22-26 Eylül 2009 tarihli ve Ağırlıklı olarak “Dünya İklim Değişikliklerinin” konuşulacağı BM’nin 64.Genel Kurulu daha açılmadan sansasyonel bir olayla gölgede kaldı. ABD’nin istihbarat birimleri tarafından uzun bir süredir bilindiği ifade edilen, İran’ın Natanz dışında ikinci bir yerde daha nükleer enerji üretmekte olduğu iddiası, bizzat İran tarafından 21.9.2009’da BM Atom Enerjisi Ajansı’na gönderilen yazı ile teyit edildi.
İran, ABD ve İsrail’in bir süredir bildiği bu tesislerde, iddia edilenin aksine “barışçıl” amaçlara hizmet edecek nükleer enerji üretileceğini, tesislerin henüz hizmete girmediğini ve uluslararası denetlemelere açılacağını ifade etti. 21.9.2009’dan itibaren geçen birkaç günlük süre içerisinde BM Atom Enerjisi Ajansı Başkanı Muhammed El Baradey’den herhangi bir ses duyulmadı. Baradey, İran’ın nükleer silah üretimine yönelik çalışmalar yaptığına ilişkin ABD ve İsrail iddialarını “hayal” olarak nitelemekte ve İran’ın masum olduğunu savunmaktaydı. Bu gelişme sonrası Baradey’ın ne söyleyeceği merak konusu haline geldi.
1 Ekim 2009’da İran’la birlikte, 5+1 olarak uzun bir süredir ifade edilen şekilde BM Güvenlik Konseyi’nin 5 üyesi ve Almanya Cenevre/İsviçre’de bir araya gelecekler. Aslında bu görüşme uzun bir süredir yapılmak isteniyor, ancak İran ayak diriyordu. Nihayet Eylül 2009’un ikinci haftasında İran görüşmeye rıza göstermiş, hatta AB’nin konuyla ilgili Komiseri Javiar Solana, ilk beyanında bu toplantının muhtemel yerinin İstanbul olabileceğini dahi söylemişti. Ancak İstanbul yerine Cenevre ev sahipliği yapacak. Bir başka ifadeyle, Türkiye’nin de katılmasıyla 5+1+(1) şeklinde gerçekleşebilecek toplantı şimdilik gene 5+1 şeklinde ve Türkiyesiz…
İran’ın bu ”yatsıya kadar yanabilen” faaliyeti ortaya çıktıktan sonra, BM’nin İran’a uygulayacağı yaptırımlar konusunda hassasiyet gösteren bazı ülkeler bile, artık İran’a sırt çevirmeye başladılar. Bunlardan Rusya, uzun bir süredir İran’a nükleer enerji teknolojisini verdiği için suçlanmış olmasına ve İran’a silah sattığı için eleştirilmiş olmasına rağmen, bizzat Devlet Başkanı Medvedev tarafından söylenen “İran’a yaptırım uygulanabileceği” yönündeki ifadelerle, belki de ilk kez İran karşıtı bir cephede yer almıştır. AB ülkeleri içerisinde İran’la ekonomik ilişkileri en düzgün ülke olan Almanya, evvelce takındığı “ılımlı” tavrını ilk kez ve bizzat Bayan Şansölye Merkel’in ağzından sert eleştirilerini İran’a yöneltmiş, İran’ın en kısa sürede uluslararası denetim mekanizmasına bu ikinci nükleer enerji üretim tesislerini açması gerektiğinde ısrarcı olduğunu vurgulamıştır. İngiltere gibi ABD ve İsrail’e yakın politikaları bilinen ülke yanında, Nicolas Sarkozy’nin cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte bu konuda İran’a karşı tutumunu sertleştiren Fransa da, Almanya’nın isteklerine paralel talepte bulunmuşlardır.
BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri içerisinde İran’a karşı hala “ılımlı” çizgisini muhafaza etmekte kararlı görünen tek ülke Çin kaldı. Çin, daha birkaç yıl önce 20 milyar tutarında petrol alımı için yatırım yaptığı İran’a sert yaptırımların uygulanmasına karşı çıkmaktadır. Hatta ABD’nin hilafına, İran’a rafine edilmiş benzin satışını da yapmakta ve bunu ekonomik nedenlerle yaptığını açıkça söylemekte ve savunmaktadır.
Füze Kalkanı - NATO’nun Genişlemesi Yanlışlığı ve İran’ın ‘Yatsıya Kadar Yanan Mumu’
İran’dan dünyaya yayılan bu ”Yalancının mumu…” masalı gibi haber, dünya kamuoyuna bir başka gelişmenin sebeplerini öğrenme fırsatı da verdi. Bilindiği üzere ABD, Orta Avrupa ülkelerinden istekli iki ülkede (Polonya ve Çek Cumhuriyeti), sözde İran nükleer füzelerine karşı bir füze savunma sistemi (Füze Kalkanı) kurma niyetindeydi. ABD’nin ısrarla bu sistemi İran’a karşı kurulacağını söylemesine rağmen, Rusya’yı ikna edebilmek mümkün olamamıştı. Polonya ve Çek kaynaklı haberler ve spekülasyonlar bir araya gelince, bu ”Füze Kalkanı”nın Rusya’ya karşı bir önlem olduğu kuşkusu baskın çıkmaktaydı.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yerine kurulan devletler içerisinde Sovyet mirasını devralan Rusya, “sarhoş” lider Jeltsin’den kurtulduktan sonra kırmızı çizgilerini daha iyi açıklamaya çalıştı. Bunlar; Kafkaslardaki Rus çıkarları, Orta Asya’daki Rus çıkarları, Karadeniz’deki Rus çıkarları, Balkanlardaki Rus çıkarları ve Doğu Avrupa’daki Rus çıkarlarıydı. Bu topraklar aynı zamanda Rusya’nın kimi yerde “arka bahçesi”, kimi yerde ise kendi “ön bahçesi” gibi gördüğü coğrafyalardı. Bu çıkarlar doğrultusunda Rusya, Kafkaslarda, Ukrayna’da ve Orta Asya’da ABD’nin çeşitli renk kodlarıyla iktidar ve rejim değiştirme faaliyetlerinden rahatsız olmuş, hatta satrancın karşı oyuncusu gibi davranmaya başlamıştı.
Rusya’yı rahatsız eden ve kırmızı çizgilerinin aşınmasına çanak tutan en önemli gelişmeler 2008 yılı içinde gerçekleşti. Önce Şubat 2008’de Rusya’ya ve Sırbistan’a rağmen bağımsızlığını ilan eden Kosova tanındı. Ardından Nisan 2008’deki NATO’nun Bükreş zirvesinde Hırvatistan ve Arnavutluk NATO üyeliğine kabul edilirken, Ukrayna ve Gürcistan’a da üyelik yolunda çok olumlu mesajlar ve bir perspektif verildi. Bu gelişmeler bile Rusya’yı zıvanadan çıkarmaya yetecek iken, üstüne üstlük Doğu Avrupa’ya tesisi düşünülen “Füze Kalkanı”nı tüm NATO ülkelerini kapsayacak şekilde uzun ve orta menzilli füzelerle genişletme kararı alındı. Bu bağlamda Türkiye ve Yunanistan gibi ”İran’a yakın” NATO üyelerinde de orta menzilli füze savunma sistemi yerleştirilecekti. Rusya’nın öfkesini yatıştırmak için de ABD’nin o dönemdeki Başkanı G. W. Bush, özel olarak Rus Devlet başkanı Putin’le görüşecek ve onu yumuşatacaktı…
Bush, ABD Başkanı olarak son görüşmesini yaptığı Putin’le Karadeniz kıyısındaki Soçi kentinde neler konuştular, yemekte kalkan ya da levrek mi yediler, basına pek yansımadı. “Acaba Bush, Putin’i bu gelişmeler hakkında yumuşatabildi mi?” denecek olursa, cevabı Ağustos 2008’de Gürcistan’da verildi. Gürcistan’ın ayrılıkçı Güney Osetya’da orantısız güç kullanması üzerine, Rus kuvvetleri balyoz gibi Gürcistan’a girdi. Bir anda Karadeniz ısındı, Kafkaslar istikrarsızlık karanlığına girdi. NATO ve ABD’nin ısrarla Rusya’nın “kırmızı çizgilerinin” üstünü çizmesine tahammül edemeyen Rusya, burnundan soluyan bir boğa gibi öfkesini Saakaşvili’nin Gürcistan’ından çıkarmıştı…
Bu olay üç gerçeği ortaya koydu: (1) Bu tarihten sonra Rusya’nın etki alanında yapılmak istenen her değişimde Rusya’nın da muafakatı alınacaktı. Yani tıpkı soğuk savaş döneminde tarafların birbirine dokunmadan yaptığı gibi ”anlaşmalar” devreye girecekti. Anlaşmada ise, alışveriş karşılıklı idi. Bir yerde alan, bir başka yerde verecekti. Artık Rusya’da votkayla kolayca sarhoş edilecek sıradan liderler değil, Rus çıkarlarını savunan ve çiğnenmesi mümkün olamayacak “demir leblebiler” vardı. (2) AB, enerjide bağımlı hale geldiği Rusya’yı yakınında tutabilmek maksadıyla daha fazla ortak projelere sokmanın gerekliliğini gördü. (3) Rusya’ya rağmen “Füze Kalkanı” projesi ve Ukrayna ile Gürcistan’ın NATO üyeliği mümkün olamazdı.
“Değişim” sloganıyla başkan seçilen Obama, Başkan sıfatıyla ilk okyanus ötesi ziyaretini Nisan 2009 başında Londra’daki G-20 zirvesine katılmak üzere gerçekleştirdi. Bu toplantı sırasında Obama’nın en çok itibar ettiği lider, Rusya Devlet başkanı Dmitri Medvedev’di. Zaten hemen birkaç gün sonra Strasburg-Kehl NATO zirvesi sırasında da, bir süredir NATO-Rusya Ortaklık Konseyi’ne Rusya katılmayı kabul etmişti.
Obama, ilk resmi manada Rusya ziyaretini Temmuz 2009’da Moskova’ya giderek gerçekleştirdi. İki liderin görüşmelerinden basına yansıyan en önemli haber, iki ülkenin yeni bir nükleer silah ve atma vasıtası indirimine gideceğine ilişkin anlaşmaya varmış olmalarıydı. Yani kamuoyunda bilinen haliyle yeni bir “SALT” anlaşması yoldaydı.
Bu ziyaret döneminin ardından Rusya’nın “arka bahçesi” diye adlandırılabilecek coğrafyada çok ciddi olaylar yaşanmaya başladı. Bunlardan ilki, 6.8.2009 tarihinde Rusya Devlet Başkanı Putin’in Ankara ziyareti ve ziyaret sırasında resmi ve özel kuruluşları kapsayan 25 civarında enerji odaklı projelerin imzalanmasıydı. Türkiye’nin yeni anlaşmalarla Rusya’ya enerji bağlamında daha bağımlı hale gelmesi, hatta nükleer enerji alanında da “Rusya’ya teslim olmasının”, müttefik “ABD’yi rahatsız edecek” bir gelişme olduğu ileri sürüldü.
Sürpriz gelişmeler Putin’in ziyaretiyle sınırlı kalmadı. 18.8.2009’da İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Soçi’de Medvedev’le görüştü ve İran’a Rus silahı satılmasından duyduğu rahatsızlığı iletti. Medvedev nazik bir lisanla Peres’e,”Rusya’nın İran’a, İsrail’i rahatsız edecek silah satışı yapmayacağı” taahhüdünde bulundu. Bu tarihten bir süre sonra, evvelce kayıp ve korsanlar tarafından kaçırılmış olduğu bildirilen ve 17.8.2009’da Rus askeri gemileri tarafından Afrika ülkesi Senegal’in 800-900 mil batısında kurtarılan Rus “Arctic Sea” kuru yük gemisinde, İran’a götürülmek üzere “S-300 Füzesi” taşındığı, bunu öğrenen İsrail’in Mossad gizli istihbarat örgütünün de gemiyi kaçırdığı ileri sürüldü. Daha sonra İsrail Başbakanı Netanyahu’nun gizlice Rusya’ya gittiği öğrenildikten sonra da, her ne kadar olay doğrulanmasa da, gelişmelerin anlatılan çerçevede gerçekleştiği fikri derinleşmişti.
Bu durumda Rusya, nükleer silah üretim faaliyetinde bulunduğu iddiası üzerine ABD ve/veya İsrail tarafından yapılabilecek muhtemel bir hava harekatında İran’ın kullanabileceği silahları İran’a göndermeyecektir. Bu gelişme Rusya’nın, gelinen günde ABD’yle anlaşması sonrası İran’ı gözden çıkardığına işaret eden önemli bir emaredir.
Öte yandan, Eylül 2009 başında bölgede yeni bir haber daha patladı. Türkiye ve Ermenistan yeni bir yol haritası protokolü imzalamışlardı. Eğer söylenenler gerçekleşirse, Türkiye-Ermenistan sınırları yakında açılacaktı. Üstelik Dağlık-Karabağ sorunu da Rusya’nın liderliğindeki AGİT Minsk gurubu çerçevesi içerisinde hızlandırılarak çözülecekti. Burada gözlerden kaçan çok önemli bir husus vardı: ABD, açılan Türkiye-Ermenistan sınır kapısından Ermenistan’a, dolayısıyla Güney Kafkasya’da giremediği son ülkeye de girmiş olacaktı. Oysa Ermenistan’ın sınır güvenliği bile Rus askerleri tarafından sağlanmaktadır. Azerbaycan’la son yapılan doğalgaz anlaşması dışında ilişkilerinin “limoni” olduğu bilinen Rusya, hem Gürcistan’da, hem de Azerbaycan’da “yerleşen” ABD’nin Ermenistan’a girişine ne karşılığında “evet!” demişti? Bu sorunun cevabı, ne yazık ki “Türkiye’nin sıfır sorun politikasının zaferi” olamayacak kadar açıktır. Peki ne içindi?
Bunun cevabını Eylül 2009 ortalarında ABD Başkanı Obama verdi. Orta Avrupa’ya yerleştirilmesi düşünülen “Füze Kalkanı” projesi, en azından bu bölgede ve Rusya’ya karşı kullanılmayacak şekilde “rafa kaldırılıyordu!” Muhtemeldir ki, “NATO’nun doğuya doğru genişlemesi” projesi de aynı çerçevede rafa kaldırılmış ve Rusya bir şekilde “memnun” edilmişti. Zaten gittikçe büyüyen Çin tehlikesine karşıda Rusya’nın daha bugünlerden ve geç kalmadan “memnun edilerek” ABD yanına çekilmesi için bir şeyler yapılması gerekiyordu…
Peki, Rusya’ya bu “nimetler” verildiğine göre, Rusya’dan Kafkaslar dışında istenen başka bir şey yok muydu? Elbette vardı. Rusya’dan bile Natanz dışındaki nükleer tesislerini gizlediği anlaşılan İran’a karşı Rusya’nın yakınlığı, bundan böyle ”mesafeli” olacak şekilde ilişkiler geliştirilecekti. Zaten İran’ın 12.6.2009 tarihli cumhurbaşkanlığı seçimleri, muhtemelen Rusya’da bile “hoş görülmeyecek” derecede ve seçim öncesindeki İran devleti ile Ahmedinejad yönetiminin saygınlığını son derece azaltan bir gelişmeydi. Rusya’nın İran’a karşı ”olumsuz” tavrı için de siyasi konjönktör uygun hale gelmişti…
Sonuç
Obama’nın BM’nin 64. Genel Kurulunda bir kez daha vurguladığı gibi, artık ABD tek başına “elini taşın altına” sokmayacaktır. Bunun yerine, bölgesel sorunları, etkisi bulunan güç odaklarıyla ve külfeti de paylaşarak çözme yoluna gidecektir. Tabii ki külfeti olduğu gibi, nimetleri de bu güç odaklarıyla paylaşmak mecburiyetinde kalacaktır.
Obama’lı ABD yönetimi bu son ABD stratejisini, Rusya’ya bazı “nimetler” sunmak suretiyle ve “anlaşarak”, ya da “bir şeyler vererek” gerçekleştirdi. İran’ın nükleer silahlanmasını önlemek maksadıyla NATO’nun genişlemesinin durdurulması yanında, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ni üzmeyi göze aldı ve bu ülkelere kurulması ”kesinleşen” “Füze kalkanı” projesini rafa kaldırdı.
ABD’nin Rusya’ya verdiklerinin karşılığında aldıkları ise; (1) İran’a yaptırımlar konusunda bundan böyle Rusya’nın daha büyük ölçüde desteğini almak, (2) Güney Kafkasya’ya iyice girmek… Muhtemeldir ki, ABD bundan böyle de benzer stratejileri uygulayacak ve bir zamanlar şiddetle destekler göründüğü Polonya ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkelere bir anda sırtını dönüverecektir. Tıpkı Rusya’nın İran’a yaptığı gibi… Herhalde bu manevralardan çıkarılacak oldukça önemli dersler vardır…