ve İran’ın kuzeydoğu sınırında yaşayan İrani dilli göçerlerin yerleşim bölgelerini, korkunç ve yeni bir kavimler birliği olan Avar-Hunlar ele geçirdiler. Halkların bu büyük göçü, zaman içinde, az sonra, M. S. 370’lerde bozkırın Güneydoğu Avrupa bölümüne de yayıldı. Aynı yıllarda, Avrupa’da ve Kuzey Kafkasya’da yaşayan Alanların hükümranlığını yıktıktan sonra Gotlara doğru yönelen ve bu hareketiyle Avrupa’daki büyük halk göçlerini başlatan ikinci bir Hun kavim grubu da ortaya çıktı. Bozkırın orta ve batı bölümünde M. S. 350-370 civarında geçen olayların anlaşılması, Güney Kazakistan’daki bozkırların daha önceki tarihinin gözden geçirilmesi için de kaçınılmaz bir gerekliliktir. İKİNCİ BÖLÜM Avrasya Bozkırlarının Ortasındaki Asi Egemenliği Eski Fars yazıtlarının verileri, Büyük İskender’in (M. Ö. 336-323) seferleriyle ilgili Grek rivayetleri, Han hanedanının yıllıkları, Sir Derya’nın orta havzasının doğusunda, bugünkü Taşkent ve Isıg-Köl arasında, Tanrı dağlarının batı bölgesinde, M. Ö. VI. ve II. yüzyıl arasında, Saka kavimlerinin (Sakarauklar da dahil) bulunduğunu bildiriyorlar. Taşkent’ten kuzeybatı yönünde, Sir Derya ve oradan kuzeye uzanan Kara-tav dağlık bölgesinde, Avesta’nın Kangha adıyla andığı göçerlerin devleti vardı. 1.Ö. il. yüyzyıldan başlayarak, Çinliler de, sık sık, Kangha ülkesini Kangkii adıyla kaydederler. Çin kaynaklarına göre Kangkü’nün başşehri, Taşkent’in kuzeybatısında, Sir Derya’nın kuzeyindeydi. Kangkü bölgesi, doğuda Talas ve Çu ırmağının yanı sıra, lsıg-Köl dolaylarını da kapsıyordu. İlk Çin verilerinden başka ve Ptolemaios’un Marinos vasıtasıyla, muhtemelen, Maes Titianos’tan edindiği kayıtlara göre, M. S. 100 civarında, Sir Derya’nın aşağı havzasının çevresinde Kahag İskitlerinin ülkesi vardı. Kahag adı, dil araştırmalarının da gösterdiği gibi, Soğd dilinde Kangha-Kangkü sakinlerini ifade ediyordu 12. Çinliler, Kangkü ülkesini, Batı Türkistan’daki olaylarla ilgili kayıtlarda, M. Ö. il. yüzyıldan M. S. III. yüzyıla kadar zikrederler. Bu malumatlara göre, Kangkü ‘nün güney sınırı, zaman zaman Oxus’a ulaşmış ve bu devirde, Soğd ülkesi de Kangkü hükümranlığı altına girmiştir. Böylece Çinliler arasında, Kangkü adının daha sonraki dönemlerde (V. -IX. yüzyıllar içinde), Soğdiya’nın adı olarak kullanılmasını anlamak mümkün olur. İki heceli Kangkü adı, Çin kaynaklarının gösterdiğine göre, bu devirde, artık tek heceli Kang şeklini almıştır. Kangkü’nün bu Kang şeklini, Turanlı baş düşman Afrasyab’ın baş şehri olarak sık sık zikreden Firdevsi de kullanır. Firdevsi de, Kang adını, Hatayname’nin eski, Partuş çağı coğrafi durumuna uygun olarak, Turan’ın baş şehrine bağlar 13. Kangkü’nün, Çin kaynaklarında gösterilen başşehri gibi, Firdevsi’nin sözünü ettiği Kang’ın da, Karatav’ın güneyinde, Sir Derya’nın kuzey bölgesinde, tam tamına Aris ırmağı yakınında yer aldığı, açıkça ortaya çıkmaktadır. Gerçekten başka kaynaklarımız da, tam burada eski adı Kangkü adıyla birleşen bir şehre işaret ederler. Böylece ,. Firdevsi ‘nin sözünü ettiği Kang ile Kangkü, yani ünlü Çinli budist hacı Hsuan Tsang’ın yolculuğu sırasında ziyaret ettiği ve eski Çince telaffuzu Künggü olan şehir birleşir. Bir X. yüzyıl anonim coğrafya kaynağı olan Hududü’ /-Alem de, Kangkü adının bir benzer varyantını Kungi şeklinde muhafaza etmiştir. Bir zamanların Kangkü bölgesi, Hsuan Tsang’ın yolculuğu sırasında, Türklerin hakimiyeti altındaydı. Bu nedenle, Türklerin akınları sırasında, batıda, tam Kengü-Tarban’a kadar ulaştıklarından söz eden Türk yazıtlarında da Kangkü adının anılmış olması şaşırtıcı değildir. Bu iki kelimelik adın ilk kısmı, Kangkü adının Türk varyantıdır ve çok daha sonra ortaya çıkarı Tarban adı da Kangkü bölgesiyle ilgilidirl4. Yukarıda anlatılanlar, Kangha-Kangkü’nün, büyük kavimler göçü (M. Ö. yaklaşık: 174-129) sırasında, Hiungnu akınlarına karşı duramayınca, Çin’in batı komşuluğunda yaşamaya başlayarı Yüeçilerin eski yerleşim bölgelerini terketmeye zorlanmalarındaki rolünü belirlememizi mümkün kılmaktadırlar. Bu tarihten itibaren, Çinlilerin “Küçük” Yüeçi adıyla andıkları birkaç kavim, Tibet’in kuzeydoğu uçlarında bulunan dağlara çekildiler. Yüeçilerin çoğunluğunu oluşturan, “Büyük” Yüeçiler, önce Tanrı dağlarının çevresine, daha sonra da batıya, Baktriya ‘ya göç ettiler. Bu göçün ilk bölümünde, (M. Ö. 174-160 dolaylarında), Büyük Yüeçiler, Tiyenşan’ın batı kısmına, İli, Çu ve Narin ırmakları çevresine ulaştılar ve buradaki Saka kavimlerinin bir bölümünü kendilerine bağladılar, diğer bölümlerini ise Güney İran’a sürdüler. Sürülen Sakalar, Pamir’in doğu bölümünü aşarak Kuzey Hindistan’a yöneldiler. Bir kuşak sonra, (M. Ö. 133 ve 129 arasında), Hiungnuların sömürgesi ve Tanrı dağlarının doğusunda bir kavim olan Vusunlar, Yüeçilere saldırdılar. Vusunlar, Yüeçilerin ve boyundurukları altındaki Sakaların bazı kavimlerini birliğe katılmaya zorlamayı, diğer kavimlerini ise Tanrı dağlarının batısından sürmeyi başardılar. Sürülen Yüeçiler, kendilerine katılan Saka kavimleriyle birlikte batıya hareket ederek, Sir Derya’nın güneyindeki Soğdiya’yı, sonra da Amu Derya’nın güneyinde bulunan Kuzeydoğu Afganistan’daki Tahia’yı, yani Greklerin Doğu Baktriya bölgesini işgal ettiler ve oraya yerleştiler. Çin kaynakları tarafından sağlanan bu bilgileri, bir başka Çin kaynağı olan Çang Kien’ in gezi notları tamamlar. İmparator, onlarla ilişki kurmak ve ortak düşmanları Hiungnulara karşı ortak bir saldırı hazırlamak amacıyla, Çang Kien’i, Yüeçilerin yeni yurtlarına göndermiş ve Çang Kien karşılaştığı birçok güçlükten sonra, M. Ö. 129 sonunda, Tayüan’a, yani Fergana’ya ulaşmış ve gezi notlarına göre, Tayüan’dan Yüeçilerin Amu Derya kıyısındaki ülkesine hareket etmek istediği zaman, yolculuğunu sürdürmek için Kangkü hükümdarının iznine ihtiyaç duymuştur. Gezi notlarından elde edilen bu bilgi, Fergena’nın güneybatısında bulunan Soğdiya’nın, 128’de, yani Yüeçilerin batıya yerleşmelerinden hemen sonra, Kangkü hakimiyeti altına girdiğini açıkça gösterdiği için, Yüeçi konusunun türü açısından büyük bir önem taşır. Çin kaynaklarına göre,Soğdiya ve Doğu Baktriya’nın zaptı, üç halkın; Yüeçilerin, Yüeçilerle birlikte hareket eden Saka kavimlerinin, ayrıca Kangkü halkının hareketiydi. Bu metinde dört halktan, Asilerden, Pasianlardan, Toharlardan ve Sakarauklardan söz edilmesine rağmen, baş kaynağımız olan Strabon’un orijinal kaydına göre, Soğdiya ve Baktriya’daki Grek hakimiyetini, muhtemelen, bu üç halk yıkmıştı. Strabon ‘un metni ise, bize ulaşan şekliyle, bu kısımlarında biraz bozulmuştur; doğru metin, bütün ihtimallere göre, Asiler/Asianlar, Toharlar ve Sakarauklar şeklindeydi. Bu durumda, Çince kaynakların aktardığINa, Strabon’dan edinilen orijinal bilgilere ve bütün ihtimallere göre de, Soğdiya ve Baktriya’yı tam üç halk işgal etmişti: Toharlar, Asiler/Asianlar ve Sakarauklar. Eserinin XLI. bölümünün önsözünde, Soğdiya ve Baktriya’nın fatihleri olarak ancak iki halkı, Asiani’yi ve Salcalraucae’ yi zikreden Trogus Pompeius da, aynı şekilde, tamamen İskit halkının tarihine temas ettiği XLII. bölümün önsözünde ise, ikinci derece bir rol oynayan Toharları da kaydederek bu üç halktan söz eder: “Toharlarm krallarının, Asianların, hatta Salkalraukların yıkılışlarından … “. Bize, Trogus Pompeius’un Soğdiya ve Baktriya işgalini izleyen dönemden söz eden kayıtlarından kalan bu kısa liste, ne yazık ki tektir. Belirtilen önsözden ancak şu kadarı açıktır: Göçer işgali sonunda Asian (Asi) hakimiyeti altına giren Toharlar, burada, artık açıkça bilinen bir halk olarak geçtiği için, önsöz bölümünde Toharlardan da söz edilmeliydi. Bize kalan hiçbir kaynak, Sakaraukların burada anlatılan yıkılışlarından söz etmez; ancak, bir taraftan Orosius kaynağına göre, Sakaraukların M. Ö. 1. asır bpyunca, eski Nişa yakınındaki Şaphir dağları çevresinde, yani bugünkü Merv’in batısındaki Tecen ırmağı çevresinde yaşadıklarını ve diğer taraftan, Strabon’a göre, Part kralı 11. Mithridates’in M. Ö. 120’den sonra, İskitlere karşı zayıf bir karşı saldırı başlattığı ve Baktriya’nın bir bölümünü onlardan geri aldığı kadarını biliyoruz. Kısacası, Partiya ve Baktriya arasındaki bölgeye yerleşmiş Sakaraukların, II. Mithridates ‘in karşı saldırısı nedeniyle Partuş hakimiyetine girdiklerini, buna bağlı olarak da yıkıldıklarını düşünmemiz dayanaksız sayılmaz. Çin kaynaklarında, Soğdiya ve Baktriya’nın göçer istilacı olarak rol oynayan üç halkının (Kangkü halkı, Sakalar ve Yüeçiler) adını, Batılı kaynaklarda Asii (Asiani), Sacaraucae ve To chari adları karşılar: Cin kaynaklarına göre: Strahon’a göre: Pompeius Trogas’a göre: Yüeçi Saka Kangkü halkı Tohar Tohar Sakarauka Sakarauka “Asi veya Asiani” Asiani Bu adlar içinde Sacaraucae adının ilk yarısını oluşturan Saka adı, açıkça, Çin kaynaklarında sözü edilen Sakaların adıyla aynıdır ve Vusunların saldırısından sonra, Yüeçilerle birlikte Soğdiya ve Baktriya’nın zaptına çalışan Saka kavimlerini ifade etmektedir. Çinlilerce zikredilen Yüeçilerin aynılığını.tarihi coğrafyanın verileri göstermektedir; çünkü Yüeçilerden kalma Doğu Baktriya (Afganistan’ da, Kunduz ‘un güneyi), göçer istilası devrinden başlayarak, önce Çin kaynaklarında, sonra da Arap tarihi ve coğrafi kaynaklarında, aynı şekilde Tohara/Toharistan adını taşır. İkili adın (Yüeçi-Tohar) sebebini, şimdiki verilerimize dayanarak tam bir açıklıkla belirlemek, mutlaka mümkündür; fakat benzer örneklere dayanarak, bu iki addan Yüeçi adını, daha eski ve daha genel anlamlı bir halk adı; Tohar’ı ise, aslen, ancak batıya yürüyen Toharların yeni yönetici kavmini ifade eden, daha yeni bir doğulu adlandırma olarak açıklamak yerinde olur. Göçer işgalinde rol alan üçüncü halk olan Asi’nin, Çinlilerde tamamen başka adla (Kangkü) geçmesinin de benzer bir sebebi olduğu açıktır. Asiler ve Kangkü arasındaki ilişkinin mahiyetini ise, daha sonraki birkaç kaynak veriye dayanarak doğru olarak belirleyebiliriz. Asi adlı kavimler, aynı şekilde, sadece Kangkü ‘nün güneyindeki Soğdiya’ya değil; Arap coğrafya kaynaklarının yazıldığı devirde, hala As (Asi) adını kullanan iki büyük kavim de, batıya, Kafkasya’ daki Alanlara ulaştılar. Kafkasya’ daki Aslar ile Kangkü kavimleri arasında yer alan Asların ortak kaynağını, coğrafya ve tarih verileri, hep bir ağızdan doğrulamaktadır. 1.S. 50’lere kadar Aors adını .kullanan ve kavimleri, Kangkü’nün batı sınırından, yani Sir Derya’nın aşağı havzasından ve Aral gölünden Don’a, Karadeniz’e ve Kafkasya’ya kadar yayılan bozkırlarda yaşayan Alanlar ise, Grek kaynaklarına göre, aslen, büyük İrani kavimler birliğinin, Sarmatların sömürgeleri arasındaydı. Aors kavimler birliğinin yıkılışından sonra, bazı kavimler, birbirlerinden ayrılmadılar; aynı bölgede, M. S. I. yüzyıl ortalarını izleyen yıllarda, Alan kavminin yönetimi altında yeniden teşkilatlandılar. Alan kavimler birliğinin bağımsızlığı ise, ancak kısa bir süre devam etti. Aynı şekilde, bazı Çince kaynaklar da, Alanlar bölgesinin, M. S. I. yüzyıl boyunca Kangkü hakimiyeti altında olduğunu bildirirler; gene bir başka Çin kaynağı da, Alanlar bölgesi üzerindeki Kangkü hakimiyetinin tam III. yüzyıl ortasına kadar sürdüğünü bildirir. Asları ve Alanları yan yana yaşayan halklar olarak zikreden ve çok geç devirlerde, XIV. yüzyılda yazılan Arap bü’l-Fida’nın eseri biricik kaynak olmasına rağmen, Kangkü hakimiyeti devrinde, Asi kavimleri de Alan bölgesine taşınmışlardı. Uzun Kangkü (Asi) hakimiyeti de, olasılıkla, Alanların (AsAlan) ikiz adının doğal açıklamasını yansıtmaktadır. Bize ulaşan metinlerin tanıklığına göre, As adını, Arap coğrafya literatüıinide ilk önce, Horasanlı emir Ceyhan!, kaybolmuş eserinde kullanmıştır. Ceyhanl’nin verdiği bilgiler, M. S. 870 civarındaki olaylarla ilgilidir. As, burada iki birleşik adda, Duhs-as’ta ve Tuval-as’ta geçer. Duhs-As adı, Ceyhanl’ye göre, Kafkasya’ daki Alanların dört büyük kavmi arasından yönetici kavmine, Tuval-As ise bir başka büyük kavmine işaret eder. Alan ve As adları, daha sonraki İslami kaynaklarda da, Kafkasya’ daki Alanların adı olarak nöbetleşe rol oynarlar. Moğol istilasından sonra ise Alan adı, kaynaklarımızda tamamen kaybolur 16, Eski Aslar (Asiler) ve Alanların dilleri arasındaki muhtemel farklılıkla ilgili verilere sahip değiliz 17. Kangkü dilinin de İrani dillerin Alan-Sarmat grubuna bağlı olması mümkündür. Her durumda, Çin kaynaklarının da, Ptolemaias’ın da, Kangkü’yü, Saka ülkeleri arasında saymamış olmaları şaşırtıcıdır. Asi ve Kangkü ilişkilerinin aydınlığa kavuşturulmasında ise, adları, Batı Türk İmparatorluğu çağında ve daha sonraki Batı Türk kavimleri arasında geçen; fakat Batı Türkleriyle aynı kökenden olmayan Tuhslar ile Alan yönetici kavmi olan DuhsAsların adları arasında görülen ve başka türlü de açıklanamayan aynılık, şimdi artık aydınlanmıştır. Tuhslar, Batı Türk kavimleri birliğinde ve , Batı Türk İmparatorluğunun yıkılışından sonra da önemli roller oynadılar. Yerleşim sahaları, Isıg-köl’ün batısında, yani eski Kangkü bölgesindeydi. Coğrafi verilere ve ayrıca Duhs ve Tuhs adlarının aynılığına bakınca, Tuhsların, Kafkasya’ daki Duhs-Aslar gibi, eski Kangkü’nün İrani kavimlerinin kalıntıları olduklarını düşünmek, doğru görünmektedir. As adının da, bize Batı Türklerinden kaldığı görülmektedir. Türk yazıtları da, Türklerin batıya ordu göndermelerinden söz ederken, tekrar tekrar, Az adlı bir halktan bahsederler. Aynı adın Aziyan şeklindeki Farsça çokluk şeklinin, X. yüzyıl Farsça yazılmış anonim bir coğrafya eserinde, Batı Türklerinin bir kavminin adı olarak ve Tuhslarla birlikte zikredilmesine bakarak, Türk yazıtlarında ortaya çıkan Az halk adının, Asilerin adının bir Türk varyantından başka bir şey olmadığını ve eski Kangkü bölgesinin Batı Türk kavimleri arasında zikredilen Tuhslar ve Azların, Kafkasya’daki Duhs-Aslar gibi, Kangkü’nün eski İrani kavimlerinin kalıntıları olduklarını düşünmemiz gerekmektedir. Tuhsların ortaya çıkışlarının, Batı Türk imparatorluğu devrinden çok önceye rastladığını bildiren eski Soğdca kayıtlar (M. S. iV. yy. )18 ve Batı Türklerinin paraları üzerinde Tuhs adının geçmesinin, bu kavmin Batı Türk İmparatorluğu çağında yönetici rolü oynadığına işaret edişi gibil9 veriler, Tuhslarla ilgili başka kaynaklarımız arasındadır. Asi adı, bugünkü Osetçe’de de, Asi şeklinde ve halk adı anlamıyla kullanılabilir. Grek ve Latin kaynaklarının Asii (Asiani )’si de her zaman halk adı olarak geçer. Kangkü ve Asi adlarının birbirleriyle olan ilişkisinin belirlenmesi açısından çok önemli olan Kangkü (Kang) adının ne ifade ettiğine gelince, Kangkü, bütün kaynaklarımızda halk adı olarak değil, coğrafi ad olarak geçer ve ancak daha sonra şekillenmiş Soğdca Kachag şekli, gerçek halk adı olarak düşünülebilir; yani Kangkü-Asi ikili adının açıklamasını, Kangkü adının ülkeyi, Asi ‘nin ise, buradaki halkı, daha doğrusu yönetici kavmi ifade ettiği şeklinde anlamamız konusunda bir engel yoktur. Kangkü’nün batı, kuzey ve doğu komşuluğunda bulunan bozkır devletlerinden söz eden sayısız başka verilere de sahibiz. Alan kavimler birliğinin bölgesi, Çin kaynaklarının bildirdiğine göre, üç ülkeyi kapsıyordu: Yen-cai’yi, Yen’i ve Liao/Liu’yu. Bu ülkeler, doğuda Kangkü ile, batıda ise Tecin, daha doğrusu, Roma İmparatorluğunun Karadeniz’ deki sömürgeleri ile; yani batıkaynaklarına göre , Alan kavimler birliğinin ülkesi ile sınır komşusuydular. Yensay adı, Han hanedanı dönemine ait Çin kaynaklarında, Kangkü ‘nün sınır komşuluğunda; yani Sir Derya’nın aşağı havzasında ve Aral gölü çevresinde bulunan ülkenin adıydı. Çin kaynaklarına göre, Yen ve Liao ülkesi kürkleriyle ünlüydü. Bu veri, Yen ve Liao’nun, yani Alan ülkesinin sınırının, kuzeydeki ormanlık bölgeyi içine aldığını gösterdiği için çok önemlidir. Çin kaynaklarında Yensay ve Alan ad değiştirmesiyle ilgili olarak Yen’den ve Liao’dan söz edilmemesi de aynı şekilde önemlidir. Alan adının, Yensay bölgesinde, önce idareci kavmin adı olarak ortaya çıktığını ve ancak daha sonraki dönemlerde, Alan hakimiyetiyle birlikte batıya taşındığı tahmüı edilebilir. Grek ve Çin kaynakları arasında açık bir çelişki görülmektedir: Strabon ve Ptolemaios ‘un bildirdiklerine göre, Alan kavimler birliğinin daha önceki adı Aors, Çinlilere göre ise Yen-tsai idi. Çince Yen-tsai adının çağdaş ses yapısının Grekçe Aors kaydına yakın olduğu şeklindeki eski ve artık terkedilmiş görüşle, bu açık çelişkiyi çözemiyoruz 20. Buna rağmen, bize kadar ulaşmış çok sayıdaki Sarmat kavim adından hiç biriyle birleşmeyen Yensay, Yen ve Liao/Liu adları, gerçekte halk adı değil, coğrafi kökenli anlamlar taşırlar. Ptolemaios’ta Aorsların komşuluğunda bulunan “büyük halk`”ın adı olarak geçen Jaxartai adı da böyledir. Jaxartes’in orta havzasının, Aorsların doğu komşusu oluşundan ve Maes Titianus’un kayıtlan devrinde ve bu tarihten başlayarak en azından iki asır boyunca Kangkü egemenliği altında bulunuşundan hareket edersek, Jaxartay adında Kangkü halkının ırmak adı kökenli adlandırmasını açıkça görebiliriz. Kangkü ‘nün doğu komşusu olan ve Çin kaynaklarına göre İli ırmağı çevresini ifade eden, Çince adı İlie olan İli ülkesi de ırmak adı kökenliydı. Anlatılanlara dayanarak, Yen adında, her şeyden önce Emba ırmağının eski İran! adlandırılmasını arayabiliriz. Sir Derya’nın aşağı havzası yanında bulunan Yensay, Çince kaynaklara göre, Kangkü ‘nün kuzey batısındaydı. Bu, Kangkü bölgesinin, kuzeydeki Kara-tav’dan çok uzağa yayılmadığını gösterir. Çinlilere göre, Kangkü ‘nün tam kuzeyinde, Kuzey Vuyi ülkesi vardı21. Bu devletin ülkesi, Kangkü’nün coğrafi durumuna bakarak, Kara-tav’ın kuzey yamaçları ile kuzeye uzanan ve kuzeydeki tabii sınırını Muyun-kum çölünün oluşturduğu bozkırlar olmalıdır. Hakkında şimdiye kadar, ne Ptolemaios ‘ta ne de başka bir doğu ya da batılı kaynakta bir şey bulamadığımız, adı ve coğrafi durumu dışında hiçbir şey bilmediğimiz Kuzey Vuyi devleti hakkında bildiğimiz, sadece, M. S. III. yüzyıl ve öncesinde, bu ülkeyi İran! göçerlerin iskan etmiş olduğudur. Göçerlerin Oxus çevresinde, M. Ö. 130’larda birbirini izleyen işgallerinden sonra, Kangkü, yani Asların Soğdiya’daki hükümranlığı çok uzun sürdü. Diğer iki göçer halktan Sakarauklar, il. Mithridates karşısında uğradıkları acı yenilgiden sonra, yanın asır kadar kaynaklarda yer almazlar ve ancak M. Ö. 76’da, Partuş kralı Sinatrukes’in tekrar tahta çıkışı nedeniyle yeniden anılırlar22. Bundan sonra, sık sık düşünüldüğü gibi, güneye yönelerek Sakaistan’ın eski Saka sakinleri arasında erimiş olmaları mümkündür; fakat bunu doğrulayan bir kanıt yoktur. Toharlar ise, M. Ö. 1. yüzyıl boyunca tamamen arka planda kaldılar. Toharların da, yeni yurtlarında, bir Asi hanedanı boyunca Kangkü hakimiyeti altında olduklarını, Trogus Pompeius ‘un “Toharların kralları Asianlar” sözlerinden çıkarabiliriz. Toharların yükselişleri derece derece gerçekleşmiş ve tam bir yüzyıldan fazla sürmüştür; ancak M. S. 1. yüzyıl başında, (M. S. 10 civarında), beş başbuğun hükümranlığı altında yaşayan Yüeçileri tek bir krallık altında birleştiren ve Kuşan hanedanını kuran I. Kuzulakadphises ortaya çıktı23. Kral 1. Kuzulakadphises, Roma kralı Claudius’un ( M. S. 41-54) sikkelerini taklit etti ve hükümranlığı, en azından kısmen, M. S. I. yüzyıl ortalarının sonuna kadar sürdü. Kuşan yayılmasının başladığını gösteren Kuşanların Kabil’e saldırmaları olayı da bu dönemde gerçekleşmiş olabilir. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 1. S. J. iV. Yüzyıllar Arasındaki Kangkü Tarihi 1.Kang’dan Ve Göçerlerden Söz Eden İran Destanı M. Ö. 129 ve M. S. 1. yüzytl ortalan arasında, Sir Derya ve Amu Derya bölgesinin en güçlü devleti, Asların ülkesi olan Kangkü idi. Ancak bu durum kısa zamanda, M. Ö. 43 ve 36 arasında değişti. Bu devrin Kuzey Hiungnu başbuğu Çiçi, Çinlilerle müttefikleri Güney Hiungnulann tehdit edici saldırılarından kaçarak, Gobi çölü çevresindeki eski yerleşim alanını terketti ve batıya yöneldi. Çiçi, önce İli vadisinde yaşayan Hiungnu gruplarını ordusuna kattı, sonra onlarla birleşerek Tanrı dağlarının batısında yaşayan Vusun halkını yendi. Ardından kuzeye yöneldi ve Hukie ordusunu yenerek, batı yönünde ilerledi ve Kienkunları da boyunduruk altına aldı. Bildiğimiz gibi Kienkun adı, daha sonraki Kırgızların seleflerine işaret eder. Çiçi, Kienkun bölgesinden yeniden kuzeye yöneldi ve Tingling halkını da tebasına kattı. Boyun eğdirdiği halkları egemenliği altında birleştirerek, bir süre için Kienkunların bölgesinde konakladı. Bu bilgiye ve bir başka kaynağa göre, Hukie bölgesi, Tanrı dağlarının batı kısmından ve İli ülkesinden kuzeyde, Çungarya’ daki Tarbagatay dağları çevresindeydi. Hukie adının Ogurları ifade ettiği şeklindeki eski görüş, o devrin Çince onomastik verilerinin ışığında, bugün artık geçerli değildir. Bu Çin kaynağı, Kienkunların ülkesini, Hukie ülkesinin batısında gösterir; yani bu bölge Balkaş gölünün kuzey komşusu olan bugünkü Kazak bozkırları olmalıdır. Kienkunların ülkesinin kuzeyinde bulunan Tingling ülkesi ise, bu kayıtlara göre, İrtiş ırmağı çevresindeydi25. Çiçi’nin, yeni yurdundan, yani Kienkun bölgesinden İli çevresindeki ülkelere, sık sık, “saldırdı ve Vusunları yendi” şeklinde ifade edilen müdahalelerini aktaran Çin kaynakları, burada zikredilen ülkelerin belirlenmesi açısından çok önemli bir işleve sahiptir. Bazı araştırmacıların düşündükleri gibi, Çiçi’nin, Kırgızların daha sonraki bölgeleri olan, Yenisey çevresinde konaklamış olması mümkündür; fakat Çiçi, Kienkunların İrtiş çevresindeki yurtlarında çok kalmadı; Vusun ordularının sıkıştırdığı Kangkü hükümdarının çağrısıyla, Kangkü ‘nün doğu kısmına, Çu ve Talas ırmakları çevresine, İli ülkesinin batı komşuluğuna taşındı. Çiçi, adamlarının büyük kısmını sert soğuk yüzünden kaybetmesine rağmen, kısa sürede, yeni yurdunda o kadar güçlendi ki Çin kaynaklarına göre, Part imparatorluğunun yanı sıra Yüeçiler ve İli ülkelerini işgal etmeye yönelik büyük planlar kurmağa kalkışabildi. Bu bilgileri, Çiçi ‘nin Kangkü bölgesinde konaklamasından sonra hazırlanmış Çince bir coğrafya kaynağı aktarır. Bu kayda göre Kangkü, “hafif, zayıf’ ülkeydi. Doğu kısmı Hiungnuların, daha doğrusu, daha önceki bilgilere göre Çiçi ‘nin elindeydi; güney kısmı olan Soğdiya ise, Yüeçilerin egemenliği altındaydı. Kangkü egemenliği zayıflayınca, Yüeçilerin Amu Derya’nın kuzeyinde bulunan Soğd bölgesini de kendilerine bağlamaları mümkün olmuştu. Sadece Kangkü hükümdarıyla değil, Çinlilerle de düşmanca bir ilişkiye girdiği için, Çiçi’nin egemenliği hızla sona erdi. Nihayet Çinliler, büyük bir ordu hazırladılar ve Batılı müttefikleriyle birlikte, M. Ö. 36’da başkentlerini ele geçirerek, batı bölgelerindeki Hiungnu hakimiyetini yok ettiler. Çiçi’nin düşüşünün biricik sonucu, -bizce bilinmeyen olaylarla birlikte-, Kangkü ‘nün Soğdiya üzerindeki hakimiyetini tekrar kurması oldu. 1. S. 25’ten sonra hazırlanmış Çince bir kayıt da, Soğdiya’nın Kangkü hakimiyetine girdiğine işaret eder. Kangkü’nün, İran’ın doğu sınırındaki en büyük devlet olduğunu bildiren son verilerimiz, İran destanında yer almaktadır. Bize kalan şekliyle İran destanı, eski zamanlardan başlayarak Arap fetihleri çağına, yani milli krallığın sona erdiği ve İslamiyetin İran’da Zerdüşt dinini değiştirdiği M. S. VII. Yüzyıla kadarki İran tarihini anlatır. Firdevsi’nin bildirdiğine göre, bütün tarih boyunca, toplam olarak elli Keyan’i, yani Key hükümdar ailesinden doğma ve resmi olarak kabul edilen elli kral, İran üzerinde hükümran oldu. Destanda bazı krallara ait övgü bölümlerinin genişliği ise, farklılıklar gösterir. İlk büyük bölüm, aslında dünya ve insanın yaradılış efsanelerinin tanrıları olmalarına rağmen, Firdevsi’nin kültür mimarları olarak tasvir ettiği eski İran’ın Keyani kralları hakkında destanımsı tarihler içerir. Eski kralların tarihini, Guştasp devrinde, Zerdüşt dininin kuruluş tarihi izler. Yeni dinin kabul edilmesinde, İran ve Turan arasında yeni bir savaş başlamış ve sonunda İran’a zafer kazandıran, Guştasp’ın oğlu İsfendiyar ortaya çıkmıştır. Bu aşamada, verdiği söze rağmen, muzaffer olarak geri dönen oğluyla tahtı paylaşmak istemeyen babası, İsfendiyar’ı, İranlı bir başka kahramana, Rüstem’ e karşı gönderir. Rüstem bu büyük savaştan kazanmış olarak çıkar; fakat acı son, kısa sürede ona da ulaşır: Ayaklanan Kabul kralını boyun eğmeye zorladığında ise, tuzağa düşer. Eski Keyan1 krallarının tarihi, destanda, ardı ardına gelen iki hükümdarın tarihi ile kapanır. Dara (Darius)’dan ve Büyük İskender’ den söz eden hikayeler, artık bizi, tarihi eski Fars (Achaimenida) kralları devrinin (M. Ö. 550-330) olaylarından uzaklaştırırlar. Bu ayrıntıyı ise, Firdevsi, İran geleneğine bağlı olarak açıklamaz; fakat Grekçe yazılmış Büyük İskender destanının orta Farsça varyantından verir. Daha sonraki dönemde de İran geleneğinin çok az yer tuttuğu görülmektedir. Aslında, bu ayrıntı için Firdevsi ‘nin yabancı kaynakları da yoktu. Şehname’de, bütün Part çağından (M. Ö. yakl. 250-M. S. yakl. 224), topu topu birkaç renksiz ve kaynak olarak da belirsiz tarihi açıklama buluyoruz; bu da, elli bölümden oluşan eserin yalnızca bir bölümünü oluşturmaktadır. Buna karşılık, destanda, Part devrini izleyen Sasanller (M. S. 224-M. S. 636) tarihiyle Farsça şiir ve manzum edebiyatının biricik ve en beğenilen temsilcisi olan Behram Gur’un (421439) yanı sıra İranlılarca krallık düşüncesinin sembolü olarak görülen Husrev Anuşirvan (531-579) çok geniş bir yer tutar. İran destanının Sasan’i dönemiyle ilgili ayıntıları gözden geçirirken, her şeyden önce iki noktaya dikkat etmemiz gerekir. Bir yandan, Sasanllerin ilki Erdeşir’in İran tahtını Arşakidlerden silah zoruyla aldığı unutulmamalıdır. Sasan’i hükümdarlarının kendilerini, eski Keyani hükümdarlarının yasal varisleri saymaları ve aynı zamanda Arsakların egemenliğini inkar etmeleri, bu nedenledir. Öte yandan ise, İran destanının Keyani ve Arsak çağlarıyla ilgili beyitleri, daha Sasani devrinde derlenip toplanmıştı. Böylece, bütün İran destanının en muhteşem kahramanları olarak Arsakların büyük eylemleri ile inanç bakımından da saygı değer büyük kurtarıcı Keyaniyan krallarının eylemleri, burada bir araya getirilmiş oldu. Destandan çıkarılmalarına ne bir ihtiyaç duyulmuş ne de bir imkan bulunmuştur26. Messianizm dininin bir türü, tarih boyunca, İran düşünce sisteminin bir özelliğini oluşturmuştur. Keyaniyan devri kralları ve kahramanları arasından Key Husrev ve Pişiyotan (Key Viştasp ‘ın oğlu), İran dini geleneği adına nasıl değişip ölümsüz mesihler oldularsa, aynı şekilde, Part çağı yazıtlarından birinde zikredilen tarihi kişi, Hataynamelerin biricik, eski Keyaniyan çağında yer alan biricik kahramanı, Hirkaniya’lı Gev de, ölümsüz mesih oldu. Destanda sürekli insan üstü bir kahraman olarak betimlenen Rüstem karakteri, birkaç kez mesih olarak, İran’ı Turan tehlikesinden tek başına kurtarır; Böylece Sasan’i Behram Gor karakteri de, Chionitler’e karşı M. S. 427’de elde edilen büyük zaferden sonra, İranlıların gözünde ve Hataynamelerde, mesih olarak değişmiştir. İranlılar, ölümsüz Pişiyotan’ın, destanımsı bir yer olarak düşünülen Turan ‘ın başkenti olan, Kang’dan, esrarengiz mesih olarak döneceğini, aynı şekilde, tarihi Behram Çobin’ in de, Türklerin baş şehri Rez kalesinden geri geleceğini umdular. Behram Çobin, önce, M. S. 589’da, Batı Türk başbuğuna karşı, Keyaniyanların en büyük zaferlerinden biri olarak hatırlanan büyük bir zafer elde etti ve sonra da, saygınlık kazanmasının bir ödülü olarak, Sasani tahtına sahip olmayı denedi. Bu başarısız girişiminden sonra Türk ülkesine kaçtı ve İranlılara kendisini unutturarak, Vahram-i Varjavend adıyla, geri dönmesi beklenen mesihleri arasına katıldı. Destanda, yer alan Keyani krallarının tarihinde, Part dönemine ait çizgiler daha belirginleşmektedir. Key Us ve Key Husrev adlarının altında ise, artık, Part tarihinin ünlü kişilerinin adlarını almış olan kahramanlar, bilhassa Hazar denizinin güneydoğusunda , Kuzeydoğu İran’da, M. S. I. yüzyıy boyunca hükümran olmuş Hirkaniya bölgesinin hanedan üyeleri (Gev ve ulusu, Bejan ve eşi Maneja) yer almaktadır. Gotarzes (Destanda: Godarz; 11. Gotarzeş, M. S. yak!. 38-51) de, bir süre için sürdürdüğü taht kavgalarından sonra, Hirkaniya’ya yerleşti. Part çağının bu tarihi kişileri, destanda kendi adlarıyla; fakat Part yerine eski Keyaniyan çağı kahramanları olarak ortaya çıkarlar. Godarz (II. Gotarzes), Süryani ve Grekçe olan düzmece Tamaş belgelerinde de Mazday adıyla geçer ve burada Bejan ve Maneja adları da ortaya çıkar. Key Husrev, destanda, Part kralı III. Artabanos’un (M. S. 12-M. S. yakl. 38) özelliklerini taşır. Aynı yerde, il. Gotarzes ‘in varisi olan, Part kralı I. Vologeses ‘in (M. S. 51-M. S. yakl. 79) kişiliği, Key Viştaspe’ınki ile karışır. Hataynameler ve diğer İran kökenli destansı rivayetler, Key Viştaspe’ın oğlu Spandiyat’ın, I. Vologeses’in kardeşinin, Ermeni kralı olan Tiridates’in özelliklerini taşıdığını gösterir. Derlendikleri orta Farsça eserde, hiçbirinin bize kadar ulaşamadığı bazı Part çağı rivayetlerine göre, Spandiyat, Kafkaslar’daki Alanlarla da savaşmıştır; Bu ise, açıkça, M. S. 36’dan sonra olup bitenlerle ilgilidir. Şehname’nin en büyük kahramanı olan “Saka” Rüstem ise, kendisinde, sadece eski Keyanl mitoslarının çizgilerini değil; aynı zamanda, muhteşem Arsakların Saka-Pehlevi hükümdarının, M. S. 18’de tahta geçen ve M. S. 50’den sonra da Doğu İran ve Kuzeybatı Hindistan arasında yayılan büyük imparatorlukta egemen olan Gondopherres’in özelliklerini de taşır. Burada, Sasanilerin, Arsakların hükümranlığını yıkmalarından sonra, nefret ettikleri Part çağının bütün hatıralarını İran hikaye ve efsanelerinden silmiş olmalarının iyi bilinen bir gerçek olmasına karşılık, ayrıntılarıyla verilmiş Partlarla ilgili bölümlerin destan metninde nasıl kalabildikleri sorusu ortaya çıkmaktadır. Destanda Partlarla ilgili anlatılanların, açıkça, Part devirleriyle değil, çözülemez bir bütünlük içinde oldukları eski Keyaniyan çağıyla ilgili oluşu, bu sorunun yanıtını oluşturur. Kısmen bu yüzden, kısmen de Part çağı kalıntılarının açık anlamlarının daha sonraları unutulması nedeniyle, o devrin müstensihleri arasından hic..kimse, destan metninden Part epizotlarını çıkarmayı düşünmemiştir. İran destanının Part çağı unsurlarının önümüze açıkça serdiği tablo, daha önce söz konusu edilen verilerle tam bir paralellik içindedir. Bu metinlerin tanıklığına göre, M. S. I. yüzyıl ortasında, Sir Derya ve Amu Derya arasında yer alan Kang devleti, en büyük güçtü. Amu Derya’nın öte yakasındaki bölgeler ve ayrıca Soğdiya, destanda da Kang egemenliğine bağlıydı. Amu Derya’ da ise, Hirkaniya’nın Godarz – Gev – Bejan ailesi, destanda da, tarihteki Gev ailesinin M. S. I. yüzyılın altmışlı yıllarında oynadıkları role benzer bir rol oynarlar. Destanda, Turanlı göçerlerle yapılan savaşların yükünü, Godarz ve ailesi, ayrıca Rüstem üstlenir. Kang bölgesinden Amu Derya’yı geçerek İran’ın doğu bölgelerine yapılmış olan akınları, M. S. 1. Yüzyıl ortasında, gerçekten de, Hirkaniyalı Gev ailesi üyelerinin ve Gondopherres’in önlemiş olmaları gerektiği şüphesizdir. Demek ki, Kangkü-Kang kelimesi, son zamanlara kadar düşünüldüğü gibi, Avesta’nın terkedilmiş bir adlandırması değil, gerçek bir coğrafya adlandırmasıydı. Sözü edilen veriler dışında, Şehname’de Toharlardan çok söz edilmesi ve Kuşan adının çok yerde geçmesi de, İran destanının Partlarla ilgili bölümlerinin zamanını belirlemektedir. Firdevsi, kendi çağından veya daha önceki Sasani devirlerine ait coğrafi kayıtları muhafaza eder; fakat 1. Kuzulakadphises ve haleflerinin tarihi rollerinden ve Amu Derya’ nın kuzeyine doğru gerçekleştirdikleri akınlarından söz etmez. Kuşan hanedanının ikinci ve üçüncü hükümdarları olan Vema Kadphises ve Kanişka ‘nın yönetimindeki Kuşanlar, İran’ın doğu komşuluğunda en büyük nüfuza sahip oldular. Kuşanlar, sikkelerinin ve Kuşan adlarının coğrafi adlar olarak yaygınlaşmasının da gösterdiği gibi,nüfuzlarını Amu Derya’nın kuzeyine de yaydılar; fakat Kuşan işgali, Sir Derya’nın hemen yanındaki Kangkü bölgesine kadar ulaşmamıştı. Kangkü ülkesinin durumunda geçen asırdan beri bir değişiklik olmadığından söz eden III. yüzyıla ait Çin kaynağının Batı ülkelerini anlatan kaydı da, bunu doğrulamaktadır. Kangkü, bu belgeye göre, kuzeybatı yolu üzerindeki Yentsai’ın yakınında olduğuna göre, Çinlilerin bu kaydının Soğdiya ile değil, aslında, Sir Derya kıyısındaki Kangkü ile bağlantılı olduğu şüphesizdir. Kuşan imparatorluğunun altın çağına, Sasan1 hükümdarı I. Şapur’un (M. S. 241-272) doğudaki işgalleri son verdi. Nitekim Şapur, M. S. 250 civarında, ünlü Kabe-i Zerdüşt yazıtına göre, Kuşanlara karşı yeniden büyük bir zafer kazandı ve nüfuzunu, Kuzey Kuşan bölgesinden, Fergana’ya ve Taşkend’e kadar genişletti. Fergana’nın anılması, bir zamanlar yüz yıl süresince ! 1<11şan egemenliği altında kalan Soğdiya ‘nın, şimdi de Fars egemenliğine girdiğini göstermektedir27. Fars işgali ise, Soğdiya’da süreklilik kazanmadı. 28.S. 260270 civarında, batıdan Çin sarayına ulaşan elçilerin raporlarına dayanan bir Çin belgesine göre de, Fergana’nın kuzeybatısında bulunan Kangkü, yani asıl Kangkü, Soğdiya ve İli ülkesi ile sınırdaş idi28. Kısacası, Soğdiya, bu belgelere göre, uzun Kangkü ve Kuşan egemenliği sonunda, bağımsızlığını tekrar kazanmıştı. Az önce gördüğümüz gibi, Kuşan iktidarının zayıflama sebebi, 1. Şapur’un Kuşanlara karşı bir zafer kazanmış olması, yani Şapur’un doğudaki işgaliydi. Gerçekte bu Çince kayıt, Soğdiya’nın, bağımsız bir ülke olarak kaynaklarımızda son kez geçmesinin belgesiydi. Sonraki büyük değişim döneminde, yani M. S. 350 civarında, Avar-Hunların Oxus çevresindeki ülkelerde hakimiyetlerini kurduklarında, hem Kangkü hem de Soğdiya’nın bağımsızlığı ebediyen sona erdi. Kangkü adı, Sui hanedanı devrine (M. S. 581-617) ait kaynaklarımızda tekrar ortaya çıkar; fakat artık, asli geniş anlamında değildir ve özellikle Soğd bölgesini, daha doğrusu Semerkand şehri ve çevresini ifade etmektedir. 2. Kazak Bozkırı Halklarından Söz Eden Çin Kaynakları Bozkırlar üstüne M. S. 350 yılından önce hazırlanmış olan son ayrıntılı kayıt, III. yüzyıl ortalarına ait Çince bir belgedir. Bu belge, Kangkü’nün komşuları arasında sadece Kuzey Vuyileri ve Yen-tsai’leri değil, Kienkunları ve Tinglingleri de zikreder. Bu kayda göre Tinglingler, Kangkü’nün (yani Kuzey Vuyi’nün de) kuzeyinde oturuyorlardı. Kienkun ve Tinglinglerin coğrafi konumuyla ilgili olarak, Çince eser, Han çağını ve Kienkunların konumunu iki ayn şekilde açıklayan, daha eski ve değişik kaynaklardan alınma veriler kullanmıştır. Bunlardan biri, Çiçi ‘nin batı akınları dönemindeki Kienkunlar ülkesini, hala Kazak bozkırlarında gösterir; fakat aynı belgeye, Kienkun ülkesinin Tiyenşan’ın orta kısmının kuzeyine doğru 5000 Çin mili uzaklıkta olduğunu bildiren, İlk Han hanedanının yıllıklarından alınmış bir cümleden oluşan, bir başka veri iliştirilmiştir. Artık bu ikinci kaydın, Kazak bozkırlarıyla değil, Kırgızların daha sonraki ülkeleri ile, Yenisey ırmağının kaynak bölgesiyle ilgili olduğu çok açıktır. Nitekim Kırgızlar, Çiçi’nin batıya gerçekleştirdiği akınlardan (M. Ö. 49) sonraki bir dönemde, muhtemelen M. S. 1. asır başında, Kazak bozkırlarının kuzeyinde yer alan ve daha sonraki sekiz asır boyunca Kırgız bölgesi olarak bildiğimiz yeni yurtlarına göçtüler. Kırgızların asıl yurdunun Tiyenşan’ın doğu uçları olduğunu ve Kırgızların, buradan, Çiçi’nin akınları önünden kuzeybatıya çekildiklerini ileri süren daha sonraki bir Çin kaynağı da Kırgızların yer değiştirmesini anlatır. Tinglinglerin Güneybatı Sibirya’daki kolunun, yukarıda sözü edilen III. Yüzyıl Çin kaynağının yazıcısına ait açıklayıcı bir nota göre, Hiungnuların kuzeyindeki “Kuzey Denizi” (Baykalgölü) çevresinde yaşayan Tinglinglerle aynı halk olması imkansızdır. Kienkunlar ve Tinglingler konusunda, büyük bölümü İlk Han hanedanı için hazırlanmış yıllıkların da varlığından söz eden yazıcı, şüphesiz burada da, Hanlar çağına ait Tingling verilerini, yani Çiçi’nin batı akınlarından söz eden belgeleri kasteder. Yazıya geçirilmiş olaylardan üç asır sonra yaşamasına karşılık, onun kayıtlarının doğruluğundan şüphe etmemiz yersiz olur. Gördüğümüz gibi, söz konusu Han çağı devri verileri de, Tinglinglerin ana kolunun Kuzey Moğolistan’ a, Hiungnuların kuzeyine; bir başka kolunun ise, Çungarya Kapu ve Hiungnuların kuzeybatısına, İrtiş çevresine yerleştiklerini açıkça göstermektedir. Buradaki değişiklik, Kırgızların 1. yüzyıl başında yeni yurtlarına taşınmaları sonunda, Kazak bozkırlarının kuzey ve orta kısmının da Tinglinglerin eline geçmesi şeklinde gerçekleşmiştir. Bu III. Yüzyıla ait kaynağımızın kayıtlarından şu bilgileri çıkarabiliriz: Tinglingler, “Kangkü’nün kuzeyinde”, buradan da ormanlık bölgeye kadar uzanan, kürkleriyle zengin Tingling bölgesinde yaşadılar. Belgedeki Tinglinglerin yaşam biçimi üstüne yapılan betimlemelerle, yer değiştiren göçer çobanların yaşam biçimleri hakkındaki bilgiler, eğer bunların yurtlan Kazak bozkırlarının bazı bölümlerini de kapsıyorsa, ancak o zaman anlaşılır olmaktadır. Üçüncü Tingling grubu, kesin olarak kuzey kolundan ayrılarak, Türkler ile Hiungnu ve Türklerin bazı kavim grupları gibi, güneydeki Çin sınırına göçtü. Tinglingler, iV. yüzyıl sonunda, Çinlilerle bir dizi ilişkiye girdiklerinde ise, Tingling adını yeni şekliyle kullanmaya başlamışlardı. Önce Ti-li (çağdaş telaffuzu: * Tiglig veya * Tegrek olabilir); daha sonra ise, Tielö ( * Tilig, Tereg) biçimine dönüşen bu ad, VI. -IX. yüzyıllar boyunca, Çin kaynaklarında, genellikle, bu son şekliyle kullanılmıştır. Bu iki adın benzerliğinin yanı sıra, Tielölerin ve Tinglinglerin ortak kökenli olması ve bu iki kavim grubunun coğrafi aynılığı, daha da büyük bir önem taşır. Bu durum, her şeyden önce, Tielö ve Tinglinglerin kuzey kolu ile; yani Baykal gölünün ve Hiungnulann kuzeyinde daha önceden göçerleşmiş merkezi kavim grubu olan ve Orhon Türklerinin komşuluğunda yaşayan Tielölerin kuzey kolu ile ilgilidir. Çinliler, güneyde, Çin sınır boylarındaki aynı bölgede önceleri Tunglinlerin , daha sonraları ise sürekli olarak Tielölerin yaşadıklarını belirtirler. Çinlilerin hem Güney Tinglinglere, hem Tielölere, Kao-kü, yani “Yüksek Araba” adını yakıştırmaları da, bu iki adın burada aynı anlama geldiğini gösterir; üçüncü Tingling ve Tielö kavim grubu konusunda da, kaynaklarımız, her iki kavim grubunu Kazak bozkırları çevresinde gösterdiği için, coğrafi aynılıktan söz edebiliriz. Bütün bu yerlerde, Tielöler, Tinglinglerden sonra ortaya çıkarlar. Tarihi ve coğrafi veriler de , Tielö adının, Tingling şeklinin daha ‘sonraki varyantı olduğunu ve bu iki adın, farklı devirlerde, bir ve aynı büyük kuzey kavimleri birliğine işaret ettiğini gösteren dilcilik bilgilerini yeterli ölçüde sağlamlaştırırlar. Bu devirde Kangkü ile komşu ülkeler arasında, İli ülkesinin tasviri, III. yüzyıl Çin kaynaklarımızda eksiktir. Çiçi’nin akınlarının gerçekleştiği dönem olan M. Ö. 1. yüzyılın ikinci yarısında, bu ülke Hiungnuların yurduydu. Daha sonraki Hiungnu tarihinden, burasıyla ilgili ancak bir belge biliyoruz. Bu ise, bir bakıma, bütün Hiungnu-Hun konusu açısından temel bir öneme sahiptir. Söz konusu belgede, son Han hanedanının hükümranlığı devrindeki Çin ve Hiungnu savaşlarından söz edilmektedir. Bu belgede, M. S. 91 yılı olayları arasında, Kuzey Hiungnu veziri Şanyü’ nün Çinliler tarafından yenildiğini ve sonra da göçe zorlandığını öğreniyoruz. Göç, batı yönünde, Vusunların yurduna doğru, oradan da daha batıya, yani İlie ülkesine doğru gerçekleşmiştir. Çin kaynaklarının yazıcısının, Vusun bölgesinde ortaya çıkan bütün olaylar üstüne çok önemli verileri vardı; Vusun bölgesinden daha ileriye göçen Hiungnular hakkında ise, artık ayrıntılı bilgi verememektedir; ancak, kaçan Şanyü’nün, Hiungnu gruplarının dağıldıklarının görüldüğü Vusun bölgesinin kuzey kısmına yöneldiğini, bazı kavimlerinin ise, daha batıya göçtüklerini söylemektedir. Bu kavimlerin kaderi ise, artık, belgenin düzenleyicisi için tamamen meçhul kalmıştı. Vusunların kuzey komşuluğunda, M. S. V. yüzyılın ilk yarısında bile Hiungnu kökenli bir kavim grubunun, Yüepan halkının oturduğunu bildiren daha sonraki bir Çince belge, mutlu bir rastlantıyla, bu Han çağı kaynağını tamamlamakta ve sanki orada aktarılan bilgileri sürdürmektedir. Bu kaynağa göre, M. S. 91 ‘de Vusun bölgesine göç edenler, Hiungnuların torunlarıydı. Göç eden Şanyü halkının, ancak daha ileriye gidemeyen kısmı Vusun bölgesinde kalmış; diğer kavimler ise, daha batıya, Kangkü ülkesine yönelmişlerdi. Son Han hanedanı yıllıklarına göre de, kuzeydeki Şanyü’nün Vusun bölgesine gittiğine bakarak, Yüepan belgesinin doğruluğundan şüphelenmek de mümkün değildir. Ayrıca, Yüepanlardan söz eden belgenin, M. S. 435 ‘ten sonra Çinlilerle tekrar elçilik kurma düzeyinde bir dizi ilişkiye giren ve M. S. 448’de Çinlilerle askeri ittifak da yapan Yüepanların bizzat kendilerinden kalmış olabileceğini de dikkate almamız gerekmektedir. Bunlara göre, M. S. 9l’den sonra Hiungnular, Vusunlara, Tann dağlarının batı bölümü çevresine göçtüler; ardından, Hiungnuların büyük kısmı, daha doğrusu en güçlü kavimleri, Kangkü bölgesine, yani Kazak bozkırlarına, İli ve Sir Derya arasındaki bölgeye yöneldiler. Çin kaynakları, daha sonraları, ne buradaki Hiungnulardan ne de daha önceleri İli bölgesinde yaşayan Hiungnulardan bahsederler. İli’nin doğu komşuluğunda, Tanrı dağlarından kuzeyde ve Barköl kıyısında, M. S. il. yüzyıl boyunca Hiungnular oturdular; Hiungnulann, M. S. 107 ve 153 arasında, sık sık, Tarım bölgesindeki şehir devletlerinin yaşamına karıştıklarını ve burada, sık sık Çinlilerle de savaştıklarını bir dizi verimiz doğrulamaktadır. Tiyenşan çevresindeki Hiungnular, ancak M. S. 150 yılından sonra kaynaklarımızdan çıkarlar; Tinglinglerin ve Vusunların ülkeleri gibi, boyun eğmiş halkların ülkesi olarak, daha önce Hiungnuların sahipliğinde olan bu geniş bölge, Sienpi başbuğu Tan Şihuay’ın (M. S. yakl. 150’den 180’e kadar) hakimiyetine girer. Bununla, Hiungnuların eski yerleşim bölgelerinden tamamen silindiklerini düşünmemiz, tabii ki yanlış olur. Hiungnuların, bu devirde veya daha sonra, tam olarak da M. S. 350’ye kadar, Tiyenşan ve İli ırmağı çevresindeki yurtlarını terketmiş olduklarına dair hiç bir verimiz yoktur; Yüepanlar ise, M. S. V. Yüzyılın ilk yarısında da, hala Vusun bölgesinin kuzey komşuluğunda bulunan yurtlarında yaşamaktaydılar. Demek ki, M. S. 1. yüzyıl sonunda, bütün Tanrı dağları dağ silsilesi boyunca Hiungnuların yaşadıkları olaylar, Çin kaynaklarının en önemli konusunu oluşturur; fakat bölgenin batısında, İli vadisi ve Sir Derya arasında, Kangkü bölgesinde, yani Güney Kazakistan’da da güçlü Hiungnu kavim grupları yerleşmişlerdi 29. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Avarlar (Uar-Hunlar) Batı Türkistan’ da Sir Derya ve Amu Derya çevresinde, ayrıca Kazak bozkırlarında, M. S. 350 sıralarında gerçekleşen büyük değişiklikler, iki yüzyıl boyunca, Batı-İç-Asya’nın beşeri haritasını belirlediler. Hunların Avrupa’ya göçlerinin ve bu göçlerle başlayan Avrupa’daki büyük halk göçlerinin arka planında da, aynı olaylar yatmaktadır. Batı Türkistan ve Avrupa’daki halk göçlerinin daha sonraki safhalarına ait bilgileri, çok sayıdaki doğulu ve batılı kaynağımız vermektedir. Bunların birer birer gözden geçirilmesi, genel olarak yapılmış; fakat bu karmaşık olaylar dizisinin gereğince incelenmesine imkan tanıyacak olan bir bütünlük içindeki özetleri ise, şimdiye kadar gerçekleştirilmemiştir. Bu nedenle, bu konuyla ilgili literatürde genellikle kabul edilen görüş özellikle, elimizde hiçbir verinin bulunmadığı Avrasya’daki büyük halk göçlerinin başlangıcının ve ilk safhalarının, bir sis perdesince örtülmüş olmasıdır. Bu konuyla ilgili olarak, önce Batı Türkistan’daki olaylardan söz eden elimizdeki başka kaynakları da, daha yakından dikkate almamız gerekiyor. Bu kaynaklarda, bizi, büyük halk göçlerinin başlangıç çağına taşıyan ip uçları buluyoruz. Çinliler, M. S. 350 civarındaki Batı Türkistan’da geçen olaylar üstüne, diplomasi ve ticaret ilişkilerinden doğmuş ve bize doğrudan doğruya çağdaşlarının kayıtlarından aktarılmamalarına rağmen güvenilirliklerinden şüphe edemeyeceğimiz, çok büyük önem taşıyan bilgileRİ verirler. Çağdaş kayıtların yokluğunun nedeni, Sienpi imparatorluğunun yıkılışından sonra, M. S. 305 ve 439 arasında, -yani M. S. 350’lerde-, Çin’in batı ülkeleriyle ilişkide bulunmayışıdır. Böylece Çinliler, bir buçuk yüzyıl kadar Batı-İç-Asya tarihinden habersiz kaldılar. Bu İlişkinin sona eriş sebebi ise, M. S. III. yüzyılda, Kuzey Çin’de ve ayrıca Çin’den batıya uzanan yol boyunca, Kansu’da ve Tarım havzasının bazı bölgelerinde, “onaltı devlet” bölgesinde hüküm süren, kısa ömürlü, büyük kısmı Hiungnu ve yabancı kökenli olan başka hanedanların ortaya çıkışıydı. “Yağmacı” hanedanlar arasında, Kuzey Liang hanedanı gibileri, önemlerini, bilhassa Çin’den batıya giden yol bölgesinde bulunmalarından ve böylece Çin ticaretinin dikkate değer bir kısmını kontrolleri altında tutabilmelerinden, bir bakıma da, bu ticaretin aracıları oluşlarından alırlar. Kuzey Çin’deki bu dağınık durumu, nihayet, egemenliğini “yağmacı” devletler bölgesinde yavaş yavaş duyuran, görkemli Vey hanedanı (M. S. 385-534) sona erdirmeyi başardı. Vey hükümdarının, Doğu Kansu’da, Kuzey Liang hanedanını M. S. 439’da yıkması, bu sürecin son önemli hareketiydi; ancak kısa bir süre içinde, bu defa da Juan-Juan kavimler birliği, İç-Asya’nın bu yeni gücü, Çin’ den Tarım havzasına ve batı ülkelerine giden yolu tehdit edebilir bir konuma ulaştı. Buna karşılık, Vey hanedanı hükümdarlarının, Juan-Juanları da, Kuzeybatı Çin’in sınır bölgelerinden, Kansu’dan ve Tarım havzasının şehir devletlerinden uzakta tutmayı başarmaları için uzun bir zaman gerekti. Yollar tekrar kullanıma açıldıktan sonra, Çinliler, iki kaşifi, Tung Yüan’ı ve Kao Ming’i Batı ülkelerine gönderdiler; ardından gittikçe sıklaşan elçi değişimi yoluyla, kısa zaman içinde, Batı ülkeleri hakkında birçok coğrafi ve tarihsel bilgilerle, bazı Batı halklarının yaşam biçimleriyle ilgili veriler elde ettiler. Bu verilerin en önemli derlemesi, ne yazık ki bize asıl nüshalarıyla ulaşamayan Vey hanedanı yıllıkları Vey-şu’ların Batı ülkelerinden söz eden bölümüdür. Bu bölüm yerine, bugünkü Vey-şu’da, daha sonraki bir hanedanın yıllığı olan Pey-şi’nin Batı ülkeleriyle ilgili bölümünü buluyoruz. Pey-şi ve bazı özet nitelikli tarihi eserlerin yazıcıları da, orijinal Vey-şu metnini kullandıkları için, eski Vey-şu’nun Batıyla ilgili belgelerinin metnini, çok defa aslına yakın müsveddesinden telafi edebiliyoruz30. 1.S. 350’lerde Batı Türkistan’ da meydana gelen büyük göçer baskınını ve göçerlerin buraya yerleşmelerini, Vey-şu ‘nun üç ünlü belgesinden öğreniyoruz. Birincisi, göçerlerin Toharistan ve Kuşan bölgesinde gerçekleştirdikleri baskından söz eder; İkincisi, göçerlerin Soğdiya’yı işgalleri ve buradaki hakimiyetleri hakkında bilgi verir; Üçüncüsü ise, Toharistan ve Soğdiya ‘da yerleşen göçerlerin Çin sarayına gönderdikleri elçilerin hikayelerini kapsar. Vey-şu verilerini, göçer işgalinden başka, tarih açısından da aydınlatıcı belgeler olan Batı Türkistan’daki sikke basımı tamamlar. 1. Uar-Hunlar Doğu Türkistan’a Yerleşiyorlar 2.S. 436 ve 452 arasında, Baktriyalı tüccarlar da Çin sarayıyla ilişki kurdu. Kuzey Afganistan’ın batı bölümünde yer alan Baktriya, M. S. I. ve II. yüzyıllar boyunca, tüm Afganistan ve Kuzeybatı Hindistan’ın önemli bir bölümüyle birlikte, çok adlı Yüeçilerin, Grekçe adlarıyla Toharların, Kuşan hanedanının hakimiyeti altında kaldı. 1.S. III. yüzyılda, Fars ülkesinin Sasani hükümdarları, Kuşanların hakimiyetini kırmayı ve Kuşanları, Baktriya’nın doğusuna, Amu Derya’nın aşağı havzası çevresine, yani Toharistan’a doğru sürmeyi başardılar. Kuşanlar, Kuzeybatı Hindistan bölgelerini de, işte bu dönemde kaybettiler. Kuşanlar, Baktriya’d aki ve Hindistan’ daki hakimiyetlerini tekrar kurmayı, M. S. 350’lerde başardılar. Çin sarayına giden diğer batılı elçiler gibi, Baktriyalı tüccarlar da, ülkelerinin tarihini , Çinlilerin batı ülkeleriyle bağlantılarını yitirdikleri zamandan başlayarak anlatırlar. Vey-şu, tüccarların sıraladıkları bilgilerden hazırlanmış çağdaş kayıtları, iki bölümde korudu. Birinci bölümde Toharistanlı ve Baktriyalı Kuşanlardan, daha doğrusu Vey-şu’nun kullandığı sözcüklerle “Büyük Yüeçi’“lerden; ikinci bölümde Kuzeybatı Hindistan’daki Kuşanların “Küçük Yüeçi” kolundan söz edilir: “Büyük Yüeçi” krallığının başşehri Lukienşi, Fotişa’nın batısında, Tay’dan 14.500 Çin mili uzaklıktaydı. Büyük Yüeçiler, kuzeyde Juan-Juanlarla sınırdaş idiler ve onların bitmeyen saldırılarına uğruyorlardı. Bu yüzden batıya yöneldiler ve Belh şehrine, Fotişa’dan 2.100 mil uzağa yerleştiler. Kahraman ve savaşçı bir yönetici olan kralları Kidara, ordusuyla birlikte, güneye, büyük dağların ötesine yöneldi ve Kuzey Hindistan’ı zaptetti. Gandhara ‘nın kuzeyinde bulunan beş krallık ona boyun eğdi. Büyük Yüeçi kralı Kidara’nın oğluydu. Hiungnular Kidara’yı sürdükten sonra, Kidara yeniden batıya yöneldi ve oğluna, Puruşapura şehrine yerleşmesini buyurdu. Küçük Yüeçi adı, buradan kalmıştır. Şehir, Bolor’dan güneybatıya doğru, Tay’dan 16. 100 Çin mili uzaklıktadır. Bu iki belgede, özellikle Vey-şu yazıcısının, “Büyük Yüeçi” adını, burada muhtemelen eski anlamında kullandığına işaret edebiliriz. Gerçekten, Baktriya ile ilgili olan bu adın benzerini, daha önceki dönemlerde, ne Baktriyalı tüccarların Çin ‘i ziyaretleri sırasında, ne de bir başka kaynakta bulabiliyoruz. Çağdaş Grek, Latin, Süryani ve Ermeni kaynaklarının yanı sıra, Orta İran yazıtları ve daha sonraki Orta Farsçadan kopya edilen Arapça-Farsça kaynaklar da, Baktriya’yı, yöneticileri olan muhteşem Kuşan hanedanının (M. S. 1-III. yy. ) adıyla anmaya alışmışlardı ve aynı kaynaklar, Kuşan adını, halk adı olarak da kullanmaktaydılar. Bunların yanı sıra, hem Çin hem de Batı kaynakları, Baktra (Baktriya) adı yanında, Baktriya’da yerleşmiş Toharların adından, Toharistan coğrafi adını oluşturdular. Vey-şu’nun Baktriya hakkındaki kayıtlarında arkaik söz kullanımını ise, sadece Yüeçi adının varlığını göstermez; Veyşu’nun yazıcısı, Han-şu’nun eski “Küçük” Yüeçilerden söz eden ünlü kaydından harfi harfine aldığı ve sonraki devirlerin kayıtlarında artık işaret edilmeyen bölümlerini de ortaya koyar. Hanşu, eski Küçük Yüeçilerden, Baktriyalı tüccarların ziyaretinden altı asır önceki olaylar sırasında, Toharların batıya göçü dolayısıyla söz eder. Bu belgeye göre, Küçük Yüeçiler, Hiungnuların akınlarının ardından, M. Ö. il. yüzyılda, Kuzeydoğu Tibet çevresine çekildiler ve son olarak buraya yerleştiler. Bu nedenle, Kuşanların bir kolunun Kuzeybatı Hindistan’daki Puruşapura (bugünkü Peşaver) çevresine göç ettikleri şüphe götürmez; onlarla ilgili olarak kullanılan Küçük Yüeçi adını kesin bir kanıt olarak görebiliriz. Tibetli Küçük Yüeçiler kaydı, aslında Kidaritlerle hiçbir şekilde ilgili değildi; yani Vey-şu yazıcısı, bu kaydı, tamamen keyfi bir şekilde Kidaritlerin Hindistan koluna maletmişti. Vey-şu belgesinde, Kidara’nın eski başşehri olarak Lukienşi’nin de, yani Amu Derya’nın kuzeyinde bulunan Han çağındaki Doğu Toharistan Yüeçilerinin başşehrinin de adının geçmesi şaşırtıcıdır. Artık başka kaynaklardan da bildiğimiz gibi, M. S. I. yüzyılın ikinci yansından sonraki Kanişka devrinde, Kuşan hükümdarlarının yazlık ve kışlık ikametgahları Gandhara ‘ya taşınmıştı. Lukienşi’nin Baktriyalıların başşehri olarak anılması ise, belgede, bütün ihtimallere göre, tamamen arkaik bir unsurdur. Sonraki Kuşan çağında, M. S.III. yüzyıl boyunca, Fars Sasaniler’in, 1. Erdeşir ve haleflerinin Baktriya’daki egemenlikleri devrinde, Baktriyalı hükümdarların Doğu Toharistan’ a geri sürüldüklerinden şüphelenmeye bir neden yoktur. Vey-şu yazıcısı, belgede sözü edilen uzaklıkları, Vey hanedanının Kuzey Çin’de bulunan daha önceki başşehrinden, Tay’dan başlatarak hesaplamaktadır. Hesaplamaların Fotişa’dan başlatıldığı ise pek açık değildir. Belgede kayıtlı olaylar sırasında, metinde açıkça görüldüğü gibi, Baktriya’da, artık Kuşan hanedanı değil, Kidara hanedanı iktidardaydı. Daha sonra, M. S. V. yüzyıl ortalarında, Baktriyalı Kidaritlerin adını, halk adı olarak kullanan Bizanslı Priskos da anar. Burada kayıtlı olayların tarihiyle ilgili bugüne kadar gerçekleştirilen çalışmalar, herkesçe kabul edilen sonuçlara ulaşmadığı için,bazı araştırmacılar şöyle bir izlenim edinmişlerdir: Kidarit tarihinin başlangıcının ve ilk devrinin kronolojik olarak belirlenmesi, bugünkü kaynaklarımıza dayanarak kesinlikle mümkün değildif3ı. Oysa gerçekte, durum böyle değildir ve kendilerine dayanarak Kidaritlerin ortaya çıkışlarını tam olarak belirleyebileceğimiz veriler, az değildir. Ermeni yazıcı P’artos Buzandac’ ın sözlerinden de Kidaraların Belh’ e yerleşmelerinin daha 367′ den önce gerçekleştiği anlaşılıyor; çünkü Ermeni yazıcının anlattığına göre, Fars kralı II. Şapur’un Kuşan savaşı sırasında, Kuşan’ın başşehri artık Belh şehriydi. Şapur’un seferinde, daha önce Fars sarayına mensup olan esir Ermeni beyleri de rol aldığı için, Ermeni yazıcının geniş açıklamalarından şüphe etmeye bir sebep yoktur. Baktriyalı tüccarların anlattıklarından, bir zamanlar Koşanlara ait olan Belh ve Gandhar’ı, Kidaritlerin, tekrar kimlerden geri aldıkları konusu açığa çıkmamaktadır ve başka kaynaklardan da, bu bölgelerin, M. S. 250 ve 350 arasındaki tarihinden çok az şey öğrenmekteyiz. 1.S. III. yüzyılın ilk yansında, Veylio’ ya göre, Tahiya, yani Baktriya ve Kaofu, yani Kabul, Kuşanların egemenliği altına girdi. Sasani imparatorluğunun kurucusu olan 1. Erdeşir’in (M. S. yakl. 224-241) idaresi altında ise, Kuşanlar da Sasani egemenliği altına girdiler ve Kribe-i Zerdüşt yazıtına göre, Kuşan bölgesi, 1. Şapur’un imparatorluğunun da bir bölümünü oluşturuyordu. Kuşan ülkesindeki Sasani egemenliğinin ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz ve Mihrauli demir sütun yazıtına göre, il. Çandragupta’nın (M. S. 335-M. S. yakl. 375) veya muhtemelen Kuzey Hindistanlı bir başka hükümdarın, Çandra ‘nın akınlarını bütün Bahlika’ya veya Baktriya’ya kadar genişlettiğini de tam olarak bilmiyoruz; Kidarit tüccarlarının anlattıklarından, yalnızca, Kidaralar Belh ‘e yerleştiklerinde Gandhara’nın Kuşan bölgesi olmadığı anlaşılmaktadır. P’avstos Buzandac’ın ve aynca Baktriyalı tüccarların anlattıklarına göre, Baktriyalıların Kuşanlar’dan sonraki yeni hanedanı olan Kidarit hanedanı, 367’den önceki yıllarda, öz yurtları olan Doğu Toharistan’dan tekrar batıya, Baktriya’ya ve Gandhara’ya yöneldi ve bu yöneliş, kuzeyden, yani Amu Derya’nın ötesinden saldıran göçerlerin baskısı altında gerçekleşti ve Baktriyalı Kidaritlerin terkettiği Doğu Toharistan, bu devirde, M. S. IV. yüzyıl ortasında göçerlerin eline geçti; yani Doğu Toharistan, Kidaritli tüccarların Çin’ i ziyaretleri sırasında, yaklaşık yüz yıldan beri, göçer egemenliği altındaydı. Buna karşılık,Vey-şu metninin iki “Yüeçi” bölümü arasında görülen böyle bir çelişkiye bir açıklama bulmak daha zor görünüyor: Büyük Yüeçi bölümüne göre, Kidaralar, Juan-Juanlar idi; Küçük Yüeçi bölümüne göre ise, Kidaralar, Hiung-nu akınları önünden batıya, Belh’e göçmüşlerdi. Güçlük ise ancak görünüştedir. 1. yüzyıl başından kalma, özet bir tarihi eser olan Tung-tien’in bu bölümleri orijinal Veyşu metnine dayanarak açıklayan yazıcısı, hem “Büyük” hem de “Küçük” Yüeçi bölümlerinde, Juan-Juan adını kullanmaktadır. Bu ise açıkça göstermektedir ki, orijinal Vey-şu metnine göre, Kidaritleri, Doğu Toharistan’dan Belh’e, Juan-Juanlar sürmüşlerdi. Ayrıca, Doğu Türkistan’da yerleşen göçer halkı Hua veya Uar olarak adlandrran ikinci bir Çin kaynağında da, çok önemli kanıtlar buluyoruz. Daha sonra (VI.bölüm) göreceğimiz gibi, bir kavim adı niteliğindeki bu adlandırma da, Avarlara ve dolayısıyla Juan-Juanlara işaret etmektedir. 2. Uar-Hun Egemenliğindeki Soğdiya 3. S. 367’den önceki yıllarda, Amu Derya kıyısındaki ülkelere ulaşan göçer kavim birlikleri, Çin kaynaklarında, sadece Yuan-Yuan adıyla geçmezler. Elimizde, bu konuyla ilgili olarak çok değerli ve güvenilir kaynaklardan elde edilen verilerimiz vardır. Bunlar arasında, Vey-şu yazıcısının, M. S. 457’de, Kidarit tüccarlarının Çin’i ziyaretlerinden az sonra, Soğdiya’dan Çin sarayına gönderilen bir elçinin raporuna dayanarak kaydetmiş olabileceği, Soğdlarla ilgili bir belge dikkati çekmektedir: “Sutö (* Soğdig, Soğdiya), Cungling’den (Pamir dağlarından) batıdadır. Eski devirlerdeki Yensay, burasıyla aynı ülkedir. Buraya Vennaşa da derler. Kangkü’nün kuzeybatısında engin bir bataklık (deniz) yanında bulunur. Tay’dan 16. 000 kara mili uzaklıktadır. Bir devirde, Hiungnular, (burada) kralı öldürdüler ve ülkeyi işgal ettiler. Sonra üçüncü kuşaktan kral Huyi hükümdar oldu. Bu ülkeden çok sayıda tüccar, ticaret amacıyla, sık sık Liang bölgesine gitti ve Kusang’ın fethi sırasında hepsi esir düştü. Kral Kaosung’un (M. S. 452-465) hükümranlığının başında, (Sutö) kralı, onları kurtarmak için elçiler gönderdi ve kralın emriyle kurtulmuş oldular. O zamandan beri, onlardan, vergi ödeyecek elçi gelmedi.” Bu belgede, Vey-şu yazıcısının, erken devir coğrafi adlarını, eski, Han Çağı coğrafi malzemesiyle birleştirme çabası, tekrar açığa çıkmaktadır. Bu nedenle, Sutö veya Soğdiya’nın eski Yentsai ile aynı olduğunu ileri sürmektedir. Soğdiya’nın tarihi ise, yukarıda söz konusu edilen verilere göre, asırlarca, Yen-tsailerin değil Kangkülerin tarihiyle iç içedir ve Yensay ile Soğdiya’nın aynılığını veya tarihi ilişkilerinin doğrudanlığını en azından muhtemel gören bir tek verimiz bile yoktur. Bu yakıştırmaların, yani Vey ve Han Çağı coğrafi adlarının keyfi ve yanlış bir biçimde birleştirilmesinin uzun bir geçmişi vardır ve bu durum, son devirlerin araştırmalarında rahatsızlık kaynağı olmuştur32. Ayrıca bu belge, daha sonraki dönemlere ait başka belgelerimizle tam bir uyum gösteren, güvenilir ve çok değerli bilgiler taşımaktadır. Liang hanedanı bölgesi ile Kusang şehrinin Çinliler tarafından tekrar işgal edilmesi (M. S. 439), tarihl gerçeğe tam olarak uymaktadır. Aynı şekilde, bu habere dayanarak, Soğd tüccar kervanlarının Çin’in başşehrine Liang hanedanı bölgesini geçerek ulaştıklarını da söyleyebiliriz. Raporda, Çin-Soğd ilişkilerinin yeniden başlamasının nedeninin, açıkça, Liang hanedanı bölgesinde Çin esaretine düşmüş Soğdlu tüccarlar için ödenen fidye olması da, son derece önemlidir. Vey hanedanı yıllığı, bir başka yerinde, Soğdlu tüccarların Çin’i ziyaretlerinin tarihini daha kesin olarak belirlemektedir. Bu bölüme göre, Soğdlu tüccarlar, Çin’in başşehrine M. S. 457’de ulaştılar. Soğd tüccarlarının Soğdiya’ya, Hiungnuların elçi göndermelerinden önce, üç nesilde, yani yüz yılda ulaştıkları şeklindeki ifadeleri, bu tarih için köklü bir önem taşır; bu, Hiungnuların Soğdiya’yı işgal tarihinin M. S. 360’larda olabileceğini açıkça göstermektedir. Yukarıda ele alınan Kidaritler hakkındaki belgeye göre ise, göçerler, Soğdiya ile doğrudan doğruya komşu olan Doğu Toharistan bölgesine de aynı dönemde girdiler. Bu durumun, şimdiye kadar gerekli bir dikkatle gözden geçirilmemiş kronolojik aynılığı bizi tek bir sonuca ulaştırır: Baktriyalı tüccarlar ile Soğdlu elçi, aynı şey hakkında, göçerlerin M. S. 350’1erde gerçekleşen işgalleri hakkında bilgi vermektedir. İki belge arasında sadece şu fark vardır: Saldırıyı gerçekleştiren göçerler, Baktriyalı tüccarlara göre Juan-Juanlar, Soğdlu elçilere göre ise, Hiungnular idi. Her iki belgeyi de güvenilir saymamız gerektiğine bakarak, ikili ad kullanımında bir karşıtlık değil, M. S. 350 civarında Oxus çevresini ele geçiren Juan-Juanlar arasında Hiungnuların da bulunduğunun işaretini görmemiz daha doğru olur. Bir dizi başka veri, bu sonucu muhtemel göstermektedir. Daha sonraki veriler, bir taraftan, Kidarit tüccarlarının ve Soğdiyalı elçilerin belgelerini kronolojik açıdan güçlendirmekte; diğer taraftan da, hem Soğdiya’yı hem de Toharistan’ı aynı göçer kavimler birliğinin ele geçirdiğini, son olarak da işgalci göçer kavim gruplarının kaynağıyla ilgili, çok doğru açıklamalar verdiklerini ortaya koymaktadır. 3.Uar-Hun Elçileri Çin’de Kaynaklarımız arasında, Soğdiya ve Toharistan’da yerleşmiş göçerlerden kalmış bir belge göze çarpmaktadır. Göçerlerin hükümdarı da, M. S. 457’de, hemen hemen Soğdiyalı elçi ile aynı zamanda, Çin sarayına kendi heyetini göndermiştir. Bu belgede, göçerlerin, elçi gönderilmesinden kısa bir süre önce iktidara gelmiş hükümdarı, yeni hanedanın adı olan Heftal adıyla anılır. Hanedan adıyla geçen Heftalit kralının halkının ve Heftalit kavimlerinin asli adı, Çin belgesinde yer almamaktadır. Heftalitli elçiler, Baktriyalı ve Soğdlu heyetler gibi, geçen yüz yıl içinde ülkelerinde olanları anlattılar. Tung-tien’in yazıcısı, Heftalitlerden söz ederken, elçinin raporunun söz konusu bölümünü (Vey-şu’nun orijinal metnine dayanarak) şöyle açıklar: “Kinşan dağlık bölgesinden, Hotan’ın batısında bulunan bölgelere göçtüler. Daha sonraki Vey hanedanının kralı Vençeng (veya Kaosung) zamanında (M. S. 452-465), artık bu olayın üzerinden 80-90 yıl geçmişti.’’ Heftalit elçilerinin raporu büyük önem taşımaktadır. Aynı şekilde, yeni hanedanın adı olan Heftal’in, M. S. 457’deki elçilik heyetinden söz eden rapordaki kaydıyla, tarihte ilk kez geçiyor olması da, kronolojik bakımdan çok önemlidir. Heftalit elçileri, daha sonra (M. S. 516’da ve sonrasında) Güney Çin sarayını da birçok kez ziyaret ettiler ve Çin kayıtlarının tanıklığına göre, güneye giden bu elçilerin raporları, tıpkı Baktriyalıların önce Kuşan, sonra ise Kidarit olarak adlandırılmaları gibi, Heftal adının aslında Heftalitlerin hükümdar ailesinin adı olduğu, yani hem hanedan hem halk adı anlamına geldiği konusunda şüphe bırakmadılar. Nitekim, Theophanes Byzantios’un bir kaydına göre, Heftalit adının aslen hanedanı ifade eden bir adlandırma olduğunu, Bizanslılar da biliyorlardı33. 4. Nümizmatik Veriler Çin sarayına giden üç elçinin raporlarını, sikkelerden çıkarılan sonuç da güçlendirir. Akıncı göçerlerin kendi egemenliklerini kurmaları, her durumda, M. S. 358’den sonradır. Kendileri de, yüzlerinde Grek yazısı temel alınarak geliştirilmiş olan Baktriya “Heftalit” yazısından örnekler bulunan sikkeler bastılar. Bu sikke yazılarında göçerlerin hükümdarı, OIONO halkının kralı olarak geçer. Heftalit harfleriyle yazılı OlONO adı ise, Çince Hiung-nu sözcükleri gibi, Hyono adını yansıtır. Belh’de oturan Kidarita hükümdarı, Tepe Marincan’da, 1933 ‘te bulunan Baktriya yazısıyla yazılmış sikkelerin kanıtladığı gibi, para da basmıştı. Hiungnu ve Kidarita sikkeleri, Farsların büyük kralı II. Şapur (M. S. 310-379) sikkelerinin tura tarafını taklit etmeleri açısından kronolojik bir değere sahiptir. 34 BEŞİNCİ BÖLÜM iran’ ın Doğu Ve Batı Sınırlarındaki Uar-Hun Kavimlerinin Tarihi Buraya kadar söylenenlerin tanıklığına göre, bütün göçer halklar gibi Heftalitlerin de çok adlılığına dikkat edebiliriz. Ayrı boyların başbuğlarının yönetimi altında bulunan Heftalit kavimleri, kaynaklarda, kısmen kendi kavim adlarıyla, kısmen de Heftalitlerin halk adları olan Uar veya Hyon ile, 457’den sonra ise, çok defa Heftal hanedan adıyla yer alırlar. Prokopios’un Heftalit ve Ak Hunlar olarak adlandIrdığı Cürcanlı Çol kavmi de böyledir. Prokopios’un Heftalit Ak Hunları hakkında verdiği kayıtlarda, başka kaynaklardan alınmış eski etnografik yer adları da vardır. Buna karşılık, kaydın aslının çağdaş ve gerçek bilgilere dayandığı da şüphesizdir. Daha yeni araştırmalardan biliyoruz ki, Heftalitlerin bir başka bölümü, Kızıl Hun (Karmir Hyon, Kerrnichion, Hermichion) adını taşır. Bir kaç yıl sonra Choalita hükümdarının da yapacağı gibi, M. S. 563’te ve 565 sonbaharındaki Türk fethinden sonra, Türk başbuğunun izni ile Bizans’a elçilerini gönderen Askil kavmi de bu gruba bağlıydı. Çinliler, Batı Türk kavimleri arasında Askil kavim adını bildirmektedirler. Fars kralı Kavad’ın 496’da kendilerine sığındığı ve bu vesile ile Antakyalı Johhannes’in Kadis-Hun, Bar Hebraens’un Fars kaynağının Hyôn, Prokopios’un ise Heftalit olarak adlandırdıkları, Herat çevresindeki Kadis kavminin de çok isimli oluşuna dikkat edebiliriz. Buna karşılık, Farsların batı sınırına yerleştirilmiş, daha Heftal hanedanının kuruluşundan önce, 358 tarihlerinde, batıya, Kuzey Mezopotamya bölgesine ulaşan Kadişler için, ikinci bir ad olarak, sadece Hjôn adı geçmektedir. Diğer bütün kaynaklarımız, Doğu Toharistanlı göçerleri hep Heftalit adıyla anmalarına rağmen, Doğu Toharistan’da oturan ve Çin kaynaklarına göre Hua (Uar) adını kullanan ve yönetici kavim olan Heftalitler konusunda da, genellikle, kaynaklarımızda bir çok adlılık vardır. Çince kaynağın Hua’lar veya Uar’lar adını genelleştirilmiş anlamıyla bütün Heftalit imparatorluğuna bağlaması, mutlaka dikkat çekici ve çok önemlidir (bkz. VI/2. · bölüm). Yukarıda gördüğümüz gibi, Hua (Uar, Avar) kavmini, Çinliler, Juan-Juan olarak da adlandırdılar. Juan-Juan adlandırması, söz konusu halkın asıl adı değil, hemen aşağıda göreceğimiz gibi, yalnız Çinlilerce kullanılmış bir adlandırması idi. Orta ve Güney Afganistan’da Heftalitlerin Zavul adlı kavmi, Hint kaynakları olan Hataynamelerin ve daha sonraki islami coğrafya kaynaklarının da söz ettikleri ayrı bir beylik kurmuştu. Sikkelerinde ve 1954’te ortaya çıkarılan Baktriya dilindeki Uruzgan yazıtında “Zavul Kralı” ünvanını kullanan Zavulistan’ın Heftalit kralı, Heftalit imparatorluğu içinde tamamen bağımsız bir bölgenin hakimiydi. Zavul beyliği, her şeyden önce, Kuzeybatı Hindistan’ın ele geçirilmesinde önemli bir rol oynadı. Hint kaynakları, bu yüzden, Zavulistanlı Heftalitleri de Huna adıyla anarlar35. Saldırıya geçen Dar-Hunlar, Soğdiya’nın ele geçirilmesinden sonra, yalnız Toharistan yönündeki Amu Derya’yı değil; güneybatıdaki Türkmen bozkırlarını ve İran’ı da aştılar. Böylece, Kangkü’den hareket ederek Part İmparatorluğunu da fethetmek isteyen Çiçi’nin bir dönem düşündüğü plan, gerçekleşme yoluna girdi. Dar-Hunlar, Amu Derya’dan batıya doğru uzanan bozkırları sahiplenmelerinden sonra, Hazar denizinin güneydoğu köşesine, Hirkaniya’ya (islami kaynaklarda: Gürgan) ulaştılar. Hazar denizinden doğuya doğru uzanan büyük ova, önceleri, doğuda Amu Derya çevresindeki bozkırları da egemenliği altında tutan Massaget’lerin sahipliğinde idi. Erken Helenistik devirlerdeki Daha kavimleri burada ortaya çıkmış ve Hazar denizinden doğuya uzanan görkemli ovalık alan, Daha bozkırları adını almıştı. Grek-Latin coğrafi eserlerinin bu bölge ile ilgili daha sonraki nüshaları, eski nüshalar gibi, Massaget’ler adını kullanmayı sürdürdüler. Bozkırları terketmeyen Daha kavimlerinden ayrılan Apari kavmi, İran’ın kuzeydoğu sınırında yer alan Türkmen bozkırları boyunca, daha sonra ortaya çıkacak olan Part İmparatorluğunun temellerini atmıştı. Dahaların diğer grupları, Hirkaniya çevresine yerleştiler; orada tarıma da uygun topraklar buldular ve hızla yarı yerleşik bir hayat tarzına döndüler. Artık Yüeçi tarihinin Çin kaynakları da, buradaki Daha bölgesinden, Ta-i adıyla söz ederler. Dar-Hunların Daha’lara karşı elde ettikleri zafer kesin olmuş ve şüphesiz, zaferden sonra Uar-Hun’lar Daha kavimlerini bütünüyle asimile etmişlerdir. 1.S. 350’den sonra hiçbir kaynağın, Daha’lardan veya Hazar denizinin doğu komşuluğunda yaşayan başka İranlı göçerlerden söz etmemesi de bunu göstermektedir. Hirkaniya çevresine yerleşen Uar-Hunlar ise, birçok yönleriyle Daha’ lara benzediler. Böylece M. S. 350’den iki yüzyıl sonra Prokopios, Hirkaniya çevresindeki Ak Hunları, göçerler olarak değil, fakat “iyi topraklara eskiden yerleşmiş”, Hunlar gibi çirkin bir yüze sahip olmayan ve Hunlarda tamamen alışılmamış bir özellik olarak kabul edilen, beyaz tenli kişiler olarak kaydeder. Türkmen bozkırlarının alınışından sonra, Uar-Hunlar, İran’ a karşı göz kamaştırıcı bir akın düzenlediler ve birden bire Fars ülkesine ulaştılar. Bu akını, dokuz yıl (350-358) süren savaşlar izledi. Bu savaşlar sırasında, II. Şapur’un imparatorluğu tam bir yok oluş rüzgarına kapıldı; çünkü Şapur’un tebasının uğradığı büyük kayıplar bile, göçerlerin ardı ardına gelen akınlarını durduramadı. İranlı Hıristiyanların Süryani diliyle tuttukları kayıtlar, bu savaşlar hakkında, Doğu Romalı yazarların raporlarıyla aynı bilgileri verirler. Bir Süryani yazıcısı, kilise tarihiyle ilgili eserinde şunları anlatır: II. Şapur (350’de) ülkesinin batı sınırındaki Nisibis’i kuşattığında, Hazar denizinin uzak bölgesinden, yani Hirkaniya tarafından gelen barbarlar, Şapur’un ülkesinin doğu sınırına saldırdılar; bu nedenle, Şapur’un hemen Mezopotamya’daki savaş alanını terketmesi ve doğuya koşarak, barbarlara karşı bir karşı saldırı başlatması gerekmişti. Zonaras da benzer bilgiler verir. Ona göre, Nisibis kuşatması sırasında, Massagetler, Fars ülkesine saldırdılar. Ammianus Marcellinus’un kayıtlarından ise, saldırıdan sonraki yedi yıl boyunca, 356’da da, Şapur’un, umutsuz savunma savaşlarını, ülkesinin en uzaktaki sınırlarında, kayıtlarda Chionitae (Hyon) adıyla geçen barbarlara karşı hala sürdürdüğü ortaya çıkmaktadır. Hyonların saldırılarından ve daha sonra Fars krallarının hizmetine giren Hyon yardımcı alaylarından, doğal olarak Fars bölgesinde yaşayan Süryaniler de bilgi sahibi oldular. Nitekim, 505-506 yıllarındaki Fars-Bizans savaşlarının Süryani kroniği, Fars kralı Peroz’un (459-474) “Hyonlarla veya Hunlarla” olan eski savaşlarından da bahseder. Bu durumda ise, İran sahasında yaşayan Süryani yazıcılar, Orta Farsça kaynaklara gittikleri zaman, Orta Farsça harflerle yazılmış Hyon adının ilk harfinin pek çok şekilde (msl. ‘İyon) da okunabilmesinden kaynaklanan bir güçlükle karşılaştılar; söz konusu olaylar hakkında önceleri istihbaratları bulunmayan bu yazıcılar, muhtemel okuyuşlar arasında bir seçim yapamadılar. Böylece, Süryani yazıcıların bir kısmı, Hyonların adını, tıpkı Greklerin /İON‘ları gibi aynı şekilde yazmaya başladılar. Bunu, II. Şapur’un Hyonlara karşı yaptığı eski savaşların tarihindeki bir Fars Hıristiyan şehidinin biyografisinde, daha sonra da, Bar Hebraeus ‘un Süryani kilise tarihinin, bir Kavad’ın (M. S. 488-531) dönemiyle ilgili kısa bir kaydında, şimdiye kadar açıklanamayan bir şekilde buluyoruz. Çözümü zor olan bu belirsizliğin aynısını, Süryanilerin Orta Farsçadan çevrilmiş Büyük İskender efsanesinde de görüyoruz. Süryani varyantının Grek tercümesinin hazırlayıcısı, daha sonra, “İon” adını metinde farklı şekilde bırakır; böylece Büyük İskender efsanesinin bu Grek varyantında, en son tabi olan halklar arasında, Gog ve Magog halkı yanında, “‘İonlar” da ortaya çıkar. Hyonların saldırıları, M. S. 350 sonrasında, bir süre için, Fars ülkesini tam bir yok oluş rüzgarına sürükledi. Bu saldırıların bir sonucu da, İyi ve Kötü arasında gerçekleşen savaşın tarihiyle, kıyamet (dünyanın sonu ve hesap günü) olaylarını konu edinen Fars dinsel yazıtlarının metnine, Hyon adının girmesi oldu. Söz konusu Orta Farsça eserler, eski Zerdüştlük metnini esas alarak, ilk çağdan başlayıp bütün Arap istilası devrine kadar İran’ a ulaşan akınların bir dökümünü verirler; sonra geleceğe yönelik, İran’ın düşmanlarının son ve kesin yenilgilerine dair kehanetlerde bulunurlar. Bize, ancak IX. yüzyıla ve daha sonrasına ait el yazmalarından kalmış olmalarına rağmen, içlerindeki tarihi göndermeler, bu metinleri, İran ‘ın ve bozkırların tarihi açısından önemli duruma getirir. Bu yazıtlarda Zerdüşt’ün koruyucusu olan Viştaspa’run tarihini de buluruz. Turanlıların adının yerini ise, burada, Hyonların adı alır ve M. S. 557’den sonra Hyonları takip eden Türklerden, hatta VII. asırdaki Araplardan da söz edilmesine rağmen, Hyonların çöküşü hakkında, son devirlerle ilgili bölümlerde bile kehanetler buluruz. Hunların, Türklerin ve Arapların anılması, bir taraftan yazarların devrine ve defalarca kaydettikleri eski kehanetlere ışık tuttuğu gibi, diğer taraftan da, Hyonların korkunç akınlarının hatırası yanında, Arapların Fars ülkesini işgal etme döneminde de ayakta kalmış olan Farsların hatırasını aydınlatır. Hyon adı, Sasaniler devri Avesta metninde de, Viştaspa tarihinde de aynı şekilde ortaya çıkar. Eğer Hyonlardan söz eden bölümün orijinal metne bağlı olduğunu doğrulamak mümkün olsaydı, tabii olarak, Hyonların Avesta’daki zikrinin, bozkırların tarihi açısından çok büyük bir önemi olurdu. Avesta’daki bu bölümlerin orijinalliği yanında, her şeyden önce, Hyonlardan söz eden bölümlerin eskiliğinin, hem muhteva hem de şiir sanatı açısından güvenilir göründüğünü belirtmek mümkündür. Bütün bunlar, tabii olarak, Hyonların M. S. 350 civarında değil, M. Ö. 1. bin yıl ortasında İran’ın komşusu oldukları anlamına da gelmektedir. Başka kaynaklardan edinilmiş bilgilerimize göre, M. Ö. 1. bin yılın ortasında, İran’ın kuzeydoğu komşuluğunda henüz Hiungnu kavimlerinin değil, İskit-Saka’ların bulunduklarını dikkate almasak da, Avesta’nın söz konusu bölümlerinin eskiliği, metinde geçen halk adlarının eskiliği için, yeterli bir delil olabilir. Son zamanlarla ilgili Sasani devrinin Orta Farsça yazıtları, hem muhteva, hem de çok defa düzenlenişleriyle, tamamen İran dini edebiyatının en eski metinlerine bağlıdırlar; nitekim, bu yazıtlarda yer alan halle adlarını yansıtan ad değişmeleri, tam olarak gözlerimizin önündedir ve bu durum kolayca anlaşılabilir. Açıkçası, İran’ ın Avesta devrindeki düşmanlarının zikri, Avesta’nın eski bölümlerinin ilk düzenlenişinden sonraki birkaç asır içinde güncelliğini kaybetmiştir. Turanlı göçer olan bu düşmanın adı, Avesta metninin her devirdeki kayıtlarında, o devrin göçer kavimlerinin Turan bölgesine ne zaman geldikleri bilinmeksizin, asırlar boyunca sürekli değişti. Kısacası, söz konusu Avesta metinlerinin Sasani öncesi devre ait daha eski şeklini bilmediğimiz sürece, değişikliklerin sadece halk adları olarak yayıldığını veya Zerdüştlüğün ilk metnine el değmeden bırakılmış olabileceğini unutmaksızın, bu kayıtları, Hyonların Sasani devrinde ortaya çıkmış bir varyantı olarak görmek daha doğru olacaktır. 1.S. 350’yi izleyen yıllarda, Hyon adının Fars dini edebiyatında ortaya çıktığı devirde, aynı adın benzer bir münasebetle Fars destani metinlerinde de ortaya çıkışı, bize güven vermektedir. Aynı şekilde, Part dilinde hazırlanmış, fakat bize Orta Farsça varyantından kalmış bir kısa hikayede, Viştaspa tarihi ile ilgili olarak da Hyon adını buluyoruz. Part kökenli yazıtınkiyle hemen hemen aynı düzen içinde aynı bölümün verildiği, daha sonraki Orta Farsça destani hikaye ise, artık aydınlatıcı bilgilerle Hyonlardan söz etmez; fakat onların yerine Türkleri anar. Orta Farsça destanda, yani Hataynamelerde ise, Hyonların adı hiçbir yerde geçmez; fakat İran ‘ın Turanlı düşmanlarının adı olarak daima Türklerin adı geçer. Farslar, eski Avesta’daki Turan adını, tam Türklerin ortaya çıkışından (M. S. 552) sonra, Türk adı ile birleştirdiler. Türk adının bu genelleştirilmiş kullanımı, Hataynamelerin bize kalmış bütün Arap ve Fars varyantlarının ortak özelliğidir; bundan da, aynı adı kullanmanın, artık, M. S. 630 civarında kaydedilmiş Orta Farsça aslında da bulunduğu sonucunu çıkarmamız kolaydır. 1.S. 350-358 Fars-Hyon savaşı sonunda Şapur, Hyonlarla barış yapmayı ve aynı zamanda onlarla bir ittifak kurmayı başardı. Şapur, bir yıl sonra, 359’da Romalılara karşı yöneldiğinde, Ammianus Marcellinus, böylece, Amida kuşatmasında Farslarla birlikte savaşan başbuğları Grumbates’in idaresi altında savaşan Hyon (Chionita) ordularını kendi gözleriyle görebildi. Şapur’un ordusunda, Hyonların dışında başka yardımcı halklar da temsil edildiler. Bu savaşta, barbarlar, ailelerini de kendileriyle birlikte sefere getirmişlerdi. Fars hükümdarının planı da, işgal edilen bölgelerin sakinlerini imparatorluğun iç bölgelerine sürmek ve yerlerine ise, kendi halkından olan kişileri yerleştirmekti. Romalı yazıcılar, M. S. 359’lardaki olaylardan sonra, Hyonların Kuzey Mezopotamya ‘ya yerleşmiş olduklarından hiç söz etmezler; Süryani dilindeki literatürde ise, Hyonların (Süryani metinlerinde Hyon adıyla veya Kadiş kavim adıyla) Musul çevresine yerleştiklerine ve burada, asırlar geçtikten sonra bile, sınır boyunda geçen Bizans-Fars savaşlarında oynadıkları rollere ait sayısız kayıt buluruz. Hyonların Kuzey Mezopotamya’da yerleşmelerine, yer adları da işaret etmektedir: Bet-Hyonaye, Kadiş; Ermenice düzenli olarak Kataşan şekliyle karşılanan, daha sonraki Arapça şekliyle Kadisiye. Bir Süryani kilise şairi, M. S. 444 civarında meydana gelen olaylar sırasında, Batı Kadişlerinden ilk kez söz eder; ama Süryaniler, bu Kuzey Mezopotamyalı Kadiş grubunu, bir buçuk asır sonraki Kavad’ın hükümranlığı devrinde bile, hala ayrı bir halk adı olarak bilirler. Arap Belazuri’ye göre, Fars kralı Peroz (M. S. 459-484), Hunların Kadiş kavminin bir başka grubunu, imparatorluğun bir başka ucuna Herat çevresine yerleştirdi. M. S. 496’da Kadişlere sığınan Kavad, üç yıl sonra, onların yardımlarıyla Fars tahtını tekrar ele geçirdi 36. Fars-Hyon barış anlaşmasından (M. S. 358) sonra, Fars ülkesinin kuzeydoğu sınırında, ancak küçük çaplı Hyon saldırıları görüldü. 1.S. 427’de ise, Hyonlar, Fars ülkesinin doğu sınırına karşı yeniden büyük bir saldırı düzenlediler. Bu saldın, birdenbire Fars ülkesine ulaştı. Kral Behram Gur (M. S. 420-438) ise, saldıran Hyon ordusunu beklenmedik bir karşı saldırıyla vurmayı ve Hyon hükümdarını öldürmeyi başardı. Saldıranlar, Hataynamelerin eski varyantlarına göre de, Soğdiya’da hükümran olan “Türk” kralın tebaları idiler; bu da, gerçekten Hyonlardan (Hunlardan) söz edildiğini göstermektedir. Aynı şekilde, Çin’in başşehrine gitmiş tüccarların anlattıklarında gördüğümüz gibi, Soğdiya, bu dönemde, artık yarım asırdan fazla bir zamandan beri Dar-Hunların elindeydi. Bu muhteşem zafer, Behram’ı, çağdaşlarının gözünde, İranlı mesihler arasına yüceltti. Hyonlar adına ise, bu büyük yenilgi, felaket getiren sonuçlar doğurdu; 1. S. 427’den sonra, Amu Derya çevresinde yer alan ülkelerdeki hakimiyetleri sarsıldı. 2.S. 350 civarında Hiungnu baskısına karşı koyamayan ve Doğu Toharistan’dan batıya, Belh’e çekilen Kidaritler ise, M. S. 427’yi takip eden yıllarda yeniden örgütlendiler ve egemenliklerini göçerlerin bölgelerine doğru yaydılar. Behram Gur’un Fars tahtındaki varisi II. Yezdgerd (M. S. 439-454 ), düşmanlarına karşı bir ordu gönderdiği zaman, ne Priskos ne de görgü tanıklarının haberlerine dayalı bilgiler veren Ermeni kaynakları, Kidaritlerin göçer müttefiklerinden, dolayısıyla tebalarından söz ederler. Oysa, Il. Yezdgerd’in, Kidarit veya eski durumları yansıtan adı kullanan Ermeni kaynaklarının “Kuşan” diye adlandırdıkları düşmanları, hem Priskos’ta (“Kidarit Hun”) hem de Ermeni kaynaklarında (Hon-), Hun adını da kullanmaktadırlar; Bu durumda ise, bütün ihtimallere göre, Yezdgerd’in, her şeyden önce, Hun asıllı olmayan Baktriyalı Kidaritlerin Hyon tebasına karşı savaşmış olması gerekmektedir. Buradan da, Yezdgerd’in savaştığı başlıca mekanının, Prokopios’a göre Heftalit Ak Hunların yaşadığı Cürcan’ın sınır bölgesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Yezdgerd’in savaşlarından söz eden bir Süryani ağıtı da, Cürcanlı Hunlardan bahseder. Bu ağıt, buradaki Heftalitleri, kavim adlarıyla, Çol diye adlandırır. Hataynameler, Hintli astrolog Varaha Mihira ve Arap kaynakları, tam VIII.asıra kadar Ciircan/ı Çal kavminden söz ederler. Ermenilerde ise, “Kuşan toprağı” ifadesi, Kidaritler devrinden sonra da Baktriya’nın adı olarak kaldı; bu nedenle, Sebeos (VII. asır), Oxus ötesindeki “Massaget” (Batı Türk) büyük başbuğuna bağlılığını bildiren bir “Kuşan toprağının” Heftalit kralından söz eder. 1. Yezdgerd’in Kidarit ve Hyonlara karşı sürdürdüğü savaşlar, · Hyonların kendilerine yeniden çeki düzen vermelerine sebep oldu. Göçerlerin güçlenmelerinin ve yeniden örgütlenmelerinin sonunda, M. S. 455’te, Hyon orduları, Kuzeybatı Hindistan’ın fethi için, güney yönünde hareket edebildiler. Skandagupta yazıtlarından birinden öğrendiğimize göre, Huna saldırısı ilk anda püskürtüldü; fakat göçerler, M. S. 460 civarında artık Kandehar ‘ı ele geçirmişlerdi. Bu yüzden, M. S. 520’de bu bölgede yolculuk eden Çinli hacı Sung Yün, Heftalitler olarak adlandırdığı göçerlerin Kandehar’ı, iki kuşaktır, yani yaklaşık olarak altmış yıldan beri egemenlikleri altında tuttuklarına işaret eder. Sung Yün’ün yolculuğu sırasında, göçerler, artık Keşmir’i ele geçirmek için savaşmaktaydılar.37


Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.