Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1835
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10677
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 757
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2060 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Görüş bildirebileceğiniz Ana Kategoriler
Anayasal Düzen (165) | Dış Politika (2403) | Ekonomi (243) | Eğitim (93) | Devlet Kurumlarımız ve Memurlar (67) | Adalet (74) | Milli Kültür (510) | Gençlik (27) | Siyasi Partiler ve Siyasetciler (868) | Tarım (155) | Sanayi (13) | Serbest Meslek Mensupları (5) | Meslek Kuruluşları (11) | Basın ve Televizyon (21) | Din (581) | Yurt Dışındaki Vatandaşlarımız (54) | Bilim ve Teknoloji (15) | Milli Güvenlik (645) | Türk Dünyası (912) | Şiir (100) | Sağlık (193) | Diğer (3522) |

Görüş bildirebileceğiniz Milli Kültür konuları
Milli kültürümüzü nasıl geliştirebiliriz? (14)
Toplum giderek dejenere mi oluyor? (9)
Milli Kültür ile ilgili diğer konular (487)


Milli Kültür - Milli Kültür ile ilgili diğer konular konusu hakkında görüşler
Mustafa Mete ÖZPINAR - (Ziyaretci) 1.11.2024 12:29:35

BU DÜNYAYI DÜZELTMEK

Mustafa Mete ÖZPINAR
YAZDI
BU DÜNYAYI DÜZELTMEK
MÜMKÜN DEĞİL ÇELİŞKİ HAMURUYLA ÖRTÜLÜ
KONUYA BAŞLARKEN: İnsanoğlunun büyük çelişkisi Eflatun`a iki soru sormuşlar. Birincisi: "İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları nedir? Eflatun şöyle cevap vermiş: "Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler.. Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Ama sağlıklarını geri almak için de para öderler... Yarından endişe ederken bugünü unuturlar. Dolayısıyla ne bugünü, ne de yarını yaşarlar...
Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler..."
Sıra gelmiş ikinci soruya: "Peki sen ne teklif ediyorsun?"Bilge yine sıralamış:
"Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın! Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi sevilmeye bırakmaktır...
Önemli olan; hayatta `en çok şeye sahip olmak` değil, `en az şeye ihtiyaç duymaktır."


Bilge ve Köpek
Bir bilge, bir göletin başında oturmaktadır. Susuzluktan kırılan bir köpeğin devamlı olarak gölete kadar gelip, tam su içecekken kaçması dikkatini çeker.
Dikkatle izler olayı. Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki yansımasını görüp korkmaktadır.Bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır. Sonunda köpek susuzluğa dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer.
O anda bilge düşünür:
-Benim bundan öğrendiğim şu oldu,der.
-Bir insanın istekleri ile aras&3305;ndaki engel, çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır. Kendi içinde büyüttüğü engellerdir. İnsan bunu aşarsa, istediklerini elde edebilir.
Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür.
Asıl öğrendiği şey, insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin var olduğudur.
Bu yüzden ne varsa paylaş, senden de öğrenilecek bir şeyler vardır diğer insanlar için…
Mimar Sinan´ın Sorumluluk Duygusu
Mimar Sinan´ın bir eseri olan Şehzadebaşı Camii´nin 1990´lı yıllarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir inşaat mühendisi, caminin restorasyonu sırasında yaşadıkları bir olayı şöyle anlatmıştır:
Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin de yenilenmesi yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşa edildiğini öğrenmiştik fakat, taş kemer ile ilgili pratiğimiz yoktu.
Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp, yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık.
Kalıbı sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda, hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık. Şişenin içinde dürülmüş bir beyaz kağıt vardı. Şişeyi açıp kağıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu, hemen bir uzman bulup okuttuk.
Bu bir mektuptu ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu.
"Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında taşlar çürümüş olacağından, bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değiştiğinden, bu kemeri nasıl yeniden inşa edeceğinizi bilemeyeceksiniz.
İşte bu mektubu, ben size, bu kemeri yeniden nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum.
Koca Sinan mektubuna böyle başladıktan sonra, o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu´nun nerelerinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşaasını anlatıyordu.
Bu mektup bir insanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insan üstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı; modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kağıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir.
Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarın erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan; bu bilgilerden çok daha muhteşem olan, 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur
Sen hangisisin?
Bir zamanlar, her seyden sürekli şikayet eden; her gün hayatının ne kadar berbat oldugundan yakınan bir kız vardı. Hayat, ona göre, çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmustu.
Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu karsısına.
Genç kızın bu yakınmaları karsısında, mesleği asçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi.
Bir gün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve atesin üzerine koydu.
Cezvelerdeki sular kaynamaya baslayınca, bir cezveye bir patates, digerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu.
Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye basladı.
Kızı da hiçbir sey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda karsılasacaği şeyi görmeyi bekliyordu.
Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceklerini sormaya basladi.
Babasi onun bu ısrarlı sorularına cevap vermedi.
Yirmi dakika sonra, adam, cezvelerin altındaki ateşi kapattı.
Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabaga koydu.
Ikincisinden yumurtayı çıkardı, onu da bir tabaga koydu.
Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana bosalttı.
Kızına dönerek sordu:
- Ne görüyorsun ?
- Patates, yumurta ve kahve ? diye alaylı bir cevap verdi kızı.
- Daha yakından bak bir de dedi baba, patatese dokun.
Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi.
- Aynı şekilde, yumurtayı da incele. Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü.
En sonunda, kızının kahveden bir yudum almasını söyledi. Söylenileni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı.
Ama yine de bütün bunlardan bir sey anlamamıştı:
- Bütün bunlar ne anlama geliyor baba ?
Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de ayni sıkıntıyı yasadiklarını, yanı kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı. Ama her biri bu sıkıntı karşısında farklı farklı tepkiler vermislerdi. Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü. Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuğun içindeki sıvıyı koruyordu. Ama kaynar suda kalnca, yumurtanın içi sertleşmiş katılaşmıştı. Ancak, kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıstı.
- Sen hangisisin? diye sordu kızına.
Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin?

Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin?

Yumurta gibi, kalbini mi katılaştıracaksın?

Yoksa, kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin ?


Kavanoz
"Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler elinden büyük işler gelmeyenlerdir." Eflatun
Zamanın etkin ve verimli bir biçimde kullanılması konusunda zaman zaman kurslar düzenleyen bir uzman işte bu kurslardan birinde, çoğu gözde mesleklerde çalışan öğrencilerine:
"Hadi, küçük bir sınav yapalım." demiş. Ve masanın üzerine kocaman bir kavanoz koymuş. Sonra bir torbadan irice kaya parçaları çıkarmış, dikkatle üst üste koyarak kavanozun içine yerleştirmiş. Kavanozda taş parçası için yer kalmayınca sormuş:
"Kavanoz doldu mu?" Sınıftaki herkes,"
Evet, doldu." yanıtını vermiş.
"Demek doldu." demiş hoca. Hemen eğilip bir kap dolusu küçük çakıl taşları çıkartmış, kavanozun tepesine dökmüş, kavanozu eline alıp sallamış, küçük parçalar büyük taşların sağına soluna yerleşmişler. Yeniden sormuş öğrencilerine:
"Kavanoz doldu mu?" İşin sanıldığı kadar basit olmadığını sezmiş olan öğrenciler,
"Hayır, tam da dolmuş sayılmaz" demişler.
"Aferin" demiş zaman kullanım hocası. Masanın altından bu kez de bir kap dolusu kum çıkartmış. Kumu kaya parçaları ve küçük taşların arasındaki bölgeler tümüyle doluncaya kadar dökmüş. Ve sormuş yeniden:
"Kavanoz doldu mu?"
"Hayır, dolmadı!" diye bağırmış öğrenciler. Yine "Aferin" demiş hoca. Bir sürahi su çıkarıp kavanozun içine dökmeye başlamış. Sormuş:
"Bu gördüklerinizden nasıl bir ders çıkardınız?" Atılgan bir öğrenci hemen fırlamış:
"Şu dersi çıkarttık. Günlük iş programınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman yeni işler için zaman bulabilirsiniz."
"Hayır" demiş öğretmen. "Çıkartılması gereken asıl ders şu: Eğer büyük taş parçalarını baştan kavanoza koymazsanız daha sonra asla koyamazsınız. Ve tabii, herkesin kendi kendisine sorması gereken soruyu sormuş:
"Hayatınızdaki büyük taş parçaları hangileri? Onları ilk iş olarak kavanoza koyuyor musunuz? Yoksa kavanozu kumlarla ve suyla doldurup büyük parçaları dışarıda mı bırakıyorsunuz?"
Hayatınızda en çok önem verdiğiniz değerler, işler nelerdir? Siz bu değerleri, işleri belirleyip, öncelik sırasına göre bunları değerlendiremezseniz, sahip olmak istediklerinize ulaşamazsınız. Sahip olduklarınızda sizi başarılı ve mutlu kılmaz.
Değerli öğrenciler, başarı ve mutluluk için yaz tatilinizde ve hayatınızın her döneminde büyük taşlara öncelik verin.



Mantık Bize Ne Öğretir Hocam
Mantık dersine giren profesör, öğrencilerin "Mantıklı olmak bize ne kazandırır? Mantık bize ne öğretir?" sorusuna bir anekdot üzerinden cevap vermeyi seçer. İşte o profesörün anlattığı anekdot ve mantığın bize öğrettikleri…
Öğrenciler o yılın ders programlarında yeni bir ders olduğunu farkederler. Dersin adı Mantıktır ve derse yaşlıca bir profesör girecektir. Nihayet, ilk mantık dersi başlar. Çocuklardan biri söz hakkı isteyerek:
-Sayın profesör, mantık bize ne öğretir? Lütfen her şeyden önce bunu anlatır mısınız, ricasında bulunur.
Profesör, kendisine merak ve şüpheyle bakan talebelerine:
- Mantık dersinin insanların düşüncesine yaptığı etkiyi açıklamak biraz güçtür.
Onun için bunu sizlere bir örnekle açıklamak istiyorum der.
-Farz edin ki, maden ocağından iki insan çıkıyor: Birisinin üzeri tertemiz, diğerininki ise kömür karası içinde…
Bunlardan hangisinin yıkanması lâzımdır?
Öğrenciler, hiç tereddüt etmeden:
Elbette, kirlisi! diye cevap verirler.
Profesör, tebessüm ederek:
- İşte evlâtlarım, der…
- Mantık bu soruya cevap vermeden önce şunu sorar:- "Nasıl olur da bir maden ocağından çıkan iki kişiden birinin üzeri tertemiz iken diğerininki kirli olabiliyor?"


Dünyayı Düzeltmek İçin
Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra, pazar sabahı kalktığında keyifle eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını hayal ediyordu. Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve parka ne zaman gideceklerini sordu. Baba, oğluna söz vermişti; bu hafta sonu parka götürecekti onu ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti.Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı:

- Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim! dedi. Sonra düşündü:
- Oh be, kurtuldum! En iyi coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez!
Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak geldi:
- Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka gidebiliriz! dedi.
Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde de hayretler içindeydi ve oğluna bunu nasıl yaptığını sordu.
Çocuk şu ibretlik açıklamayı yaptı:

-Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzelmişti!


Öfkelenince neden bağırırız?

Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş.
Öğrencilerine dönüp
- "İnsanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?" diye sormuş.
Öğrencilerden biri
- "Çünkü sükûnetimizi kaybederiz" deyince ermiş;
- "Ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?" diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış:
"İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir."

"Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur?
Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır.
Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur?
Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır.
Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir."

Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş:
"Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun.
Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz."

Koza ve Kelebek
Bir gün, bir kozada küçük bir delik açildi ve bir adam bedenini bu küçücük delikten çikarmaya çalisan kelebegi saatlerce seyretti.

Sonra, kelebek sanki daha fazla ilerlemek istemiyormuş gibi durdu. Sanki,ilerleyebileceği kadar ilerlemişti ve artık daha fazla ilerleyemiyordu. Ve adam, kelebeğe yardim etmeye karar verdi. Eline bir makas aldı ve kozayı keserek deliği büyüttü.

Kelebek kolayca dışarı çıktı.

Fakat bedeni kocaman ve kanatları kuru ve buruşuktu.
Adam, kelebeği izlemeye devam etti, çünkü zamanla kanatlarının büyüyüp bedenini taşıyabilecek kadar genişleyebileceğini umut ediyordu.

Fakat bu olmadı!

Gerçekte, kelebek ömrünün geri kalanını o kocaman bedeni ve kuru, buruşuk kanatları ile etrafta sürünerek geçirdi. Uçmayı hiç başaramadı.

Adamın bu aceleci iyiliği içinde anlayamadığı, bu kısıtlayıcı kozanın ve kelebeğin o küçücük delikten dışarı çıkmak için verdiği mücadelenin, kelebek için gerekli olduğuydu, çünkü bu, Allah´ın, yasam sıvısının kelebeğin bedeninden kanatlarına doğru akmasını sağlamak için bulduğu yoldu, böylece kelebek kozadan kurtulduğu anda uçmaya hazır olabilecekti.

Bazen mücadeleler, hayatımızda tam olarak gerek duyduğumuz şeylerdir. Eğer Allah , hayatımıza hiçbir engelle karsılaşmadan devam etmemize izin verseydi sakat kalırdık. Simdi ve daha sonra olabileceğimiz kadar güçlü olmazdık. Asla uçamazdık.

Ya Bardak Ol Ya da Göl
Ustalarin çiraklarina sadece edindikleri meslegi, zanaati degil hayati da ögrettikleri, en genis ve gerçek anlamiyla ögretmen olduklari dönemde bir ahsap ustasi yasiyordu.
Bu ustanin çiragi büyüdü, ahsap islemeyi ve hayati ögrendi, kendi isini kurup baslatti. Bir sure sonra dostlarindan biri oglunu getirdi, ustadan onu yanina çirak almasini istedi.
Fakat bu çirak sürekli yakinip duran, her seye bozulan bir çocuk çikti. Tahta getirmeye gidiyor, döndügünde ellerine kiymik battigindan uzun-uzun yakiniyordu. Bir is teslim etmeye gidiyor, döndügünde yoldan, sicaktan, müsterinin tavrindan yakiniyordu.
Usta çocuga bir seyler anlatmaya çalisiyordu ama sözlerinin hiçbir etkisi olmuyordu. Bir gün usta çiragini köye tuz almaya gönderdi.
Çirak ustasinin söyledigi gibi, tuzu alip döndü. Usta bir bardak su getirmesini söyledi. Çirak bir bardak suyu da getirdi. Usta,
"Simdi o tuzu suyun içine at" dedi. Çirak ustasinin söyledigini yapti. Sonra usta;
"Simdi o suyu iç" dedi. Çirak suyu içti ve tabii ki içer içmez de tükürdü. Öfkeyle ustasina bakarken, usta;
"Nasildi tadi" diye sordu. Çirak nefretle,
"Çok aci" dedi. Usta çocuga
"Tuzu yanina al gel, gidiyoruz" dedi. Çirak ustasinin pesine takildi. Bir süre sonra civardaki gölün kiyisina geldiler. Usta çiraga;
"Bütün tuzu göle dök" dedi. Çirak söyleneni yapti. Usta;
"Simdi gölün suyundan iç" dedi. Çirak içti.
"Suyun tadi nasildi" diye sordu usta. Çirak,
"Çok güzeldi" dedi.
"Peki tuzun acisini hissettin mi" diye sordu bu kez de. Çirak;
"Hayir" dedi. Usta çiragi karsisina oturtup anlatti:
"Hayattaki bütün olumsuzluklar iste bu bir avuç tuz gibidir. Eger sen küçük bir bardak su isen, nasil tuzun bütün acisini tattiysan, hayatin bütün olumsuzluklarindan da öyle etkilenirsin.
Eger sen kisiliginle ve gönlünle bu önümüzdeki göl gibi isen, hayatta karsilasabilecegin bütün olumsuzluklar seni, o bir avuç tuz gölün suyunu nasil etkilediyse öye etkiler, bir bardak suda tattigin aciyi vermez sana."
Seçim senindir : l
Ya bardak olacaksin ya da göl...`
Biz; İmandaki aşka, ahlâktaki Fazîlete ve idealimizdeki ulvîliğe çok muhtacız! Muhtaç olduğumuz bu özellik benim ecdadımdan gelir.




Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.